1950’lerin sonlarında ünlü bir romancı “İki Kültür” adlı bir konferans veriyor. Nedir bu iki kültür? Bilim ve sanat... “Bilimle uğraşanlar sanattan anlamıyor, sanatla uğraşanların akılları da bilime ermiyor,” diyen romancı iki kültür arasındaki uçurumun giderek açıldığı kanısındaydı ve her iki tarafı da birbirlerinin alanlarını anlamaya davet ediyordu. Bu tespite katılmayan dinleyiciler de, “Ne demek iki kültür? Yalnızca bir kültür vardır, o da insanlık kül- türüdür. Aklı çalışan ve düşünen herkes edebiyatla ya da sanatla uğraşıyor da olsa, insanlığın gerçekliğini anlamaya ve onu kendi gerçekliğiyle açıklamaya çalışır. Bilimle uğraşan da buluşlarıyla ve aydınlatıcılığıyla insanlığa hizmet eder,” gibisinden yorumlar yapmıştı.
Bu tartışmalara yol açan önyargıyı sorgularsak, edebiyatın ve sanatın acaba nasıl bir işlevi olabilir? İnsanlığın yaşadığı hayatı, içinde bulunduğu gerçekleri daha iyi anlamasında nasıl bir aydınlatıcılığı olabilir? Bu sorular, düşünsel eğitimin yanı sıra duyarlık eğitiminin gerekliliğini de gündeme getiriyor.
Edebiyata özgü yöntemler
Edebiyat ve sanatın diğer dalları duyarlık eğitiminde nasıl bir kaynak olabilir? Bu noktada, romanıyla, öyküsüyle, şiiriyle, denemesiyle ve tiyatro eserleriyle, edebiyatın insan hayatını ve gerçeklerini farklı bir açıdan görmemize yardım ettiğini anlayabiliriz. Edebi eserler, hayatı daha iyi araştırmamız ve onu keşfetmemiz için yeni yollar önerir. Bunu da elinde sopayla, tepeden bakarak yapmaz; insanca bir sesle, bir dost gibi, bize en yakın insanın konuşacağı bir dille konuşur. Hayatı pek çok açıdan, bilimsel derslerde göremeyeceğimiz, düşünemeyeceğimiz ayrıntı zenginliğiyle anlamamızı sağlar. Bütün o ayrıntı karmaşıklığı içinde neyin, ne- den daha önemli olduğunu; bazı ayrıntıların gerçeğin anlaşılmasında nasıl bir görev üstlendiğini gösterir.
Ressam Paul Cézanne’ın elmalarını gördüğümüzde, elmanın elma olduğunu daha iyi anlarız. Elmanın elma olduğunu ısırdığımızda da biliriz, ama elmanın hayatın ve doğanın gerçekliği içinde, nasıl bir renk ve biçim taşıması gerektiğini ancak bir yaratıcı sanatçı tarafından bir çerçeve içinde görüntülendiğinde anlarız. Cézanne’ın elmalarını gördükten sonra, onun sadece manavdaki herhangi bir elma olmadığını, elmanın elmalığını da anlarız.
Her şeyden önce, her edebiyatın büyük bir geleneğe sahip olduğunu unutmamalı. Bir dil ve o dilin en önemli yazarları, o dilin ilk kullanıldığı günden beri bir nevi ölümsüzlük kazanmışlardır. Bu nedenle Yunus Emre, Pir Sultan, Karacaoğlan, Dadaloğlu günümüzde yaşayan şairler gibidir. Yaşayan bir halk edebiyatı vardır ve eğer Yaşar Kemal gibi bir değer bu kadar güzel bir dil yarattıysa, onu sözlü edebiyatın canlılığından bes- lenerek yaratmıştır. Elbette bir gözlemci olarak. Çünkü bazı edebiyat yapıtlarının ölümsüzlüğü, gözlemciliğinin kusursuzluğundan gelir.
Ayrıntıların inandırıcılığı
Bazı yazarlar ayrıntıları o kadar iyi değerlendirir ki, ayrıntının ayrıntı olmaktan öte, gerçekliği tamamlayan ve gerçekliğin daha iyi anlaşılmasını sağlayan bir işleve sahip olduğunu görürüz. Tiyatroda da, oyuncuların inandırıcılığı birtakım mimiklere bağlıdır. Neden bazı oyuncuları yapay buluruz? Çünkü ayrıntı olarak izlediğimiz hareketleri sahici değildir, tamamıyla gösteriş içindir. Oysa insanların davranışları, küçük ayrıntılarla gerçeklik kazanır. İyi bir oyuncu, o küçük ayrıntıları bilen ya da yönetmenin gösterdiği bütün ayrıntıları sahnede canlandırabilen kişidir. Bazen çok ufak bir hareket, büyük jestlerden daha iyi bir sahicilik kazandırabilir. Bu, tiyatroda olduğu gibi, öyküde ve romanda da çok işlevsel bir yaklaşımdır.
Edebiyat bazı gerçekleri, bazı insan ilişkileriyle ilgili önemli ayrıntıları anlamamızı sağlar. Flaubert’in Emma Bovary adında, taşralı, önemsiz bir kadını, bugün dünyada herkesin tanıdığı önemli bir edebiyat kahramanı yapması, gözlem gücünü ve anlatımındaki ustalığını gözler önüne seriyor. Aynı şekilde, Dostoyevski’ nin Raskolnikov’unu düşünelim. Hepimiz biraz Raskolnikov ya da Prens Mişkin değil miyiz?
Diyelim ki Tolstoy okuyoruz. “Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır,” diye başlayan Anna Karenina ’yı düşünelim. Böyle bir roman, bir kadının zina hikâyesi olabilir mi yalnızca? Anna Karenina ’yı okuduğumuz zaman bütün bir toplumun, toplumdaki olumlu ve olumsuz insan ilişkilerinin değerlendirmesini yapma olanağını buluruz.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanını okuduktan sonra İstanbul’a eski gözlerle bakabilir miyiz? Roman, birdenbire İstanbul denen çok karmaşık bir gerçekliği renk ve ses zenginliğiyle canlandırarak, farklı insanların bir arada yaşamasından kaynaklanan mozaiğin gerçekliğini ve heyecanını yaşamamızı sağlar. Huzur ’u okumuşsak; Üsküdar’ dan karşı kıyıya geçen bir kayıkçının ruhsal zenginliği ve birikimini, İstanbul’un belli bir semtinde yaşamış bir insanın üzerindeki mahalle etkisini, tüm bu ayrıntı zenginliğini tatmak bizi sıradan bir insan olmaktan çıkarır. Birdenbire, nerede ve nasıl bir dünyada yaşadığımızın farkına varmış oluruz.
İmambayıldı ve şiir
Şiiri ele aldığımızda, şairin mecaz ve metafor kullanmasından dolayı öbür edebi türlere göre daha zor anlaşılan bir tür olduğunu görürüz. Şiir, birbirine benzemeyen pek çok şey arasındaki benzerlikleri ortaya çıkarıyor. Örneğin, Orhan Veli, Kitabe-i Seng-i Mezar’ında o zamana kadar hiç şiire girmemiş Süleyman Efendi’nin nasırından söz ediyor ve, “Hiçbir şeyden çekmedi dünyada / Nasırdan çektiği kadar,” diyor. Doğallıkla şiir okuru da, “Nereden çıktı bu nasır?” diye soruyor.
Oktay Rifat’ın Yalancı Dolma’daki zeytinyağlı dolması, Tecelli’deki imambayıldı ve muhasebeci memur da şiire giriyor. Orhan Veli’nin Dalgacı Mahmut’u ve Süleyman Efendi’si de şiire giriyor; şiirimiz anlamlı ve önemli bir gerçeklik kazanıyor. Sadece şaşırtıcı yönüyle değil, bambaşka duyarlıklarla da şiirin özel bir dil olduğunu görüyoruz. Şiir, bize duymadığımız şeyleri duyma olanağını sağlayan, gizli bir gücü canlandıran bir çeşit kıvılcım işlevi görüyor.
Nazım Hikmet’in Davet şiirinde de benzeri bir durum var. “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / Ve bir orman gibi kardeşçesine,” dizesine kadar bir ağacın tek ve hür, ormandaki ağaçların kardeş gibi oluşuna duygulanmamışızdır. Ama bu sözlerle karşılaştığımızda, birdenbire bu gerçeğin ne kadar önemli olduğunun far- kına varıyoruz. Bu farkına varışlar, gerçek kimliğimizle tanışmamızı, benzer şeyler düşünme, ama dile getirememe ihtimallerimizi ortaya çıkarıyor. Şair, bizim bu ihtimalleri yaşamamızı sağlıyor.
Şiir olmasaydı...
Sanata ve edebiyata ilişkin önyargılardan biri de, bizi içimizdeki kasvetten kurtaran bir araç olarak görülmeleridir. Oysa gerçek sanat, gerçek edebiyat, bizim kendi içimize dönmemizi ve içimizdeki zenginliği keşfetmemizi sağlayan bir güçtür. Bu yüzden, bu konuda düşünen insanlar, şiirin devrimci bir gücü olduğunu ve dünyayı değiştirebileceğini söylerler. Şiir hem tapınmadır, hem de lanetlenmedir. Çok yönlü bir gerçeğe ulaşma kaynağı ve ışığıdır.
Şiir böyle bir şey... Metin Eloğlu, Oktay Rifat’a sormuş, “Reis, ne olacak bu şiir olmazsa?” Rifat, “Kıyamet kopmaz, ama insanlar sevişemez, öpüşemez, bir şeyi beğenemez, dünya tatsız tutsuz bir şey olur,” cevabını vermiş. Onun için, şiirsiz kalmamaya ve şiirle, edebiyatla duyarlığımızı zenginleştirmeye bakalım. (CÇ/ÇT)
* Bu yazı Keçi e-dergi’de yayınlanmıştır.
* Haber fotoğrafı: Paul Cézanne'dan natürmort çalışması.