Asık suratlı, gri gökyüzünde dans eden yağmur damlacıklarının havalandırmanın betonuna çarparken çıkardığı gürültü kulaklarımı esir aldı.
Bahar o yaz aylarının cıvıl cıvıl, güleç yağmurlarının aksine, kış aylarının gri soğuk yağmurları hapishaneyi daha bir kasvetli hale getirip çirkinleştiriyor.
Çıkardığı gürültüyle, hafta sonlarının ölüm sessizliğini kuşanmış hapishanenin bu sessizliğine meydan okusa da yağmur soğukla birleşince hakikatten koğuş ortamını daha bir sıkıcı çekilmez kılıyor.
Böyle zamanlarda üç güzel seçenekten birini tercih etmek gerektiğini düşünüyorum:
Ya battaniyenin altına sığınıp roman okursunuz.
Ya battaniyenin sıcaklığına kendinizi bırakıp uyumayı tercih edersiniz.
Ya da şu an benim yaptığım gibi sessizce birilerini masanıza veya ranzanıza konuk edersiniz.
Kandıra 2 Nolu T Tipi Hapishanesi D-6 sakinlerinden genç koğuşdaşlarım Ayla ve Mürvet'i hatırlar mısınız bilmem.
4 Temmuz'da Gebze'ye gelişimizden bir hafta sonra 3. Yargı Paketi'yle tahliye olmuşlardı.
Bu hafta her ikisinden de mektup aldım.
Üstelik yazacaklarından tam ümidi kesmek üzereydim ki, çıka geldi bizimkiler.
Sıcak, içten, sevgi dolu, özlem yüklü satırların arasına iliştirilmiş yumuşak iğneleriyle hakikatten çok sevindirdiler beni.
Hapishanelerde tanık olduğum kadarıyla değişmeyen sohbet konularından biridir tahliye olanların mektup yazacaklarına, koli göndereceklerine dair verdikleri sözler.
Ve bu sözlerin hapishane kapısından çıkar çıkmaz unutulduğuna dair örnekler.
Hatta bazılarının sırf bu sohbetler nedeniyle çıkar çıkmaz koli ve mektup gönderdiğini biliyorum.
Bütün bunlar bir bakıma vefa ya da vefasızlığın göstergesi gibi görünür geride kalanlara.
Ol sebepten bugüne kadar kendi adıma bu tür sohbetlerde "bir gün tahliye olursam" diye başlayan ve "hapishanede kalan arkadaşlarım için şunları şunları yapacağım" diye devam eden cümleler kurmamaya özen gösterdim, gösteriyorum.
Olur da verdiğim sözleri yerine getiremezsem diye!
Bu türden planlarımı hep kendime sakladım, saklıyorum.
Esasında gidenlere ya da gidecek olanlara sitem yüklü; "yazmazsınız, şimdiye kadar mutlaka arayıp sorarız, yazarız diyenleri çok gördük!" diyen eski mapuslar da.
Bu genellemeye dahil edilmeye tepki gösterip, itiraz eden taze ve tahliye bekleyen mahpuslar da kendi durdukları noktadan haklılar.
Çünkü eski mahpuslar birer demirbaş olarak özellikle de hüküm ve tutukevi statüsünde olan hapishanelerde kalanlar, kısa süreli mahpusların verdiği sözleri ve sonuçlarını, bırakalım düzenli yazmayı, arayıp sormayı çıktıktan sonra gidenin tahliye esnasında neler yaşadığına dair merak ve kaygılarını giderebilecek bir faks bile çekmeyenleri fazlarıyla gördüklerinden böyle bir genellemeye gitme hakkını kendilerinde görüyorlar.
Gitmeyi bekleyen ya da gidecek olan için ise, bu dokundurtmalar, genellemeler kocaman bir haksızlık gibi görünür.
Bu nedenle genelleme yapmak da, büyük sözler sarfetmek de pek gerekli değil.
Zira hapishanede kısa süre kalıp gidenlerin de, uzun süre mapusluğun ardından çıkanların da pratikleri hiç birbirine benzemiyor.
Tabii sözün geldiği bu noktada yedi yıllık mahpusluğun ardından Kandıra'daki koğuşdaşım Hatice Şahin'i (Xece) ve kırk günlük tutsaklığın sonunda Gebze'den sokaklara uğurladığımız sevgili Mehtap'ı mutlaka anmalıyım.
Söz nereden nereye geldi?
Oysa Ayla ve Mürvet'i masama davet etmiştim.
Bu kasvetli günde yazmaya çalıştığım bu yazıyı ısıtsınlar diye.
Her iki arkadaşım da benim yarı yaşımdan daha küçükler.
Devlet bizleri bir araya koyunca...
Aradaki yaş farkına rağmen nasıl arkadaş oluruz sorusu ilk andan kafalarını meşgul etse de.
Çok kısa sürede arkadaş olmayı başarmıştık.
Bir gün havalandırmada Mürvet'le dışarıya dair düşler kurarken dedi ki:
"Eskiden senin yaşında biriyle hakikaten arkadaş olacağım aklımın ucundan geçmezdi."
Hani haksız da sayılmaz.
Annesi benden küçük.
Her birinin ailesiyle ilk açık görüşte tanıştığımda.
Ayla'nın Mürvet'in, Meral'in Gülşah'ın annelerinin önce:
"Kurban olayım yavrum kendinize iyi bakın" sözlerine gülümseyip, yaşımı söylediğimde.
Anında emanetçi dükkânına çeviriyorlardı beni.
Şimdi iki genç koğuşdaşım yanı başımda...
Ayla'nın saz çalıp, türkü söylemesi.
Annesi Gülo başta gelmek üzere, tüm aile fertlerinin taklidini yaparak bizi kahkahalara boğması.
Mürvet'in duyduğu herhangi bir şarkı ve türküden aklında kalan birkaç kelimeyle, ufacık bir ritim kırıntısıyla, parçayı söz yazarı ve bestecisinin kesinlikle tanıyamayacağı bir hale getirip. Kafasına göre o parçayı yeniden yaratıp söylemesi.
Ve her defasında "ya Mürvet sen neden söz yazarı ya da besteci olmadın" diye takılışım ve daha bir dolu anı şu anda masamda sere serpe önümde duruyor.
Aylacan Tekirdağ 2 Nolu F Tipi Hapishane'den tekli hücrede kalan Baysal'a yapacağı sürprizi yerine getirememesinin nedenini yazıp, adres istemiş yeniden.
Annesiyle yaptığı sohbetlere beni nasıl konuk edip, kulaklarımı çınlattığını...
Mürvet'le buluştuklarında üç gün boyunca sohbetlerine bizlerinde ortak edip, her defasında "keşke siz de yanımızda olsaydınız diye çok söylendik"lerini yazmış.
Dışarıdakilerin yaşam gailesinden, dışarı çıktıklarında onları bekleyen sorunlardan söz etmiş.
Mürvet dobra bir giriş yapmış mektubuna...
"Gerçekten nereden başlayacağımı bilmiyorum. Ne yazayım, nasıl yazayım uzunca bir zamandır bunu düşünüyorum. Ama elim bir türlü kağıda gitmiyor. Yani kaçtır kalemi kağıdı alıyorum elime ama yazamıyorum. Öyle vaktim yoktur, yoğundum ya da başka bahaneler üretmeyeceğim sana. Vaktim de vardı ama yazamadım. Ta ki şu ana kadar. Ne bileyim tuhaf. Her defasında gözlerim doluyor, sonra geçirdiğimiz o güzel zaman dilimleri, yaşamımız geliyor görümün önüne. Gülmelerimiz, mahkeme heyecanımız, müziğimiz, toprağımız, Ayla'dan halay öğrenişimiz, tartışmalarımız ve daha bir sürü şey! Böyle olunca yazamıyorum ben."
Mürvet'in bu satırları, Ayla'nın verdiği sözün peşine düşmesi esasında bir içeridekilerin tahliye olanlara ya da olacaklara dair muhabbetine de bir yanıt!
İnsan nerede olursa olsu, dostlukları da, arkadaşlıkları da, başkaca duyguları da kendince kendisi kadar yaşarmış!
Bu kasvetli Cumartesi gününde genç koğuşdaşlarımın mektupların benim içimi ısıttı.
Dilerim sizleri de ısıtır!
* * *
Yine bir duruşmanın öngünündeyim
Daha kaç kez bu cümleyi kurmak zorunda kalırım bilemiyorum.
Memlekette hukuka, adalet sistemine dair kurulan bütün cümleler olumsuzluklarla başlayınca...
İnsan bunda yıl neden hapiste tutulduğunu da...
Adalet talep ve beklentisini kaç kez daha tekrar edeceğini de kestiremiyor.
Bütün bu haksızlıklara, hukuksuzluğa karşı sizleri bir kez daha sesimi yükselteceğim 13 Aralık 2012 tarihinde saat 10.00'da Çağlayan Adliyesi'nde benimle/bizimle dayanışmaya çağırımı dilerim karşılıksız bırakmazsınız.
Görüşmek dileğiyle... (FE/BA)
* Füsun Erdoğan, 1 Aralık 2012, Gebze Kadın Kapalı Hapishane.
** Yazarımız Füsun Erdoğan'a "gereksiz yere" marş söylediği için iki ay "haberleşme ve iletişim araçlarından yoksun bırakma veya kısıtlama" cezası verildiği dönemde yayınlayamadığımız yazılarını 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü'nden başlayarak "İletişim Yasağı Günlerimde susmadım" başlıklı yazı dizi halinde yayınlayacağız.