Yazının Kürtçesi / İngilizcesi için tıklayın
|
"Falih Rıfkı bey 1932’de, Zeytindağı’yla aynı yıl yayımladığı Moskova-Roma isimli, siyasi ve toplumsal tahlillere yer verdiği gezi kitabında bu defa Cumhuriyet dönemine dair şu satırları kaleme alacaktı:
‘Büyük Harp’te Mudanya’da tifüs aşısı yapılırken bir nefer: “Nedir bu çektiğimiz, her gün iğnelenip duruyoruz” demişti.
Kulağıma eğilen bir hoca dedi ki: Ne hastalık ne bir şey… Bize Alman kanı aşılıyorlar.’"
Gazeteci Yenal Bilgici’nin Memlekette Tuhaf Zamanlar kitabından aldığımız bu paragraf, size de tanıdık gelmiştir. Falih Rıfkı’nın 1930’larda yazdığının benzerlerini bugün de yaşıyoruz. Daha iki yıl önce bütün dünya Covid-19 pandemisiyle başa çıkmaya çalışırken, ne çok duyduk: “Bunlar aşı değil, bizlere çip takılıyor, Türk halkını kısırlaştırmak için yapıyorlar, genetik kodlarımızı değiştiriyorlar, DNA’mızla oynuyorlar vs. vs.” Buna daha binlercesini ekleyebilirsiniz.
Yalanın hızı
Söylenenler Falih Rıfkı’nın yazdıklarıyla birebir aynı, fark ise “yayılma” hızında. Falih Rıfkı zamanında “yalanlar” “fısıltı gazetesi”yle ya da belli gazetelerin haberleriyle yayılırken, biz şimdi internet hızıyla baş etmek durumundayız. Bu tür yalanlar sosyal medyada ışık hızıyla yayılırken, gazetecilere düşen de bu iddiaları uzmanlarıyla konuşup doğrusunu yazmaktı. Ancak bunu yapmaya hevesli gazeteci sayısının az olması bir yana, iddiaların araştırıldığı haberleri okuyanların sayısı daha da azdı. Yalan ilgi çekiyordu, gerçekler ise arada sırada bakılacak bir şeydi.
Propaganda ve dezenformasyon
Yenal Bilgici’nin kitabından devam edelim:
“İtalyan şehri Pisa’daki Sant’Anna Scuola Üniversitaria Superiore’den iki siyaset bilimci Serana Guisti ve Elisa Piras’ın değindiği üzere, son zamanlara kadar gerçeğin manipülasyonu bahsinde en çok kullanılan terim dezenformasyon; ondan da evvel propagandaydı. Guisti ve Piras iki kavramı birbiriyle karşılaştırırken hayli ilginç bir tarihi yükün de altını çiziyor.
“Dezenformasyon, KGB’nin kamuoyunu aldatma niyetiyle yanlış enformasyon üretmekten sorumlu kara propaganda departmanı için kullanılan Rusça dezenfonmastiya sözcüğünden geliyor. Bununla beraber dezenformasyon, ilk kullanımı 1600’lü yıllara dek giden birtakım siyasi etkiler üretmek için dikkatle seçilmiş bilginin kastedildiği propaganda sözcüğüyle karşılaştırıldığında epey güncel bir pratik sayılabilir. Propaganda belli bir amacı ve inanışı savunmak amacıyla grupların fikrini manipüle etmek veya onları etki altına alma hedefi güder; beri yandan (tıpkı Nazi Almanyası’nda yaşandığı gibi) hakikati tahrif etmekte ve karşıt görüşü baskı altına almaktadır.”
Kendi doğruları ya da yalan
Devam ediyoruz:
“Temel bir fark… Eski usul ‘propaganda’, bir görüşü hâkim kılmak için insanları o görüşe inandırma hedefi güderken, 20. yüzyılın ‘çocuğu’ dezenformasyon aynı amaca insanları kandırarak ulaşıyor. İlkinde propaganda yapan taraf, içeriğinden bağımsız kendi ‘doğrularının’ altını çiziyor; ikincisinde doğrudan ‘yalan’ söyleniyor.”
Yani düpedüz “yalan”. Ve dünya ile birlikte Türkiye’de her gün dezenformasyon bombardımanı içinde yaşıyoruz. Hem sosyal medyada hem de geleneksel medyada.
Gezi’deki yalanlar
Gezi’deki yalan haberleri hatırlayın. Üstelik bunları duyuranlar da gazetecilerdi. Kabataş’ta saldırıya uğrayan kadın, camide içilen biralar, Gezi parkında çadırlarda kalınların madde kullanımına dair her şey yazıldı. Hatta o dönemler doğru haberle yalan haberi ayırt edebilmek için “kesin bilgi” kalıbı bile oluştu. Yani yalan haber değil, doğru haber. Sanki haberin yalan olması normalmiş gibi!
Gazetecilerin karşılaştığı ya da bizzat kendilerinin yaptığı dezenformasyon örneklerine geçmeden önce, bu “yalan haberlerin neden satın alındığı”na ya da bu yalanların ve yalan haberlerin neden söylendiğine bakmak iyi olacak.
Gerçekler değil, duygular
Oxford sözlüğü “post-truth” kelimesini 2016’da “yılın kelimesi” seçerken “hakikat sonrası”nın karşısına “duyguların ve kişisel kanaatlerin kamuoyunu belirleme açısından nesnel hakikatlerden daha etkili olma hali” diye yazmıştı.
Yani artık gerçekler, kanıtlar, veriler, belgeler önemli değil. Bu çağda “duygular” önemli. Kim duygulara seslenirse, kazanan o oluyor. Ve yalan eskisi kadar “ayıplanmıyor” da. Ortaya çıktığında yalanı söyleyen “utanmıyor” bile.
Ancak unutmamak gerekir ki, gazetecinin görevi asla duyguya seslenmek değil. Çok hızlı haber akışı, insanların kontrol imkânını ortadan kaldırıyor. Okuyup geçiyorlar. O yüzden esas sorumlu, haberin profesyonelleri, gazeteciler. Kişisel bir örnek belki çok şeyi anlatabilir.
“Tutuklu gazeteci yok” mu?
2017’nin Mart’ında Cumhurbaşkanı Erdoğan bir toplantıda, dönemin Almanya Başbakanı Angela Merkel’le aralarında “tutuklu gazetecilerin serbest bırakılması” diyaloğunu anlatarak, "Hapisteki gazetecilerin listesini verin diyoruz. Katilden çocuk istismarcısına herkes var" dedi. Gazeteler ve internet siteleri, özellikle hükümete yakın olanlar, “Çocuk istismarcısı gazeteciler var”, “Onlar gazeteci değil, terörist!” başlığıyla Cumhurbaşkanı’nın sözlerini yayınladılar.
O dönemde Cumhuriyet’te çalışan bizler ise söylenen yalan karşısında yapabileceğimiz tek şeyi yapmakla meşguldük. 11 Cumhuriyet çalışanı 144 gündür iddianame olmadan tutukluydu. “Yılların gazetecilerini yine yok saydı: Erdoğan'a göre cezaevinde gazeteci yok” başlığıyla haber yayına girdi. Ancak Cumhurbaşkanı’nın ulaşabildiği kitleden fazlasına ulaşabildik mi, bilinmez.
Kameralar karşısında yalan
Bir başka örnek: 27 Eylül 2021’de Amerikalı televizyon kanalı CBS’ten Margaret Brennan, Erdoğan’a “100 bin kişinin Cumhurbaşkanına hakaret davaları”nda yargılandığı sorusunu yöneltince Erdoğan, “Benim hakkımda böyle açılmış davalar yok” deyivermişti. Oysa Adalet Bakanlığı’nın verilerine göreErdoğan'ın cumhurbaşkanlığı döneminde toplam 194 bin 138 soruşturma ile 44 bin 675 kamu davası açılırken, 48 bin 819 kişi ise yargılanmıştı. Ve ortada aleni bir yalan vardı. Kameralar karşında bile söyleniyordu.
"Aşılar başka ülkelerde ücretli”
Devam edelim: Yine Erdoğan 2 Temmuz 2021’de "Bugün Avrupa'nın en gelişmiş ülkeleri dahi aşıları ücretle yapıyorlar. 50 sterlin, 100 avro. Biz halkımızdan tek kuruş almadık” dedi. Elbette yine manşetlere yansıdı. Herkes okudu ve vay be dedi. Oysa o sırada Avrupa’daki ülkeler bırakın ücret almayı Yunanistan aşı olan gençleri özendirmek 150 Euroluk hediye çeki veriyordu.
Bitmiyor: Erdoğan tüm ülkenin ekonomik krizle boğuştuğu bugünlerde rahat rahat şunu söylüyor: “Battık diyorlar; herkesin altında arabası var”. Elbette yine hükümet yanlısı gazeteler, TV’ler, internet siteleri büyük puntolarla yayınlıyorlar bu “güzel ve yalan” haberi, tam da bu cümlelerle. Gerçeğin bununla uzaktan yakından alakası yok. TÜİK’in 2021 verilerine göre Türkiye’de kişi başına düşen kara taşıtı sayısı sonucu yaklaşık 0,3.
Devlet yalanları
Öte yandan, TÜİK gibi devlet kurumlarına inanmayı da çoktan bıraktı doğrunun peşindeki gazeteciler. Ülkede insanlar ekonomik olarak kırılırken, TÜİK, iktidarı zora sokmamak için yüzde 81 enflasyon açıklıyor. Gerçeğinin yüzde 181 olduğunu açıklayan ENAG ve bunu yazan gazeteciler ise vatan haini ilan ediliyorlar.
Siyasiler “bu yalanları” kendi tabanlarını konsolide etmek, kendi çıkarını ve imajını korumak, sosyal ilişkileri yönlendirmek, güce ulaşmak, başkalarını etki altına almak, kazanç elde etmek, takdir toplamak, başkasını isteği doğrultusunda yönetmek, başarısızlığını gizleyip kendini iyi göstermek ya da kadrosunun sadakatini pekiştirmek vs. için söylüyor olabilir.
İyi Günde Kötü Günde’nin bölümlerini podcast platformlarından dinleyebilirsiniz: Spotify, ApplePodcast, Youtube
Esas mesela şu: Gazeteciler bu yalan haberleri sorgusuz sualsiz yaymaya neden bu kadar hevesliler? Gerçeklere bu kadar mı gözlerini kapadılar? Etik kaygıları hiç mi yok? Mesleki kuralları hiç mi okumadılar? Gazeteciliğinin temelinin “gerçek” olduğu kendilerine hiç mi söylenmemiş? Gazeteciliğin önceliğinin “kamu yararı” olduğunu hiç mi bilmiyorlar? Görevlerinin “doğru bilgi” aktarmak olduğunu unuttular mı?
Biliyorlar ama onlar etik değerlere bağlı gazeteci değiller artık, “taraftarlar”. Elbette gazeteci “taraflı”dır, ancak “güçsüzden, ezilenden, yoksuldan” taraftır. Büyük hata “güçlü”den yana taraf olmaktır. O yüzden sadece siyasiler değil, gazeteciler de yalan söylüyor. Ayan beyan, yalan haber yapıyor. Bu kadar kutuplaşmış bir toplumun, gazetecisi de kutuplaşmış oluyor.
Örneklerini defalarca okumuşsunuzdur. Mesela Türkiye’nin batısında ne zaman bir orman yangını çıksa, sorgusuz sualsiz aynı klişe devreye giriyor: “Yangınları PKK çıkartıyor”. Oysa herhangi bir kanıt yok. Haberin içinde komplo teorisi okuyorsunuz, daha da acıklısı, gazeteci buna imzasını atıyor ve büyük ve “perde arkası” haber olarak veriyor. İnternetin de marifetiyle hızla yayılan haber, Kürtlerin lanetlenmesiyle devam ediyor.
Kemal Kurkut ve Abdurrahman Gök
Konu, Kürtler olunca Türkiye medyası yalan konusunda yarışıyor. Gazeteci Abdurrahman Gök’ün sırf fotoğrafını çekti diye yargılanmasına neden olan Kemal Kurkut’un vurulmasına bakalım. Kemal Kurkut, Newroz günü polislerce vurulduğunda Diyarbakır Valiliği ilk açıklamasında Kurkut’un “Çantamda bomba var, hepinizi öldüreceğim” dediğini, polislere bıçakla saldırıp alana doğru koşmaya başlaması üzerine ‘canlı bomba ihtimali’ göz önünde bulundurularak vurulduğunu söylemişti. Ancak Abdurrahman Gök’ün çektiği fotoğraflar her şeyi ortaya koyuyordu. Kurkut’un bırakın çantasını, üzerinde tişört bile yoktu. Üzeri çıplak, elinde su şişesiyle koşuyordu. Acaba devlet, kaç kişiyi “canlı bomba” diyerek öldürmüştü? Bu soru elbette hiçbir zaman yanıtlanmayacak. Ama bir gazetecinin çektiği 28 kare fotoğraf, öldürülen kişinin bir “terörist” değil, Newroz’a gelmiş genç bir adam olduğunu ortaya koyacaktı. Abdurrahman Gök, “yalan haberlere” karşı “doğru gazeteciliği” yapmıştı.
Helikopterden atılma
Kasım 2020’de gazeteciler Van’da iki köylünün helikopterden itildiği ve ikisinin de hastanede yattığını duyurmuşlardı. Aşina olduğumuz gibi bu da inkâr edilecekti. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Van’ın Çatak ilçesinde Servet Turgut ve Osman Şiban adlı iki köylünün, askerler tarafından işkence edildikten sonra helikopterden itilmesiyle ilgili, “Bunlar yalan ve akla ziyan” yanıtını veriyordu. O güne kadar tek kelime haber yapmayan televizyonlar, gazeteler, internet siteleri, Soylu’nun açıklamalarını “Bunlar yalan ve akla ziyan” diye manşete çektiler. Birkaç gün sonra gazeteciler, doktor raporlarını yayınlayarak cevap verdiler. Gazeteciler “yalan”a karşı durdukları için tutuklandı.
6-7 Eylül yalanları
Devlette devamlılık esastı. Buna benzer yalan, 19 Aralık 2000’de yapılan 32 kişinin hayatına mal olan Hayata Dönüş Operasyonu’nda dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk tarafından pervasızca söylenmişti. Türk, "tutukluların askerle çatışmaya girdiğini”, “bazı ölümlerin tutuklular arasındaki çatışmadan çıktığını”, “Mahkûmların kalaşnikofla ateş ettiğini” söylemişti. Daha sonra yalan söylediği raporlarla ortaya konan Bakan’ın açıklamalarını, yine dönemin “devletini seven” gazetecileri manşetlere taşımıştı.
Biraz daha geri gidelim: 6-7 Eylül pogromunun bir “yalan haber”le başladığı gerçeği hepimizi utandırmalı aslında.
“Atamızın evine bomba” haberiyle başlayan pogrom, 10’dan fazla insanın ölümü, yaralanmalar, tecavüzler, yağmalar, saldırılar ve Türkiyeli Rumların göçüyle sonuçlanmıştı. Hâlâ tarihte kara leke olarak durur.
Milliyetçilik yalanları
Devletin yalan söylemesine alışığız da, gazetecilerin bu yalana ortak olmak için bu kadar hevesli olmasını “devletine hizmet etme” ve “prezantbal gazeteci” olma hevesini anlamak, işte orada duralım. “Devletin gazetecisi”, değil “halkın gazetecisi” olmaktır esas olan.
“Milliyetçilik kötü bir şey değil ki, vatanımızı çok seviyoruz” açıklamalarıyla meşrulaştırılan şeyin vatan sevgisi değil “ırkçılık” olduğunu da unutuyoruz. Hele de konu “ötekiler” olunca.
Mesela Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ, hiç düşünmeden “hukuki yollarla Suriyelileri göndereceğiz” diye demeç veriyor, milliyetçiliğin gazetecilikle uzaktan yakından alakası olmadığının farkında olmayan bazı siteler koca puntolarla, “flaş flaş” diye veriyorlar açıklamayı. Yalana ortak olmaya o kadar hevesliler ki, bunu da “biz” diliyle yapıyorlar. Oysa Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler, mültecilerin zulüm riski olan, savaş, kriz, kötü muamele ve işkencenin olduğu ülkelere geri gönderilemeyeceğini söylüyor. Zafer Partisi lideri kendi gibi düşünenlerin oylarını heybesine koyuyor. “Yalan haber olması” bir yana toplumsal yaşamı, birlikte yaşamayı dinamitlemiş olmaları ne gazetecinin ne de siyasetçinin umrunda oluyor.
Yine mültecilerle ilgili, sürekli dolaşımda olan, “Suriyelilerin çocukları Türk vatandaşı oluyor, şu kadar yardım alıyor” “dezenformasyonu”na bakalım. Gerçek şu ki, Türkiye’de doğsalar bile Suriyeli bebeklere vatandaşlık verilmiyor, hatta burada verilmediği gibi Suriyeli de sayılmadıkları için birçoğu “vatansız”. Ama bu milliyetçileri kesmiyor.
Suriyeliler olmazsa Afganistanlılar hedef alınıyor. Sosyal medyadan yayılan “dezenformasyon”, insanları galeyana getirip saldırılara sebep oluyor. Mülteci karşıtlığı yükseliyor, ırkçılık ayyuka çıkıyor. Ve yine bu işte ne yazık ki bu yalan haberlerin dağılmasına yardım eden ya da bizzat yayan gazetecilerin parmağı oluyor.
Suriyelilerle ilgili “yalan haberler” son 10 yılın belki de en çok tık getiren haberleri. Suriyeliler hastanede öncelik hakkına sahip, Suriyeliler su, elektrik, doğalgaz faturası ödemiyorlar, Suriyeliler devletten maaş alıyor, üniversiteye giden Suriyelilere burs veriliyor, Suriyeliler istediği üniversiteye sınavsız girebiliyor, Suriyeli esnaf vergi ödemiyor vs. Peki öyle mi? Hayır.
LGBTİ+ ve kadınlar
“Ötekiler” demişken, “LGBTİ+’lar” elbette her zaman dezenformasyonu bol, hatta en bol dezavantajlı grup. Özellikle İslamcı basındaki gazeteciler, birtakım “uzmanları” bir araya getirip eşcinselliğin doğuştan olmadığına ve tedavi edilebilir olduğuna dair günlerce sürecek dosya haberler hazırlıyorlar, yetmiyor, “Eşcinseller dehşet saçıyor!” gibi yalan haberlerle LGBTİ+’ları kriminalize ediyorlar. Dezenformasyonu daha da yaymamak için haber örneklerini çoğaltmayacağım ama yazdıklarının doğrulukla en ufak bir ilişkisi olmadığı bin defa kanıtlansa da bu “gazeteciler”, “yalan”da ısrar ediyorlar. Bu elbette “yalan haberden” ya da dezenformasyondan daha fazlası, bu nefret söylemi. Ama dezenformasyonu yapan bir gazeteci, elbette sınırı bir kez aştıktan sonra “nefret söylemi”nden de çekinmez hale geliyor. Döngü, hızla ilerliyor. Marifet, gazetecinin meslek etik sınırlarını bilmesi ve ona göre hareket etmesi.
Kadınlar da yalandan nasibini alan gruplardan. Şimdi anlatacağımız, işin içinde bir “muhabir”, sonrasında bir gazetenin ve en son olarak Cumhurbaşkanı’nın olduğu bir “yalan haber” silsilesi. 2019 8 Martı’nda ilk olarak Yeni Şafak muhabiri Burak Doğan, Twitter’da “8 Mart’a katılan kadınların ezanı protesto ettiği”ni yazdı. Konu bir anda büyüdü, medyada köpürtüldü. 10 Mart’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan aynı iddiayı aldı ve on binlerce kişinin katıldığı mitingde şöyle dedi: “Taksim'de CHP ve HDP'nin öncülüğünde güya kadınlar günü için bir araya gelen bir grup, ezana ıslıklarla, sloganlarla terbiyesizlik ettiler.” Bir gün sonra Erdoğan’ın açıklamaları (tekrar) İslamcı basının manşetlerindeydi. Kadın örgütleri, “Kimse çarpıtmasın, bizim isyanımız polis barikatına, kadınların yürüyüşünü, 8 Mart'ı engellemek isteyenlere” dedi ancak aynı manşetlerde yerini alamadı. İşin daha da tuhafı BBC’nin konuya dair fikirlerini sormak için ulaştığı muhabir Burak Doğan, konuşmayı reddetti. Yaydığı “yalan”, kadınları hedef haline getirmişti.
Doğruda diretmek
Bu haberlerden de görebileceğiniz gibi yalan haberlerin yayılmasında sorumlu sadece sosyal medya değil, gazetecilerin bizatihi kendileri de sorumlu. Bazen gazetecilerin kendileri “yalan haber” yapıyor. Üstelik bu hız çağında yaşarken, en küçük bir dezenformasyonun kartopu gibi büyüyüp çığrından çıkması ve kestirilemeyecek kadar büyük kitleye zarar vermesi olası. Hiçbir yalan masum olmadığı gibi gazetecilerin söylediği yalanlar “toplumu şekillendiren yalanlar”a dönüştüğü için daha da tehlikeli. Çünkü bir arada yaşamanın altını oyuyor. Adil ve eşit bir toplumun kurulmasını engelliyor. Ki bir gazetecinin görevi, daha iyi bir dünya için çalışmak değil de nedir?
Gazeteci yaptığı haberin doğruluğunda diretmek zorunda. Verileriyle, uzmanlarıyla, kanıtlarıyla. Çünkü belki 100 yıl geçecek ama gazetecinin doğruyu söylediği ortaya çıkacak. Amerikalı gazeteci yazar Walter Lipmann’ı her gün hatırlamakta fayda var: “Gazetecilikte gerçeği söyleme ve şeytanı utandırmaktan daha yüksek bir yasa olamaz.”
İyi Günde Kötü Günde yazı dizisi
1 - Aile: İyi günde kötü günde... / Alev Özkazanç
2 - Cezasızlık varken, bir arada yaşamak mümkün mü?
3 - Korku siyaseti ve sinema / Fırat Yücel
4 - Nefret neyle yıkanır? / Rober Koptaş
5 - Yaratıcılık ve müzik: İyi günde kötü günde / Mustafa Avcı
6 - “Kesinlikle istenmeyen kişiler olduğumuzu biliyoruz” / Hale Gönültaş
7 - Geçmişin hayaletleri, bugünün bekçileri / Özgür Sevgi Göral
Proje hakkında"İyi Günde Kötü Günde: Bir Arada Yaşamak" podcast ve yazı serisi Hafıza Merkezi Berlin ve IPS İletişim Vakfı/bianet’in yürüttüğü bir proje kapsamında hazırlanıyor. Projenin koordinatörleri Hafıza Merkezi Berlin’den Özlem Kaya ve IPS İletişim Vakfı’ndan Öznur Subaşı, proje danışmanı Özgür Sevgi Göral, proje editörü ise Müge Karahan. "Bir arada yaşam” konusunu odağına alan seride; aile, ceza, korku, nefret, yaratıcılık temaları ele alındı. Projenin ikici seri yazılarında ise; ırkçılık, hafıza, yalan, antroposen ve arkadaşlık temaları ele alınacak. Bölümler on beş günde bir salı günleri yayınlanıyor. |
(SO/NÖ)