*Fotoğraf: Meltem Ulusoy / csgorselarsiv.org
Makalenin İngilizcesi / Kürtçesi için tıklayın
|
“İyi Günde Kötü Günde: Bir Arada Yaşamak” konulu proje kapsamındaki podcast serisine aile ile başlamak çok anlamlı. Çünkü aile, tam da nikâh akdinde ifade edildiği üzere “iyi günde kötü günde…” bir arada olmanın paradigmatik örneğini sunan, başka bir ifadeyle “birlik” idealini mükemmelen temsil eden bir toplumsal olgu.
İyi Günde Kötü Günde’nin ilk bölümü "Aile"'yi podcast platformlarından dinleyebilirsiniz: Spotify, ApplePodcast, Youtube
Bu niteliğiyle aile, hem toplumu kuran hem de siyasi birliğin temelini oluşturan en küçük birim ya da yapıtaşı olarak görülüyor. Kadın ile erkek arasında kurulan ve onlardan üreyen çocuklarla da pekişen bu birlik fikri, heteroseksüel üremeyi insan toplumunun kurucu ilkesine dönüştürmüş durumda. Bunun da ötesinde etnik-milli varlığın bekasına dayanan siyasi birlik biçimlerinin varlığı da buna bağlı olarak kurgulanıyor. Kısacası egemen ideolojiler yüzyıllardır, aile, toplum ve devletin bir bütün olduğunu vazediyor.
Ancak, egemen ideolojilerin aileyi birey, toplum ve devlet yaşamında en vazgeçilmez unsur olarak ve mükemmel bir bütünsellik, tutarlılık içinde resmediyor olmaları, aile merkezli toplumsallığın karmaşık yapısını ve gerilimlerini gözardı etmemize neden olmamalı. Bu aileci ve milliyetçi-devletçi egemenlik anlatıları, bir yandan içinde yaşadığımız gerçekliği kurar ve yansıtırken bir yandan da resmi anlatıya uymayan pek çok şeyi gizliyor, örtüyor, çarpıtıyor ve baskılıyor.
Aile ve toplum
Aile ile toplumsal birlik arasındaki ilişkinin niteliği aslen çok karmaşıktır. Bir yandan tarihsel olarak aile-akrabalık, çatışan unsurlar arasında bağ kurmanın asli yolu olarak ortaya çıkmıştır. Sadece kadın ile erkek arasında değil, asıl olarak birbirlerine “kadın alıp veren”, yani kadınları “mübadele eden” rakip ve “yabancı” erkekler arasında da temel bir bağ oluşturur. Akrabalık yoluyla kurulan erkekler arası dostluk ilişkileri, ataerkil uygarlığın kurucu unsuru sayılabilir.
Hatta diyebiliriz ki uygarlığın gelişimi en küçük akrabalık birimlerinden giderek genişleyen birliklere doğru olmuş, insanlar daha büyük birlikler halinde örgütlenmişlerdir. Ve birlikler genişleyip karmaşık hale geldikçe eşitsizlikler derinleşmiş, bazı aileler diğerlerinin üzerinde soylular ve yönetici hanedanlar olarak sivrilmişlerdir. Ayrıca, aile-akrabalık sistemleri, üretim ve yeniden üretimin örgütlenmesinin temeli olarak ekonomik bir birlik olarak bir arada durmanın da emeğe el koymanın da koşulunu yaratmıştır.
Öte yandan salt çalışma zorunluluğuyla bir arada durması mümkün olmayan insan toplumunda aile, ihtiyaç duyulan sevgi, özen ve dayanışmanın yeri olarak, yani “yuva” olarak da hayati bir işlev yüklenmiştir. Dolayısıyla aile ile kurulan bağlar, ekonomik ve politik bağın temeli olmanın ötesinde ya da bunun bir koşulu olarak, insanlar arasındaki yakınlık bağlarının da odağı sayılmıştır. Tüm bunlar, aile ile toplumsallık arasındaki yakın bağı gösteren olgulardır ancak gerçeğin sadece bir kısmını aydınlatırlar.
Aile gerçeği nedir?
Peki tüm bu birlik formlarının ve kurgularının ötesinde nedir aile gerçeği? Bir kere herhangi bir birlik kurgusunun ancak bazı kurucu dışlamalar ve olumsal dışlama biçimleri sayesinde mümkün olduğunu biliyoruz. Zorunlu heteroseksüelliğe dayalı aile formunun dışladığı iki kurucu dışsallık olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan biri aynı cinsten kişiler arasında evlilik fikri, diğeri de evlilik-aile formu dışında kurulan farklı mahremiyet-yakın ilişki biçimleridir. Modern dönemde aile, neredeyse tüm mahrem ilişkileri kendi bünyesinde soğurma tekelini iddia etmiş ve kendi dışındaki formlarla ilişkisi daima gerilim ve çatışma yüklü olmuştur.
Sadece yakın ilişkiler açısından değil, aidiyet, itaat ve dayanışma açısından baktığımızda da aile ile modern toplum ve siyaset arasında birtakım yapısal gerilimler olduğunu görürüz. Siyasi aidiyetin aile-akrabalık ve küçük cemaat üzerinden mi yoksa bireyin devlete yurttaşlık bağı ile bağlanması üzerinden mi kurulacağı meselesi, modern dönemde temel bir gerilim kaynağı olarak öne çıktı. Aile, her bağlamda ve zorunlu olarak devlet ve siyasi iktidar rejiminin payandası olarak hizmet etmez. Devlet ile aile arasındaki gerilim, totaliter-baskıcı rejimlerde, örneğin Stalin dönemi Sovyet rejiminde ailenin, rejime karşı bir sığınak görevi üstlenmesine neden oldu. Benzer şekilde kölecilik dönemi Amerika’sında, aile kurmalarına izin verilmeyen siyahlar için aile, ırkçılığa karşı koruyucu bir sığınak işlevi gördü.
Aile: "Son kale"
Birlikçi söylemlerin dışlayıcı tahakküm rejimleriyle en yüksek noktada birleştiği tarihsel bağlamlarda aile daima kritik bir yeri işgal eder. Aile fikri, ırkçı, milliyetçi ve devletçi söylemlere eklemlendiği ölçüde, bu dışlayıcı söylemlerin işleyişine kendi özgül damgasını daima vurmuştur. Bu özgül damga, tipik olarak etnik-milli varlığın yozlaşmasıyla ilgili kültürel kaygılar ve üreme ile ilgili demografik korkular etrafında şekillenir. Özellikle beka kaygısının ağırlaştığı ve dış bir güç tarafından tehdit algısının yükseldiği durumlarda, aile, milli varlığın özü olarak korunması ve kültürel yozlaşmaya karşı savunulması gereken, düşmesi ölüm demek olan “son kale” gibi değerlendirilir.
"Özel kölelik sözleşmesi gibi"
Aileci retoriğin üzerini örttüğü en temel çatışma hiç kuşkusuz, aile içine alınarak dönüştürülen ve yeniden üretilen asli bir antagonizmadır. Klasik ataerkillik tarafından düzenlenen/örgütlenen bu çatışmanın iki ayağından biri erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakkümü, diğeri de ailedeki yaşlı erkeğin çocuk ve gençler üzerindeki tahakkümüdür. Bu tahakküm tam olarak birlik kavramı üzerinden kurgulanır. 19. yüzyıl İngiliz hukukunda en net şekilde ifade edildiği üzere evlilik içinde kadın ve erkek “bir”dir ve o birliği erkek temsil eder. Evlilik ve aileye dair ataerkil anlatılar, iyi günde kötü günde sürecek olan birliği, gönüllü bir sözleşmeyle kurulan bir duygusal bağ olarak değil, ne pahasına olursa olsun bozulması yasak veya gayrimeşru olan, kadının tüm haklarını erkeğe devrettiği özel bir kölelik sözleşmesi gibi kurmuşlardır.
Evli kadının, tüm haklarını devrederek içine düştüğü “medeni ölüm”, yeni bir medeni haklar anlayışı ve yurttaşlık idealiyle kamusal alanın yeniden canlandığı demokratik devrimler çağında bir tuhaflık yaratmış ve bu uyuşmazlıktan feminizm ortaya çıkmıştır. 19. yüzyıldan günümüze gelene kadar feminizm, ailenin içindeki tahakküm gerçeğini pek çok boyutuyla ortaya çıkarmaya yaradığı gibi, ailenin gerçekliğinin dönüşerek daha eşitlikçi temelde bir birlik olarak kurulmasına da hizmet etti. Önemli kazanımlara rağmen günümüzde de ataerkil aile, kadın bedeni ve emeği üzerindeki tahakkümün asli mekânı olarak birçok yerde varlığını sürdürüyor.
Baba merkezli eski model
20. yüzyıl boyunca aile, sadece kadınların eşitlik mücadelesi sayesinde değil, başka tarihsel dönüşümlere bağlı olarak da büyük bir değişime uğradı. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte aile ve akrabalık, üretim sistemlerinin hayati bir unsuru olmaktan çıktı. Kadının yeniden üretim emeği hâlâ kapitalizm için kritik bir rol oynuyor olsa da bu eskisi kadar zorunlu ve ikame edilemez değil. Dahası, insanları, mevcut toplumsal ve siyasal rejimlere uyumlu ve “normal” hale getirmenin yolu da sadece ve zorunlu olarak aileden geçmiyor; eğitim kurumları, medya ve ideolojiler ailenin önemli işlevlerini üstleniyor.
Ayrıca LGBTİ+ mücadelesinin sonucunda Batılı ülkelerde eşcinsel evlilik ve bir arada yaşama biçimlerinin yasal olarak kabul edilmesi ve son olarak evlat edinme hakkının da talep edilmesi, heteronormatif aile idealini derinden sarsıyor. Kadınları ev içinde de dışında da şiddete karşı koruyan, çocukları da temel haklarla donatan yeni bir ulusal ve uluslararası insan hakları düzeni, baba merkezli eski modeli zora sokuyor. Ve nihayet “kötü günde” aile birliğinin pek de dayanıklı olmadığına; ailelerin yoksulluk, işsizlik, aile içi şiddet ve etnik-ırkçı ayrımcılığın etkisi altında hızla çözüldüğüne şahit oluyoruz. Böylece ailenin varsayılan sığınak ya da dayanak işlevini de göremediği gerçeği netleşiyor.
Postmodern çağda aile
Tüm bunlara rağmen ve tam da bu nedenlerden ötürü, birlik ve organik uyum idealini mükemmelen cisimleştiren kurum olarak aile fikri, postmodern çağda yeniden bir canlanma yaşıyor. Neoliberal küreselleşmenin yarattığı toplumsal çözülmelere ve kaosa karşı aile, en güvenilir sığınak, tek çare ve son kale olarak öne sürülüyor. Tarihsel ve sağlam dayanaklarını yitirmiş olan aile, günümüzde ancak reaksiyoner biçimlerde canlı tutulmaya çalışılıyor. Ve tarihte bir kez daha aile retoriği, dışlayıcı ve ötekileştirici söylemlerle güçlü biçimde eklemlenerek geri çağrılıyor.
Aileci politikaların siyasette yeni bir önem kazanması 1980’lerde yeni-sağcı hükümetlerle başlamıştı. Zamanın önde gelen yeni-sağcı lideri Margaret Thatcher’ın “Toplum diye bir şey yoktur, sadece bireyler ve onların aileleri vardır” şeklindeki veciz ifadesinde de dile getirildiği üzere, aileci fikir, ailenin dışlayıcı potansiyellerinden birinin en üst seviyede gerçekleştirilmesine hizmet etti. Ailecilik, yeni-sağın bireycilik ve piyasa tapınısına eklemlenerek, tüm diğer toplumsal birlik ve dayanışma biçimlerinin karşısına dikildi. 1980’lerde yeni sağ ile başlayarak günümüze kadar gelen süreçte izlenen neoliberal politikalar ulusal ve küresel çapta büyük bir toplumsal çözülme dinamiğini harekete geçirdi. İşte bu toplumsal çözülmenin derinliği karşısında şimdilerde ailecilik çok farklı biçimde yeniden gündeme geliyor.
Aile merkezli diriliş ütopyası
Bu kez, yeni ve güçlü bir aile ideali, hem bireyci piyasa dinamiklerine karşı birleştirici bir güç hem de kadınların ve LGBTİ+’ların tarihsel kazanımlarına karşı reaksiyoner bir tepki olarak ifade buluyor. Dahası, liberal demokratik fikir ve kurumlara karşı otoriter bir siyasal çağrının taşıyıcısı olarak da öne sürülüyor. 2010’dan itibaren öne çıkan ve şimdilerde küresel bir karşı-hareket halini almış olan “toplumsal cinsiyet karşıtı hareketler”, işte bu reaksiyonu ifade ediyorlar. Bu hareketlerin söylemlerinde ailecilik ile sağ popülist otoriterciliğin ve dinci faşist söylemlerin nasıl güçlü biçimde eklemlendiğini görebiliyoruz.
Dünyanın pek çok farklı ülkesinde ama çok benzer bir retorikle harekete geçen bu aktivisitler, “toplumsal cinsiyet ideolojisi” dedikleri bir şeye karşı mücadele ettiklerini savunuyorlar. “Toplumsal cinsiyet” kavramının kendisine, BM ve AB gibi küresel güçlerin benimsediği eşitlik politikalarına, üreme haklarına, özellikle LGBTİ+ haklarına (eşcinsel evlilikler, evlat edinme ve ayrımcı olmayan cinsel eğitimler gibi) karşı çıkmak üzere örgütleniyorlar. Tüm bunlar ailenin kökünü kurutup, etnik-milli varlığın bekasını tehlikeye atan büyük bir kötülük olarak kurgulanıyor.
Dahası, geleneksel cinsiyet rollerinin ve kadın-erkek ikilisine dayanan ikili cinsiyet rejiminin zayıflamış olması, insan türünün ve beşerî uygarlığın sonunu getirecek insan-ötesi bir distopyanın habercisi olarak mahkûm ediliyor. Kültürel yozlaşmaya ve yokoluşa dair demografik korkular karşısında öne sürülen bu aile merkezli diriliş ütopyası, bir yandan her tür devletçi, milliyetçi, ırkçı dışlamalarla, ötekileştirme ve nefret söylemleriyle, bir yandan da erkek egemen ve heteroseksist söylemlerle bezeniyor. Ama aynı zamanda aileyi, bir zamanlar Marx’ın dini konumlandırdığı yerde konumlandırıyor: Ruhsuz bir dünyanın ruhu, umutsuz bir insanlığın umudu olarak. Ve elbette, ne kadar inkâr edilse de “halkların afyonu” olarak işlev görüyor.
Bulunduğumuz yer neresi, nereye gidiyoruz?
O halde, bulunduğumuz yer neresi? Ve buradan nereye gidiyoruz? Bulunduğumuz durum, aileci ütopyaların bir semptom olarak tezahür ettiği ağır patolojik bir hale işaret ediyor. Patolojik birlik, organik bütünlük ve uyum saplantıları her zaman olduğu gibi şimdi de geri planda işlemekte olan çözülmelerin derinliğinden kaynaklanıyor. Ruhsal, toplumsal ve siyasal düzlemlerde çok farklı biçimleriyle hepimizi içine alan ama farklı biçimlerde etkileyen bir çözülme hali söz konusu. Bu postmodern hal, yakın zamana kadar, en azından toplumun belirli kesimleri tarafından eski, hantal ve baskıcı “modernist” yapıların çözüldüğü özgürleştirici bir süreç olarak deneyimlendi ve coşkuyla kutlandı.
Şimdilerde ise daha yaygın olarak “olduğumuz, bildiğimiz ve sahip olduğumuz her şeyi” yok etmekle tehdit eden bu duruma karşı coşkudan çok karamsarlık ve tepkiyi öne çıkaran anti-modernist duygulara zemin oluşturuyor. Çaresizlik, güçsüzlük, eziklik, yalnızlaşma, kontrol kaybı, iletişimsizlik, soğuma, uzaklaşma, hayatta kalmak için ölümüne rekabet, yokoluş kaygısı, düşmanlık, haset, nefret gibi en olumsuz duygular bireysel ve toplumsal bünyeyi sarıyor, sarsıyor ve parçalıyor. Aile ya da başkaca bir özsel çekirdek etrafında örülen birlik bütünlük projeleri, bu duruma bir çare olmak şöyle dursun, bu patolojinin bir semptomu olarak patolojimizi hem dışa vuruyor hem de kısmi ve sahte bir rahatlama sağlıyor. Ama asıl olarak, hastalığa yapışarak ve gerçek bir iyileşmeye direnç göstererek patolojik çözülme sürecini daha da derinleştiriyorlar.
Nasıl iyileşebiliriz?
Bunları saptadıktan sonra geriye yanıtlanması zor olan soru kalıyor: Peki nasıl iyileşebiliriz? Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine nasıl bir arada yaşayabiliriz? Bunun basit bir yanıtı yok elbette ama yanıtın aranacağı yer açık. Öncelikle derinlere gömülü olan tüm önyargı, düşmanlık ve nefret kaynaklarını açığa çıkarmak ve yüzleşmek lazım elbette. Ama acı verici tüm bu deneyimlerle başa çıkabilmek ve travmatik bir geçmişe saplanmadan önümüze bakabilmek için mevcut bütün sevgi, özen, sorumluluk, iletişim, dayanışma ve işbirliği bağlarını harekete geçirmek, onları canlandırmak ve onlardan güç devşirmek çok hayati bir önem kazanıyor.
Bunlar nerede ne kadar ve ne şekillerde bulunursa bulunsun; ister “geleneksel” denen aile formu içinde, ister aile dışında tüm çeşitliliği içinde var olan yakın ilişkilerde ve alternatif aile-hane ilişki formlarında olsun isterse de birbirini tanımayan “yabancılar” arasında kurulan hayali cemaatlerde olsun, onlara işaret edip, bulup çıkarıp, parlatıp büyütmemiz ve birbirleriyle temasa geçirmemiz gerekiyor. Henüz mevcut olmayan ama gelmekte olan bir aradalık biçimlerinin kapılarını aralamak ancak böyle mümkün olacak.
Proje hakkında"İyi Günde Kötü Günde: Bir Arada Yaşamak" podcast ve yazı serisi Hafıza Merkezi Berlin ve IPS İletişim Vakfı/bianet’in yürüttüğü bir proje kapsamında hazırlanıyor. Projenin koordinatörleri Hafıza Merkezi Berlin’den Özlem Kaya ve IPS İletişim Vakfı’ndan Öznur Subaşı, proje danışmanı Özgür Sevgi Göral, proje editörü ise Müge Karahan. "Bir arada yaşam” konusunu odağına alan seride aile, ceza, korku, nefret, yaratıcılık, ırkçılık, hafıza, yalan, antroposen ve arkadaşlık temaları ele alınacak. Bölümler on beş günde bir salı günleri yayınlanacak. |
(AÖZ/SO/NÖ)