Feminist hareket, sosyalizmlerin dünya ölçeğinde yenilgiye uğradığı seksen sonrası Türkiye’sinde küçük entelektüel bir grup olarak ortaya çıktığında dağarcığında birkaç şey vardı.

O an ortalıkta görünmeyen solda yaşanan cinsiyetçi deneyiminin izleri, toplumsal kurtuluş ideolojilerinin kadını göz ardı etmiş olmasına duyulan öfke ve itiraz, dünyayı külliyen anlamlandırmaya yönelik ideolojilere yönelik post-modern eleştirinin güçlü esintileri ve henüz Güneyli -siyah feministlerin “evrensel addedilen Batılı feminist tezlere” itirazlarıyla gölgelenmemiş “eşitlikçi” bir feminizm… Feminist hareket, işe sınıf, din, kültürel kimlik, etnik aidiyet ve diğer ayrımları yatay olarak kesen, bunları göz ardı etmeye olanak veren bir kadınlık durumu tarifiyle başladı. Etnik ve dini aidiyetler henüz görünür olmamıştı. Solun vurgu yaptığı sınıf aidiyetlerinin ise, tecrübe edildiği üzere, ortak ezilmişliği gözden gizlediği ve kadınların durumunu örtbas ettiği düşünülüyordu.



Post-modern olarak anılan dönemde, hızla yükselen kültür ve kimlik hareketlerinin, dünyayı külliyen anlamlandırma, tarif etme ve değiştirme iddiasındaki dünya görüşlerine galebe çalmasıyla varlığını gösteren kadın hareketi, doksanların kitlesel feminizm dalgasına doğru giderken, seksen öncesinde sosyalist –sol örgütlerde yer almış kadınların katılımıyla güç ve etkinlik kazandı.

Solun düşünce ve eylem dünyasındaki hegemonik varlığını yitirdiği seksenlerin ilk yarısında, feminizm, devletle fazla çatışma içermeyen, hayli güvenlikli bir muhalefet alanı olarak öne çıkıyordu. Kadın sözü, medyada hızla görünürlük kazandı ve devletle çatışmaktan ziyade, devletin de bizzat kadınların kurduğu STK’larca doldurulmasına olanak verdiği bir alanda kısa zamanda etkili oldu. Seksenlerin sonunda Kadının statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü kurulduğunda feminist hareket içinde bu yapının, feminizmi evcilleştireceği, feministlerin taleplerini sisteme entegre edeceği endişesi vardı.

Doksanlardan itibaren ivme kazanan daha çok STK’lar düzeyinde iş yapan feminizm, kadın çalışmalarındaki birçok kazanıma rağmen, bu endişeye bir ölçüde haklılık kazandıracaktı. Birbirini izleyen sayısız AB fonu, kadına yönelik çok sayıda projenin hayata geçmesini sağladı. Bu çalışmaların kadınlar açısından yararı ve feminist söylemin yaygınlaşmasındaki etkisi yadsınamaz; bütün dünyada artık bir sektör haline gelen STK’ların benzer biçimde neo-liberal devletlerin boş bıraktığı alanları doldurup, devlet politikalarını ikame eder hale dönüştüğü gerçeğinin yadsınamayacağı gibi.

Feminist hareket seksen sonrasının depolitizasyon koşullarında, kadınlara başka bir politikleşme ve mücadele alanı sunuyor, feminist tezleri hızla yaygınlaştırıyor, yeni akademik alanlar açılıyor her alanda kadın sorununu görünür kılıyor ve seksen öncesi sol içinde yaşadıklarını anlamlandıramamış kadınlara yeni bir anlam ve algılama alanı sunuyordu. Böylece feminizm, askeri darbeden önce çeşitli sol siyasi hareketler içinde ve çevresinde politikleşmiş kadınlar için henüz pek de uzaklaşmış olmayan bir geçmişle yüzleşmenin biraz netameli sayılabilecek bir yolu haline geldi.

Yaşanan süreçte alelacele ve biraz üstünkörü biçimde keşfedilen kadınlık durumu, bu keşiflerin feministçe analiz edilmesi sonucunu yaratmadı. Sol örgütlerden gelen kadınların kadın hareketi içinde teşkil ettiği kesimde öfkeden ve feministçe kavramsallaştırılmamış itirazlardan beslenen hayli güçlü bir damar varlığını uzun süre korudu.

Doksanların feminizm dalgası, feminizmin, yeni bir toplumsal hareket olarak cazibesini artırmıştı. Kadın hareketi her gün sokaktaydı, tartışmalar büyük bir canlılık ve coşkuyla sürüyor, kadınlar muhalif hareketlerin en çarpıcı, en yaratıcı kesimini teşkil ediyordu. Kadın hareketi, İslami hareketin yükselmesiyle birlikte türbanlı-laik çatışmasının hızla politikleştirdiği farklı toplumsal kesimlerden kadınların siyaset sahnesine çıkmasıyla büyük ivme kazandı. Feminist söylemler, geniş bir kesim içinde konuşulur tartışılır oldu.

Bu süre içinde sol kökenli feminist kadınlar, eski ve yenik yoldaşlarının sert eleştirilerine hedef olmuşlardı. Ancak doksanlarda yeniden kurulan sol partiler, cinsiyetçilik ve kadın sorunu konusunda politikalarını ciddiyet ve samimiyetle tartışmaktan ziyade, bu enerjiyi soğurmak ve çevresinde epey geniş bir kadın kitlesi toplayan kadın söylemini vitrine koyma hevesiyle kadınlara bir kez daha kapılarını açtılar. Kadın hareketinin öne çıkardığı çok sayıda kadın oldukça ayrıcalıklı konumlarda yeni sol oluşumlar içinde yer aldı. Bu kadınlar için bir hesaplaşma arzusunun da ifadesiydi. Kadınlar geçmişte toplumsal rollerine koşut biçimde yer aldıkları sol partilere bu sefer daha güçlü ve feminizmle donanmış olarak giderken bu yapıları feministleştirmeyi umuyorlardı.

Ancak soldan geriye kalan yalnız cinsiyetçilik deneyimi değildi. Hesaplaşma konusu olmamış 12 Eylül öncesine has bir çok siyasi refleks de kadın hareketine taşınmıştı. Böylece kadınların zorlu ve acı veren bir süreçte edindiği deneyimler ve geliştirdiği söylem, etkili politikalara değil, vitrin malzemesine dönüştü. Sosyalist örgütlerde yeniden yer alan kadınların varlığını politik açıdan anlamlı kılacak olan şey, feminist söylemlerin parti tüzük ve programlarında yer almasından çok parti ve örgütlerin feministleştirilmesiydi, cinsiyetçiliğe karşı politikaların partilerin temel mücadele alanlarından biri haline getirilmesi için uğraş verilmesiydi. Feminizmin kadınların statüsünü eleştirerek deşifre ettiği toplumsal güç ve tahakküm ilişkilerinin partilerde yeniden üretilmesinin engellenmesi ve bu güç ilişkilerinin sosyalizmin eşitlik idealiyle uyuşmazlığının ortaya konulmasıydı. Feministler esasen eril olan bu siyaset alanından bir kez daha yenilgiyle ayrıldı.

Böylece Sosyalist örgüt ve oluşumlarda cinsiyetçilik, seksen öncesi anti-faşist mücadeleyi de kapsayan uzun bir süreçte doksanların feminizm dalgasıyla parti tüzük ve programlarında yer alan, ancak dönüşüm yaratacak tutarlılık ve içtenlikte üstüne gidilmeyen temel bir sorun olarak gündemde kaldı. Feminist hareket bu sorunla iki binlerde sosyalist parti içindeki kadınların cinsel taciz karşısında topluca istifasıyla yüzleşme fırsatı bulacaktı.

Sosyalist örgütte cinsel tacizin ve tacizcinin deşifre edilmesinden, kadınların partiden topluca istifasına uzanan süreç ve kadın hareketinin, sosyalist örgütte cinsel tacizi bir politik mücadele hedefi olarak ortaya koyması, önemli bir eşik teşkil ediyor. Bütün bu sürecin ortaya çıkardığı en önemli sonuç ise, cinsiyetçilik ve cinsel tacizin sol örgütlerde yer alan feminist kadınlar tarafından feministçe kavramsallaştırmasının yeterince yapılmamış olduğu…

Sosyalist örgütlerde cinsiyetçilik, erkeğin kadın üstündeki mülkiyet-sahiplenme ilişkisinin, kadının ataerkil sistem içindeki üreme ve cinsellik nesnesi olmakla özetlenebilecek asli konumunun, eşitlik ve özgürlük vaadiyle donanmış ve tahakküm ilişkilerini ortadan kaldırmayı hedef alan örgütlerde de sürdürülmesi anlamına geliyor.

Cinsel tacizle, tecavüzle kendini çıplak olarak ortaya koyan sahiplik ve tahakküm ilişkisinin hedefi, kadını ikincil, yan etkisiz konumlara, mülksüzlüğe, yoksulluğa, üreme ve cinsellikten ibaret görülen asli görevlerine mahkûm etmek, ona, üremek ve cinsellik için kullanılacak bir bedenden ibaret olan asli kimliğini işaret etmek; yani ucuz işçilik, ücretsiz emek, ev içi köleliği, cinsel kölelik… İki binlerde sosyalist partiden iki yüze aşkın kadının istifasına yol açan cinsel taciz, çok gecikmiş bir hesaplaşmanın gerçekleşmesi anlamına geliyordu.

90’lı yıllar boyunca kadının insan hakları projeleri, uluslar arası sözleşmeler, Türkiye’deki yasa değişiklikleri gibi konularda ağırlıkla STK’lar düzeyinde etkin bir siyaset izlendi. Mücadelenin kadının statüsüne endekslenmesi kadar, sistemin feminizmin taleplerini bir ölçüde benimseyip entegre etmesi kurumsallaşmayı hızlandırdı ve feminist tezlere STK’lar eliyle devletin sahip çıkması feminist politik hareketi güçten düşürdü.

Öte yandan, kitleselleşme ve görünürlük ve itibar kazanmayla koşut olarak kadınların statüsü üzerinden geleneksel güç ve tahakküm ilişkilerini sorgulayan ve küçük bilinç yükseltme grupları gibi kadınların kendilerini daha iyi ifade edebildiği örgütlenme biçimleri yaratan feminist hareket, hızla geleneksel güç sembolleriyle donanmış kendi önderlerini ortaya çıkardı. Böylece sol harekete temel eleştirilerini hiyerarşik konumları üstünden yönelten feminist-sosyalist kadınlar aynı güç ve iktidar ilişkilerinin ve hiyerarşinin kadın hareketi içinde yaratılmasında etkili oldular. Bu sistemin kadın hareketini evcilleştirmesi ve kuşatması anlamına geldiği ölçüde hareket muhalif niteliğini yitirme tehlikesiyle yüz yüze kaldı. Bu süreçte Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de Feminist hareket içinden gelen pek çok kadın kadının statüsüne odaklanan bu feminizm üzerinden kendilerine kariyer sağlayacak akademik alanlara aktılar.

90’lar, iki yeni olguya işaret ediyordu. İslami hareketler içinde politikleşmiş kadınlar ve Kürt hareketi içinde politikleşmiş kadınlar. Cumhuriyet’in kurucu ideolojilerinin ve kapitalizm öncesi ekonomik-siyasal-sosyal yapıların hızla çözüldüğü, siyasal İslam kadar, Doğu'da seksen yıldır bastırılan Kürt hareketinin anadil ve kimlik ekseninde büyük bir güç kazandığı karmaşık bir süreç, bu iki hareket içinde siyasallaşan kadınların sokağa çıkmasına ve feminist hareketle karşılıklı bir etkileşime girmesine sahne oldu.

Bütün politik gelişmeleriyle 90’ların sonu ve 2000’ler ırk, cinsel yönelim ve sınıf aidiyeti gibi kimliklerin göz ardı edildiği bir feminist politikanın günün ihtiyaçlarının çok gerisinde kaldığını gösteriyordu. Kürt ve heteroseksüel olmayan kadınların taşıyıcısı olduğu yeni bir feminizm dalgası, durgunlaşmış feminist hareketin sahillerine sarsıcı bir biçimde vurdu.

İki binlerdeki yeni dalga feministler, kimlik farklılıklarını sınıf etnik aidiyet, cinsel yönelim farklılıkların göz ardı edilmediği bir feminizm talebiyle ortaya çıktılar. Kürt kadınlar ve Türk kadınlar, yoksul kadınlar ve yoksul olmayanlar, lezbiyen kadınlar ve heteroseksüel kadınlar aynı ezme ezilme ilişkisi içinde değil, farklı biçimlerde tahakküme tabiydiler. Bu farklılıkları yok saymak yerine, bunların altını çizmek ve bu farklılıkları da içeren yeni bir feminist algıyla ortak hedeflerde mücadele etmek istiyorlardı. Bu yüzden ilk feminist dalgayı, on yıl önce Batıda olduğu gibi Batılı anlamda evrenselci, kimliklere karşı duyarsız, orta sınıf ve heteroseksist olmakla eleştirdiler.

Güneyli-siyah feministler on-on beş yıl önce, ilk kuşakların patriyarka perspektifini iş ve kar merkezli çalışmaya saldırmaksızın erkekleri hedef almakla, kadın işini, kadınların görünmeyen emeğini dikkate almamakla böylece onları hak sahibi konumdan çıkarmakla suçlamışlardı. Savaş karşıtlığında askeri ve silah endüstrisini göz ardı ettiğini söylüyor, ataerkil sistemi sınıf ırk gibi kavramlardan kopuk olarak ele alan feminist perspektifi, ırkçığa ve milliyetçiliğe karşı mücadeyi patriyarkaya karşı mücadelenin önünde ayak bağı olarak görmekle eleştiriyorlardı.

Bu yeni dalganın canlandırdığı politik ortam, Töre ve namus adı altındaki kadın cinayetlerinin kampanya haline getirilirken özellikle Kürt kadınlarına yönelik tecavüz olayları Kürt ve Türk kökenli feministleri kadına yönelik şiddete karşı bir araya getirdi. Feminist hareket yükselen milliyetçiliğe ana gövdesiyle kesin bir biçimde tavır alıyordu.

Eylemlerde Kürtçe sloganlar atılır, metinler Kürtçe Türkçe olarak okunurken, yeni siyasal ortamın etkisiyle milliyetçilik ve Müslüman kadınların türban yasağına karşı sokağa inmesiyle iyice saldırganlaşan laikçilikle yüzleşmek durumunda kalan kadın hareketini yeni yol ayrımları bekliyordu.

Diğer yandan feminist hareket sendikalaşma, güvencesizlik ve düşük ücretler, ayrımcılığa karşı emekçi kadınların yanında yer alıyordu. İşyerlerinde güvencesiz koşullarda çalışan kadınların maruz kaldığı iş cinayetleri, kadınların sendikalaşma mücadelesi feministleri emekçi kadınlarla mücadele alanında yan yana getirdi. Bu alanda kadın sorunları görünür oldu. Novamed direnişi feministlerle emekçi kadınları mücadele alanlarında yan yana getirdi.

Özellikle sendikalaşma hakkını kazanan kamu emekçilerin sendikalarda cinsiyetçiliğe karşı verdikleri mücadele önem kazandı. Sendika yönetimlerinde kota uygulaması, kadınların işyerlerinde olduğu kadar sendikalarda da karşılaştıkları cinsiyetçilik mücadele konusu oldu. Özellikle KESK içinde kadınların mücadelesi sonunda çok önemli kazanımlar elde edildi.



İslami hareket içinde politikleşen kadınların kitlesel varlığı feminist hareket açısından önemli eşiklerden birini teşkil ediyor. Bu aynı zamanda kadın hareketinin sol kökenleri itibariyle de hesaplaşmak zorunda olduğu Kemalizmle yüzleşmesini temsil ediyordu. Soldan çok daha fazla politikleşmiş olan kadın hareketi bu yüzleşmeyi çok daha hızla gerçekleştirdi. Ancak bu yüzleşme kadın hareketi içinde kalıcı bir yarılmayı da beraberinde getirdi. Sayıları az da olsa feministler TC’nin kurucu ideolojisine Türkiye’deki birçok muhalif kesimden önce türbanlı diye tabir edilen kadınlara yönelik baskılar üzerinden itiraz etti. Müslüman kadınlar üniversitelerde türban yasağı ile başlayan protestolarda görünür olmuşlardı. Müslüman kadın hareketi başından itibaren feminist hareketten etkilenirken, türban yasağına karşı geliştirilen protestolar feministlerle İslami hareket içindeki kadınların temas ettiği bir alan oldu. Kendini hem Müslüman hem de feminist olarak tanımlayan Gonca Kuriş’in hizbulah tarafından öldürülmesi üzerine feministler Gonca Kuriş’e sahip çıktı.

Türbana konulan yasak ve türban kullanan kadınlara yönelik yoğun baskılar, türbanın dinin de temelinde olan erkek egemenliğinin simgelerinden biri olduğu gerçeğine yönelik eleştirilerin gözden kaçmasına neden oldu.

Kadın hareketinin de bir damarını teşkil eden, milliyetçi-Kemalist-ulusalcı kesimin büyük ölçüde tahrip ettiği bir zeminde süren tartışma türbana konulan yasağın çizdiği bir çerçeveyle sınırlı kaldı. Bu, feministlerin islami hareket içindeki kadınlarla karşılıklı etkileşimden çok, herkesin neyse o olarak kalacağı bir dayanışma- uzlaşma zemininde temas etmeleri sonucunu yarattı. Taşıdığı kültürel anlamı göz ardı etmeden ve denk düştüğü kendini özne kılma biçimini yadsımadan eleştiri konusu olabilecek türban, erkek egemenliğini ve dini tahakkümü yeniden üreten bir simge olarak feminist eleştirinin dışında kaldı.

İki binler kadın cinayetlerinin ve üçüncü sayfa cinayetlerinin feministler tarafından politikleştirilmesine de sahne oldu. Bu kadınların sistemle her evde mücadele etmesi anlamına geliyordu. Kadınlar özgürlük istemenin bedelini pahalıya ödediler.

İki binlere gelindiğinde Türkiye’de feminist hareket açısından en belirleyici eşiklerden biri Kürt kadın hareketinin etkili ve mücadeleci varlığı kadar, savaşın ve savaşın meşrulaştırdığı kadınlara yönelik şiddetin artık temel olgulardan biri haline gelmesiydi.

Bu süre zarfında sezgilerle çok doğru noktalara gelindiği halde Etkili bir savaş ve milliyetçilik-ırkçılık karşıtı kadın hareketi oluşamamasının en önemli sebebi, feministlerin, savaş, milliyetçilik ve ırkçılık karşıtı alanı, esasen savaşın mağduru kabul edilen Kürt kadınlarının politik mücadele alanı olarak görmesiydi. Bu bakış açısının altında, feminist hareketin asıl siyasal hedefinin patriyarka olduğunun kabulü yatıyordu.

Bu ön kabulle, destek ve dayanışma etrafında şekillenen varoluş tarzı, kadınlara biçilen tarihsel rolü, acı ve mağduriyetler etrafında bir araya geliş olarak konumlandırıp, kadınları tarihin ve hayatın öznesi değil, nesnesi olarak tanımlarken, misafir olarak bulunulan ırkçılık, milliyetçilik ve savaş karşıtı alanın da siyasal mücadelenin dışına çıkarılması sonucunu yarattı. Böylelikle savaş milliyetçilik ve ırkçılık karşıtı etkili feminist politikaların geliştirilmesi ve Kürt kadınlarla ortak mücadele zemininin yaratılması konusu eksik kaldı.

Buna karşı feminist hareket ağırlıklı olarak Kürt kadınlarına yönelik asker ve polis baskısına, cinsiyetçi saldırılara tecavüzlere kesin bir biçimde tavır aldı. Milliyetçilik, ırkçılık, annelik ve savaş bağlamında çeşitli tartışmalar geliştirdi.

İki binlerin ikinci on yılına girerken, sosyal mücadelelerin ortaya koyduğu gerçek, artık, kadınların görünmeyen emeği ve yarattıkları değerin görünmez kılınması düşünülmeden, aile ve evlilik kurumu, kadının doğurganlık yetisi ve emeği ve bedenin tahakküm altında tutulduğu bir organ olarak çözümlenmeden, istihdam içinde yer alan kadınların ikincili konumundan çok, istihdam edilemeyen kadınların yarattığı değerin sistemin sürmesi açısından hayati rolü ortaya konulmadan kapitalist sisteme karşı etkili bir mücadele geliştirilebileceği.

Kadının doğurganlık şefkat bakma besleme yaratma koruma kollama özelliklerinin cinsiyetçilikle, evlilik aile, namus ,töre din gibi yapı ve olgular yardımıyla piyasa değeri olmayan değerler olarak sisteme entegre edilmesinin kapitalizmin ezilenler nezdinde hala meşru görülebilmesinde oynadığı rol, kapitalizm toplumsal cinsiyet açısından yeniden tanımlanmasını gerektiriyor.

Feminizmin savaş ırkçılık ve milliyetçilik konusunda göstermek istediği şey ise, yalnızca her üçünün de tartışmasız bir biçimde kadınlara karşı olduğu değil, kadınlara yönelik sistemli tahakküm el koyma ve şiddet mekanizmaları irdelenmeden bu olguların gerçekte ne olduğunun anlaşılamayacağı…. Kapitalizm ve patriyarkal sistem dışarıda bırakılarak ekolojik yıkımla mücadele etmek mümkün değil.

Bu olgular, yalnız kapitalizm, ırkçılık, milliyetçilik, ekoloji gibi temel mücadele alanlarının değil, bu alanları politikleştirdiğimiz kavramların da yeniden feministçe tanımlanması gerekliliğini ortaya koyuyor. Görünen ve istenen o ki, önümüzdeki yıllar, geçmişte olduğu gibi toplumsal cinsiyet olgusunun büyük toplumsal projeler yanında kenara itilmesine değil, tam aksine bütün politik mücadele alanlarının feministleşmesine sahne olacak.