*Fotoğraf: Meltem Ulusoy / csgorselarsiv.org
Haberin Kürtçesi / İngilizcesi için tıklayın
|
Bir arada yaşamak konusunu farklı temalarla ilişki kurarak ele aldığımız “İyi Günde Kötü Günde: Bir Arada Yaşamak” projesinin ceza başlıklı yazısında cezasızlık rejimini sahadaki avukatların fikirlerine başvurarak, mahkeme salonlarından izlenimlerle değerlendirmek istedik.
İyi Günde Kötü Günde’nin bölümlerini podcast platformlarından dinleyebilirsiniz: Spotify, ApplePodcast, Youtube
Farklı davalarla ilgilenen altı avukata şu soruyu yönelttik: "Takip ettiğiniz dosyalarda yargı kurumu bir bütün olarak faile karşı nasıl bir tutum izliyor? Türkiye’deki cezasızlık kavramına dair ne söylerseniz?"
Avukatlar Kerem Dikmen, Berrin Demir, Emel Ataktürk, Fatoş Hacıvelioğlu, Tugay Bek ve Veysel Vesek takip ettikleri davalarda cezasızlık politikalarının nasıl işlediğini, bazı vakalarda öne çıkan ortak noktaları, cezasızlık kalkanının açtığı yaraları, bu anlamda yürütülen mücadeleyi değerlendirdiler.
“Lubunyaya karşı suç işlenince devlet daha hoşgörülü”
Avukat Kerem Dikmen: LGBTİ+ davalarında cezasızlık
Yargı kurumu denince ne gelir akla? Karakol, savcılık, sorgu hâkimi, mahkeme… Hepsi bir bütünün parçası. Yurttaş, adalet dağıtacağını umarak buralara başvurur. Çünkü insanların yazılı olmayan bir sözleşme yaptığı, bu sözleşme ile yargılama ve güç kullanma yetkisini devlet denen mekanizmaya devrettiği anlatılmıştır onlara. Yani aslında yetki kendisinindir, devlet onun adına kullanır. Ama başvuran, adalet beklentisini dile getiren bir LGBTİ+ olunca işin kimyası değişir. Lubunya* şikâyetçi koltuğundadır ama şüpheliye sorulması gereken soruları yanıtlarken bulur kendini. Neden o saatte oradadır, neden sosyal medyada öyle paylaşım yapmıştır, failin böyle yapacağı zaten belli değil midir, biraz alttan alsa olmaz mıdır? Lubunya bıçaklanmıştır, dövülmüştür, öldürülmüştür. Bir biçimde mahkeme salonuna ulaşır. Aile çoğunlukla ona destek olmaz. Sivil toplumun davaya katılma isteği de hep reddedilir, yalnızdır. Önceden tek tek insanlara anlattığı derdini bu defa başkalarının önünde hâkimlere anlatması gerekir. Sırtındaki farazi yükün psikolojisi öyle ağırdır ki, şikâyetçi sandalyesinden kalkıp sanık sandalyesine oturmasına ramak kalmıştır. Bu defa sanık şüpheden daha çok yararlanır. Hatta savcı da yararlanır. Hayret, savcı onun yanında değil miydi? Herkes hafifletici nedenlere yoğunlaşmıştır. Lubunya öldürülürken tecavüze mi uğramış, eziyet mi edilmiş, nefret mağduru mu olmuş? Hüküm verilir ama “normal” olana karşı işlenen suça verilen ceza ile bariz fark vardır. Toplumda, lubunyaya karşı suç işlenmesi durumunda devletin daha hoşgörülü olduğu fikri güçlenmiştir. Sanık ceza almıştır belki ama tahliye yakındır. Şartlı tahliye, açık infaz, denetimli serbestlik, kısmi af. Bir yolu bulunur elbet.
“Yargılamalar suç işlenmesini önleyemeyecek kadar etkisiz”
Avukat Berrin Demir: İş cinayetlerinde cezasızlık işleyişi
Türkiye’de iş cinayeti nedeniyle hayatını kaybeden işçinin ölümünden sorumlu kişiler hakkında kamu davası açılır. Ülkemizde iş cinayetlerinin büyük çoğunluğu, TCK 21/2’de[1] tanımlanan olası kast suçu kapsamına girdiği halde sorumlulara basit taksirden ceza verilir. Örneğin BEDAŞ işçisi Erkan Keleş, 10 Eylül 2010’da İstanbul Arnavutköy’de meydana gelen bir elektrik arızasını gidermek için çalışmaya gönderildi, yüksek gerilim hattında elektriğe kapılarak hayatını kaybetti. Çok tehlikeli iş sınıfı olan yüksek gerilim hattında çalışılabilmesi için izole eldiven, izole çizme, ıstanka gibi malzemeler olmazsa olmaz iş güvenliği araçlarıdır. Bu malzemeler olmadan Erkan Keleş’in yüksek gerilime tamirata gönderilmesi, açıkça olası kasttır. Tüm sorumluların olası kasttan ceza almaları gerekir. Hal böyleyken Erkan Keleş için ceza davası bile ölümünden ancak üç yıl sonra açılabildi. İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen dava, bütün aşamalar tüketilerek 13 Mart 2018’de sona erdi. Mahkeme sanıklara en düşük cezaları verebileceği TCK 85/1’den 4’er yıl 2’şer ay ceza verdi. 30 bin ila 60 bin TL’lik adli para cezalarına çevirdiği cezaları da sanıkları mağdur etmemek için 24 taksite böldü. Bilindiği üzere bu para cezaları devlet kasasına gidiyor. Ailenin maddi manevi tazminat davasıysa şu anda Yargıtay’da.
Yargılamaların suç işlenmesini önleyemeyecek kadar etkisiz olması, yıllara yayılarak sürmesi, karar mekanizmalarında olan işverenlerin etkin yargılanmaması, çoğunlukla işveren temsilcisi diye tanımlanan ilk basamak yöneticiler, İSİG uzmanları, müdürler, işçiler, ustalar gibi işin işleyişi ve iş güvenliğinin sağlanması için bütçe yaratıp tedbirleri uygulatma yetkisi olmayan alt kademeden kişilerin cezalandırılması, cezalarınsa adli para cezasına çevrilip taksite bağlanması bir ceza sistemini değil, cezasızlık sistemini işaret eder. Hal böyleyken işveren iş güvenliği kurallarını sağlamak için maliyete katlanmak istemez. İşin yürütülmesini yavaşlatan unsurlar olarak gördüğü tedbirleri uygulamaktan imtina eder. İşyerlerinde iş güvenliği kurallarına uyulup uyulmadığını denetleyecek etkin mekanizmaların olmaması, iş kazaları için açılan kamu davalarından en fazla para cezası çıkması gibi hususları da göz önünde bulunduran işveren, iş güvenliği tedbirlerini sağlamak için herhangi bir çaba göstermez. Bu işleyiş ve cezasızlık sisteminin iş cinayetlerini azaltamayacağı, yeni iş cinayetlerine davetiye çıkaracağı açıktır.
“Cezasızlık başka suçların işlenmesine davetiye çıkarır”
Avukat Emel Ataktürk: Cezasızlık davalarının ortak özellikleri
Cezasızlık bir suçun faillerinin soruşturulmasına, yargılanmasına, cezalandırılmasına ve cezaların infazına ilişkin her türlü hukuki ve fiili engeli tarif etmek için kullanılan bir kavram.
Cezasızlıktan söz ettiğimizde daima devletin sorumluluklarıyla ilgili bir alandan bahsederiz. Yani o suç ya da ihlal alanı her ne ise o alandaki failleri soruşturmayan, yargılamayan, cezalandırmayan ya da af vb. uygulamalarla cezaları infaz etmeyen ve böylece doğrudan ya da dolaylı yollarla failleri koruyan kollayan devletin sorumluluğundan. Aslında cezasızlık dediğimiz mesele de hep düşünüldüğünün aksine yalnızca siyasal muhaliflere yönelik insan hakları ihlallerinde değil etnik veya dini azınlıklara, kadınlara, çocuklara, LGBTİ+ bireylere yönelen hak ihlallerinde, nefret suçlarında veya doğaya/çevreye karşı işlenen suçlar gibi çok daha geniş bir alanda tezahür eder.
Elbette farklı alanlardaki cezasızlık pratikleri farklı özellikler gösterebilir ama tüm alanları kesen ortak özellikler olduğu kuşkusuz ve şunu söylemek rahatlıkla mümkün: Türk, beyaz, Müslüman, Sünni ve erkek olanlar cezasızlık politikalarından da en az etkilenen kesimlerken cezasızlık politikalarından en çok etkilenenlerse bu hattın dışındaki herkestir yani Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Aleviler, kadınlar, çocuklar, LGBTİ+ bireyler… İnsan hakları savunucusu bir avukat olarak yıllardır girdiğim bütün davalarda hep aynı şeylere tanık oldum: Failler daima korunur kollanır, yerleri yurtları belliyken adresleri nedense bir türlü bulunamaz, hepsi tutuksuz yargılanır, mümkün olabilen en minimum cezalara çarptırılırlar ve o cezalar da zaten infaz edilmez. Bu koruma kalkanı mağdurları alabildiğine yaraladığı gibi uzun vadede de daima başka suçların işlenmesine davetiye çıkarır. Bu nedenle hep söylediğimiz gibi cezasızlıkla mücadele sadece mağdurları değil hepimizi ilgilendiren ve her zaman kolektif boyutları olan toplumsal bir meseledir.
“Cezasızlık arttıkça kadın cinayetleri, taciz, tecavüz artıyor”
Avukat Fatoş Hacıvelioğlu: Kadın cinayetlerinde cezasızlığın farklı yüzleri
Türkiye’de kadına yönelik şiddet ve kadın cinayeti davalarında cezasızlık politikasının arkasında yatan temel dinamik, tüm toplumsal kurumları biçimlendiren patriyarkal sistemin yasalarda, karakollarda ve mahkemelerde kendini güçlendirerek var etmesi ile ilgili. Kadınların yaşadıkları sistematik şiddet ve bu sistematik şiddete karşı başvurdukları mekanizmalarda kendini tekrar eden bir cezasızlık politikası hâkim. Tüm zorluklara rağmen yargıya başvurabilmiş kadınların, etkin ve önleyici tedbirler uygulanmadığı için sonuçsuz kalan başvuruları, etkin bir şekilde uygulanmayan koruma tedbirleri, yargılamada fail erkelere ya hiç ceza verilmemesi ya verilen cezalarda ciddi indirimlerin uygulanması, faillerin tutuklanmaması gibi uygulamalar kadınlara karşı işlenen suçların cezasızlıkla sonuçlanmasına yol açıyor. Cezasızlık arttıkça kadın cinayetleri, taciz, tecavüz artıyor. Kadına yönelik şiddet ve kadın cinayeti dosyalarında “cezasızlık politikası”nın bir diğer yüzünü de meşru müdafaa halinde hayatını savunan kadınlara verilen ağır cezalar oluşturuyor. Yani etkin bir şekilde mücadele edilemeyen kadına yönelik şiddet sonrasında kadınlar hayatlarını savunmak zorunda kalıyor ve bu cezasızlığın sonucu kadınlar kendi hayatlarını savundukları için yüksek hapis cezaları alıyor. Sistematik şiddete maruz kalan, öldürmekten başka çare bulamayan kadınların eyleminin meşru müdafaa sayılmaması bu cezasızlık politikasının bir sonucu. Erkeklerin fail olduğu “kadın cinayetleri” ile kadınların ölmemek için öldürmek zorunda kaldıkları cinayetlerin ortak noktası var: Sistematik erkek şiddeti. Sistematik şiddet yok sayılarak ya da meşru müdafaa için yeterli görülmeyerek cezasızlığın nasıl da cinsiyetçi biçimde işlediğini gösteriyor.
Yakın zamanda Hatice Kaçmaz’ın öldürüldüğü dosyada evlilik teklifi reddedilen sanık erkeğin anlık bir “duygusal çöküntü” yaşamış olabileceği, dolayısıyla tasarlayarak öldürmediğine dair bir karar verildi. Burada hâkim kendini failin yerine koyarak hukuki olmaktan uzak erkek dayanışmasına, empatiye dayalı bir karar veriyor. Patriyarkal yargının fail erkeklere ödülü alt sınırdan verilen hapis cezaları, açıkça erkek şiddetinin meşrulaştırılması demek olan “haksız tahrik” ve “iyi hal” indirimleri oluyor ancak aynı patriyarkal yargı fail kadın olduğunda verilebilecek en yüksek cezayı veriyor. Nevin Yıldırım’a bırakalım “haksız tahrik” indirimini, mahkemede hafif gülümsemesi sebebiyle “iyi hal” indirimi bile uygulanmadan müebbet hapis cezası verilmesi, bunun en çarpıcı örneği. Yakın zamanda Çilem Doğan’ın meşru müdafaa uygulanması gereken dosyasında Yargıtay’ın 15 yıl hapis cezasını onaması da bir başka örnek. Bugüne kadar feministler kadına yönelik şiddet ve kadın cinayeti dosyalarında erkeklik indirimi olarak uygulanan cezasızlığın temel argümanlarını oluşturan “haksız tahrik” ve “iyi hal” indirimine dair cinsiyetçi kararları ifşa ederek, izleyerek, kamuoyu oluşturarak önemli bir mücadele verdi. Ancak İstanbul Sözleşmesi’nin feshiyle birlikte kadına yönelik şiddet davalarında cezasızlığa dair en etkili yaptırım ve denetleme aracı ortadan kaldırılmış oldu ki bu da giderek daha fazla cezasızlığa yol açacak.
“Ali El Hemdan davası cezasızlıkla mücadelede önemli bir kazanım”
Avukat Tugay Bek: Mültecilerin karşı karşıya kaldığı cezasızlık
Adana’da yaşayan Suriyeli Ali El Hemdan, 27 Nisan 2020’de Covid-19 tedbirleri kapsamında ilan edilen sokağa çıkma yasağını ihlal edenlere para cezası yazmakla görevlendirilmiş bir polis tarafından vurularak öldürüldü. Polis memuru klişe bir savunmayı tekrar etti: “Dur ihtarına uymadığı için peşinden koştum. Ayağım sendeledi. Düşünce elimdeki silah patladı. Ateş etmek, öldürmek gibi bir niyetim yoktu.” 2007-2020 yılları arası 406 insanı “dur ihtarına uymadığı” gerekçesi ile öldüren polislerin her biri buna benzer savunmalar yaparak ceza almaktan kurtulmuştu. Cinayet mahallini gören bir güvenlik kamerasında “Polis memuru Fatih Karaca’nın yüzü kendisine dönük, elleri havada olan Ali El Hemdan’ı soğukkanlı bir şekilde 15 metre mesafeden kalbinde vurduğu” görülüyordu. Ali El Hemdan’ın öldürüldüğünde üzerinde bulunan tişörtü ve atleti incelenmek üzere Adana Kriminal Polis Laboratuvarı’na gönderildi. Polis Kriminal Laboratuvarı tişörtün göğüs hizasında bulunan deliğe bakıp, “aşağıdan yukarıya doğru gelen seken mermi çekirdeğinin ölüme neden olduğu” şeklinde sahte rapor verdi. Mahkemenin bu raporu doğru kabul etmesi halinde yere ya da havaya yapılan ateş sonucu seken bir merminin ölüme neden olması nedeni ile Ali El Hemdan’ın katili ceza almaktan kurtulabilecekti. Rapor, güvenlik kamerası kayıtları ve tanık anlatımları ile uyumlu olmadığından Cumhuriyet Savcılığı, Adli Tıp Kurumu İhtisas Dairesi’nden yeni bir rapor istedi.
Sahte rapor düzenleyen Kriminal Polis Laboratuvarı uzmanları, görevlerinin başında çalışmaya devam ediyor. Mülkiye Müfettişi raporuna rağmen sorumlular hakkında soruşturma açılmadı. Dönemin Adana İl Emniyet Müdürü Zafer Aktaş, terfi ettirilerek İstanbul İl Emniyet Müdürlüğüne atandı. Adana Valisi olan Mahmut Demirtaş, Mardin Valisi olarak görevlendirildi. Bütün bu olumsuz tabloya rağmen yargı süreci, insan hakları savunucuları ve “cezasızlıkla mücadele edenler” için umut verici bir şekilde sonuçlandı. Ali El Hemdan’ı öldüren polis memuruna “kasten insan öldürmek” suçundan 25 yıl hapis cezası verilmesiyle cezasızlıkla mücadelede önemli kazanım gerçekleşmiş oldu.
“Mahkemeler, sanıkları mağdur gözüyle değerlendiriyor”
Avukat Veysel Vesek: Güvenlik güçlerinin yargılandığı davalarda cezasızlık
Ben Diyarbakır, Şırnak ve Mardin Barolarına kayıtlı olduğum 18 yıllık sürede güvenlik güçlerinin sanık olarak yargılandığı pek çok davada mağdur vekilliği yaptım. Eski Cizre İlçe Jandarma Komutanı Cemal Temizöz’ün, korucubaşı ve itirafçıların yargılandığı Cizre JİTEM davasında yapılan 51 duruşmada sanıklara tanınan tolerans, işi mağdur avukatlarını tehdit etmeye kadar götürdü. Tutuklu yargılanan C.T, Kamil Atağ ve Adem Yakin dosyayla ilgili olmayan hemen her konuda görüş bildirerek saatlerce konuştular ve sanıkların sözü hiç kesilmedi. Oysa diğer davalarda dava dosyasındaki en ufak sapmada sanıkların sözü kesilirdi ya da mikrofon kapatılırdı. Kamu görevlilerinin yargılandığı ağır insan hakları ihlali davalarında, sanıklar gerçek anlamda heyetlerce itham edilmediler. Ağır Ceza Mahkemesi başkanları, mağdur beyanı alır gibi sorgu yaptı. Soruları sordukları için sanki mahcuptular. Sanıklar asla suçlamaya karşı savunma yapma durumuna getirilmediler. Tutuksuz sanıklar, genellikle bir iki celse sonra vareste tutuldular. Oysa Cizre JİTEM davasında 20 cinayet söz konusuydu. Bu tür yargılamalarda tutuklu sanıklar duruşma arasında aileleriyle rahatça görüşüp dertleşebiliyorlardı. Oysa başka dosyalarda jandarma sanıkların avukatlarıyla konuşmasını dahi engelleniyordu. Sanıklar mahkeme dahil herkesi bir şekilde itham edebildiler. Mahkeme heyetleri birçok kişiyi itham eden sanıklara müdahale etmediler.
Bir diğer faili meçhul cinayet dosyası olan ve Mardin’den Çorum 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ne nakledilen ve General Musa Çitil’in yargılandığı dosyada sanık, duruşmada mahcuptu fakat heyet neredeyse sanığı itham bile etmedi. Sanığın mağdur olacağı düşüncesiyle dava yerelde ve Yargıtay’da jet hızıyla bitirildi. Zira sanık için terfi dönemiydi. Kısacası bu davalarda mahkeme heyetleri sanıkları mağdur gözüyle değerlendiriyor.
İyi Günde Kötü Günde yazı dizisi
1 - Aile: İyi günde kötü günde... / Alev Özkazanç
[1] (TCK 21/2) Olası kast, yani fail suçun kanuni tanımındaki unsurlarının gerçekleşebileceğini öngörür, neticenin gerçekleşmesini göze alarak, halk arasında dendiği gibi “Olursa olsun” umursamazlığıyla fiili işler. Bu durumda ceza daha ağır olacaktır.
*Lubunya: LGBTİ+ dilinde "LGBTİ+"
Proje hakkında"İyi Günde Kötü Günde: Bir Arada Yaşamak" podcast ve yazı serisi Hafıza Merkezi Berlin ve IPS İletişim Vakfı/bianet’in yürüttüğü bir proje kapsamında hazırlanıyor. Projenin koordinatörleri Hafıza Merkezi Berlin’den Özlem Kaya ve IPS İletişim Vakfı’ndan Öznur Subaşı, proje danışmanı Özgür Sevgi Göral, proje editörü ise Müge Karahan. "Bir arada yaşam” konusunu odağına alan seride aile, ceza, korku, nefret, yaratıcılık, ırkçılık, hafıza, yalan, antroposen ve arkadaşlık temaları ele alınacak. Bölümler on beş günde bir salı günleri yayınlanacak. |
(SO/NÖ)