*Fotoğraf: Taçlı Yazıcıoğlu
Müsilaj sorunu Marmara Denizi’ni sarmış durumda. Bu sorun en başta kirletme olmak üzere, birbirini besleyen bir dizi sorunun bir sonucu.
Meseleyi henüz okumamış olanlar için bu sorunun nasıl ortaya çıktığını, Marmara Denizi’nin geçmişten günümüze nasıl kirletildiğini ele alan iki yazı önereceğim.
Yazılardan ilki Doç. Dr. Sedat Gündoğdu’ya ait ve neleri kaybettiğimizi (ve artık yerine tekrar koyamayacağımızı) hatırlatan, bir deniz göz göre göre bu ölçüde nasıl harap edilir sorusuna yanıtlar içeren “Marmara’da anlatılan, gelecek nesillere bıraktığımız talanın hikayesi” başlığını taşıyor.
Diğer yazı ise gazeteci Seçil Türkkan tarafından yazılan ve müsilaj meselesinde etkili olan faktörleri, meselenin geçmişini de ihmal etmeden ve ilgili kaynaklara da atıf yaparak ele alan “Bir sonuç olarak müsilaj: İklim değişikliği eylem planı için fırsat olabilir mi?” başlıklı yazı.
Geçtiğimiz hafta bianet’te yer alan yazımda Marmara Denizi’ndeki müsilaj sorununun bir halk sağlığı sorununa yol açabileceğini belirtmiştim. Yazıya bazı eleştiriler geldi. Bu yazıda eleştirilere yanıt vermeye çalışacağım.
Eleştirilerden ilki meselenin abartıldığı, denizdeki kirliliğinin bir kolera salgınına yol açmasının pek de olanaklı olmadığı şeklinde.
Abartılı bir sorunun içindeyiz
Marmara Deniz ekosistemindeki çökme halinin, olağanüstü büyüklükte bir sorun olduğunu düşünüyorum. Bir başka deyişle son derece “abartılı” bir sorunun içindeyiz zaten. Abartılı bir sorun, beklenmedik ve abartılı sorunlara yol açabilir mi? Açabilir.
Marmara Denizi ekosistemi denize derin deşarj yöntemi ile atılan atıklarla çökertildi.
Kirlilik yükünün azaltılması ile zaman içinde deniz temizlenebilse bile artık yeni bir ekosistemle karşı karşıya olacağımızı, eskiye dönüş olmayacağını bilmek gerekiyor. Kirliliği azaltmaya yönelik girişimler yapılsa bile mevcut durumun en az 5-6 yıl boyunca devam edeceği vurgulanıyor. Dolayısıyla mevcut sorunla yıllar boyunca uğraşmak zorunda kalacağımız apaçık gerçeklerden biri.
Bu durumda gerçekleşmesi olası yeni sorunlar üzerine düşünmek ya da başka neler olabileceğine kafa yormak akıllıcadır.
Bu olası sorunlardan biri de salgın hastalıklara ilişkin risklerin artmış olmasıdır.
Sorunlar birbirine bağlı
Bir önceki yazımda müsilajın çeşitli hastalık etkenlerine ev sahipliği yapabilecek bir ortam oluşturduğunu ve bu durumun bir salgına, örneğin kolera salgınına yol açabileceğini yazmıştım. Ancak burada temel meselenin müsilaj değil artık çok büyük ölçüde değişmiş Marmara Denizi ekosistemi olduğunu tekrar hatırlatmak istiyorum. Mesele sadece müsilajda bulunan hastalık etkenleri ile sınırlı değil. Müsilaj yıkıma uğratılmış bir ekosistemin açığa çıkardığı sorunlardan biri sadece. Asıl mesele tahrip edilmiş, çökmüş bir ekosistemle karşı karşıya olmamızdır.
Bir ekosistemin ağır şekilde tahrip edilmesi, kirletilmesi ya da değişikliğe uğratılması bakteriler ve virüsler gibi hastalık etkenlerinin toplumsal hayata sıçramasını kolaylaştırır.
Hastalıklara yol açan bakteriler, çevresel baskılara (örneğin ekosistem değişimi-çöküşü gibi) yanıt olarak hızla evrimleşmek için mekanizmalar geliştirmiştir. Bu hızlı değişiklikler genellikle pandemik potansiyeli olan yeni hastalık etkenlerinin ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Esasen bir kural olarak ekosistemlerdeki altüst oluşların hastalık etkenlerinin insan toplulukları içindeki yayılımını kolaylaştırdığını söylemek olanaklıdır. Bu çerçeveden baktığımızda, kolera salgını dikkate alınması gereken sorunlardan sadece biridir.
Basitçe şunu söylemeye çalışıyorum: Müsilaj hiçbir hastalık yapıcı etken içermese bile (ki öyle değil) artık büyük ölçüde çökmüş bir deniz ekosistemi nedeniyle ortada halk sağlığı, biyolojik çeşitlilik kaybı, gıda güvenliği vb. açısından kolayca giderilemeyecek büyük sorunlar var. Üstelik karşımıza çıkacak sorunları kısmen bilebileceğimizi, büyük ölçüde belirsiz bir durumla karşı karşıya olduğumuzu da düşünüyorum. Buna ek olarak, büyük ölçekli felaket durumlarında siyasal iktidar ve toplumsal organizasyon biçimlerinin de felaketi büyüten bir işlev görebileceğini dikkate almak gerekiyor. Örneğin yapılması halinde Marmara Denizi’ndeki yıkımı derinleştirecek Kanal İstanbul projesinden söz eden bir siyasal iktidar var hala. Dolayısıyla hem mevcut ve hem de gerçekleşmesi olası bütün meselelerin kamusal tartışmalara açılması doğru bir yaklaşımdır.
Kolera bakterisi sulara nasıl bulaşabilir?
Yazdığım yazıya gelen ikinci eleştiri ise kolera bakterisinin bir salgına yol açabilmesi için deniz ekosistemlerinden gıdalara (su ürünleri) ya da su varlıklarına bulaşmasının gerekli olduğu, ama bu bulaşmanın mümkün olmadığı şeklindeydi.
Bazı su ürünleri örneğin bazı balıklar ve kabuklular kolera bakterisi ile bulaşık olabilir. İyi pişirilmeyen ve içinde yeterli sayıda canlı bakteri bulunan gıda ürünlerinin yenilmesi ya da kolera bakterisi ile bulaşık suların içilmesi durumunda hastalık tablosu açığa çıkacaktır. Kirli bir denizden elde edilen gıda ürünlerinin koleraya yol açabileceği bilinmektedir. Ancak deniz ekosistemlerindeki kolera bakterisinin su kaynaklarına bulaşma mekanizması tam olarak açıklığa kavuşmamıştır.
Bangladeş’deki Sundarbans gibi deniz suyunun içme sularına kolayca karışabildiği kıyı ekosistemlerinde kolera salgınlarının sık sık gözlendiği uzun yıllardır biliniyor. Henüz açıklığa kavuşmayan mesele ise kolera bakterisi içeren deniz suyunun doğrudan erişiminin olmadığı, kıyıdan uzakta bulunan su kaynaklarının kolera mikrobu ile nasıl bulaşık hale geldiğidir. Elbette ilk akla gelen faktör hasta bir insanın dışkısının su kaynaklarına bulaşmasıdır. Ancak burada hasta bir insandan bulaşma olasılığını paranteze alıp çevresel faktörlere değineceğim.
İstanbul’un kendine özgü çevresel faktörlerinin sulara kolera bakterisini bulaştıracak özelliklere sahip olduğunu öne süreceğim.
Yapılan çalışmalar deniz kuşlarının ve göçmen su kuşlarının kolera bakterisini karaların iç kesimlerindeki yer üstü (göl, baraj, akarsu) su kaynaklarına bulaştırabileceğine ve koruyucu önlemlerin yetersiz kalması durumunda bir salgın hastalığın başlayabileceğine işaret ediyor.
Biriken kanıtlar, bazı su kuşu türlerinin kolera bakterisinin potansiyel taşıyıcıları olduğunu gösteriyor. Göçmen su kuşlarının kolera bakterisinin yayılımında rol oynadığı hipotezi uzun zamandır tartışılıyor. Mısır’da Nil Nehri ekosistemi üzerinde yapılan bir çalışmada su kuşlarının farklı çevresel ortamlar arasında kolera bakterisinin taşınmasına aracılık ettikleri belirtilmiştir. Aynı çalışmada, Nil Nehri yakınlarında bulunan etlik piliç, ördek ve hindi çiftliklerinden toplanan örnekler üzerinde yapılan analizlerde kolera bakterisinin su kuşlarından çiftlik hayvanlarına aktarılabildiği de belirlenmiştir.
Bu bulgular olası bir salgın riskini dikkate almayı gerektirir. Riskin düşük olması önlem almamaya gerekçe oluşturamaz.
Kolera paradigması ekosisteme bir bakış açısıdır
Kolera bakterisi salgın hastalıklar, insani faaliyetler ve çevre ilişkisi üzerine en fazla çalışma yapılan (kolera paradigması) bakterilerin başında geliyor. Bir başka deyişle kolera bakterisinin çevrede nasıl hayatta kaldığı, ilişkileri, nasıl evrimleştiği ve hangi yollarla insan organizması ile etkileşime geçtiği konusunun anlaşılması, salgın hastalıklara yönelik çalışmaların odağında yer alan konulardan biri. Ancak, onca akademik çalışmaya karşın hastalığı resmetmemizi sağlayacak ilişkiler bütününü anlama noktasından hala çok uzak olduğumuz da akademik yayınlarda sıklıkla vurgulanır. Uzağız, çünkü canlı türlerinin hem çevreyle ve hem de çevredeki diğer canlı türleriyle olan ilişkileri olağanüstü karmaşık bir görünüm arz ediyor. Bu karmaşıklığı ekolojik bir yıkıma yol açarak basitleştiren insani faaliyetler ise ateşle oynamak anlamına geliyor.
Doğayı basitleştirmek problem yaratır. Salgın hastalıklar bu problemlerden sadece biridir. Biyolojik çeşitliliği korumak ve canlıların doğal habitatlarını yıkıma uğratmamak bu nedenle çok önemli. Bu sadece Marmara Denizi için değil sulak alanlar, ormanlar gibi zengin bir tür çeşitliliğine ve ilişkiler ağına sahip her türlü ekosistem için geçerli.
Bu noktada, Marmara Denizi’ndeki ekosistemi oluşturan canlı türlerinin kırıma uğratan kirlilik meselesi üzerinde bir kez daha düşünelim şimdi. Umarım temel meselenin salgın olmadığını, salgının açığa çıkması olası sorunlardan sadece biri olduğunu ve deniz ekosistemindeki çöküşün bizi bir dizi ve bazıları önceden görülmemiş sorunla baş başa bırakacağı anlatabilmişimdir.
Martılar, göçmen kuşlar ve İstanbul
İstanbul, martılar ve göçmen kuşlar açısından zengin bir yerleşim bölgesi. Bir salgın hastalık riski kuşlara bakışımızı olumsuz etkilememeli. Sonuçta COVID-19 salgınında da gördüğümüz gibi, salgına yol açan durumlara genellikle insani faaliyetler yol açıyor.
İstanbul kentinin siluetine, eşsizliğine büyük katkı sunan, olmazsa olmazlarından martıları, göçmen kuşları düşman bellemeyelim.
Martılar martılıklarını yapacak ve dibimize kadar sokulup vapur kenarlarından atılan simitleri yiyecek; göçmen kuşlar İstanbul semalarından yol alacak.
Akıllıca davranmayan ve denizi kirletip hayatı bütün canlılar için çekilmez kılan biz insanlarız.
Bu büyük sorunda hepimizin payı eşit değil elbette. En büyük pay geçmiş siyasal iktidarların (merkezi hükümet ve yerel yönetimler) onca uyarıya rağmen aldıkları yıkıcı kararlarda. Uzağa gitmeyelim, sadece birkaç ay önce Ergene havzasının atıklarının derin deniz deşarjı yöntemiyle Marmara Denizine verilmesi süreci başladı. Siyasal iktidarın mensupları bu garabeti kamuoyuna büyük bir müjde olarak sundu. Oysa bu uygulamanın Marmara Denizi’nde büyük sorunlara yol açacağı pek çok kez dile getirilmişti. Uyarıları görmezlikten gelme, bilimle inatlaşma halini çok ağır bir çevre yıkımına yol açacak Kanal İstanbul projesinde de görmek mümkün.
Yanlışın neresinden dönülse yeğdir. Çözüm önerilerine önceki yazımda yer vermiştim. Kısaca şunu söyleyebilirim: Bir an önce bir koruma ve onarım programını yürürlüğe sokmak gerekiyor.
Salgın hastalık ve kirli gıda ürünlerinden kaynaklanabilecek gıda güvenliği risklerini bertaraf etmek konusunda da yapılacak şeyler var. Su ürünlerini tüketmeye ara vermek gerekli. Su kaynaklarını çeşitli hastalık etkenlerinin bulaşması açısından koruma altına almak rutin olarak yapılması gereken işlerden biri zaten. Bu amaçla yapılan kontrollerin sıklığını arttırmak, kentin su şebekesine verilen sularda dezenfeksiyon işlemlerini daha büyük bir dikkatle yapmak olası bir salgından yeterli koruma sağlayacaktır.
(BŞ/NÖ)