Gecenin geç bir vakti. Issızlık tüm mevzuatıyla yürürlüğe girmişken şehir tevekkülle yatmış izlenimi veriyor. İşte ben bu saatlerde “sosyal yıkıntının” izlerini sürmeye başlıyorum. Anlayacağınız, bir doğa felaketinin ardından bir çeşit hasar tespiti gibi.
Anlamları kaybolunca kelime ve kavramları, yaldızlı sarıyla parlayan kağıtlarla paketleyip müjde, dev gaz rezervi, büyük Osmanlı vb. adı altında dolanıma sokuyorlar. Bu yaldızlı paketlerin yabana atılmayacak bir alıcı kitlesi vardır. Fakat unutmayalım ki kavram ve kelimelerin anlamlarını erozyona uğrattığımız oranda biz de biraz ölüyoruz.
İletişimsizlik gerçekten de gürültünün, kavram karmaşasının ve anlam yitiminin olduğu yerde başlıyor.
Peki hayatın ve anlamın yıkımından kim sorumlu?
Rüyamda Yunanlılar ile Persler dövüşüyorlardı. Ama bu dövüş, birbirine sonsuza dek kenetlenmiş iki güreşçi imgesini andırıyordu ve bu güreşin kazananı yoktu.
Hayatla aramızdaki ateşkes çok kırılgan.
Aslında savaş hiç bitmedi, değişik görünüm ve formlar altında devam ediyor. Savaş şimdi başka araçlarla yapılmaktadır.
Militan siyasetçi liderlerin yönlendirdiği neo-milliyetçiler Doğu Akdeniz’de bir savaşa girilmesi için hükümete gaz veriyor.
Doğu Akdeniz’de tatbikat yapan Fransa, İtalya ve Yunanistan’ı şer cephesi olarak adlandırıp bu cepheye karşı şahin bir çizgi vaaz ediyorlar.
Sanırım Türkiye ile Yunanistan arasında olası bir savaşın tüm düğümleri çözeceğini düşünüyorlar. Aslında savaş düğümleri çözmek yerine birbirine dolanmış sorunlar yumağını kesip atacaktır. Olası bir savaşta AB perspektifi geri dönüşsüz bir şekilde sona erer. Büyük ihtimalle NATO ile köktenci bir kopuş yaşanır. İşte o zaman hayallerindeki “eksen kayması” gerçekleşmiş olacak.
Doğu Akdeniz’de gerilimi düşürmek için neden mesela iki yıllığına doğalgaz arama faaliyetlerine moratoryum uygulanmaz?
Bu hem Yunanistan hem de Türkiye için bir “kazan-kazan” formülüdür. Akdeniz’e kıyıdaş ülkeler rekabet yerine iş birliğine yönelirlerse ve alternatif enerji kaynakları için destek sağlanırsa belki doğalgaz arama konusundaki gerilim düşebilir.
Ancak bu planın uygulanabilirliğindeki en temel sorun iç siyasal konjonktürdür. Başka bir deyişle, içeride el yükselten liderin halkına karşı bu kaynaklardan vazgeçmiş bir pozisyona düşmek istemeyeceği gerçeğidir. İçeride ekonomik sorunlarla boğuşan halka bir dış düşman gösterilerek neo milliyetçi konsolidasyonun sağlanmak istenmesidir, Neo milliyetçilerin hamasetten ve savaş çığırtkanlığından oy devşirme alışkanlığıdır. Dış siyasetteki “ihvancı” ajandadır. Sonsuza dek kenetlenmiş iki güreşçi imgesine karşılık gelen Pantürkist versus Panhelenist denklemdir.
Üzülerek söylemek gerekirse bu hamasetin ve gerilim politikalarının iç kamuoyunda azımsanmayacak bir alıcısı bulunuyor.
Düşünüyorum da bazen insanları birbirinden sadece kafkavari duvarlar ayırıyor. Bölünmeye kutuplaşmaya yatkın kalabalıklar bazen incir çekirdeğini doldurmayan şeyler uğruna birbirlerine düşman olabiliyorlar.
Karadeniz’de bulunan doğal gaz yataklarına gelince, bu bağlamda "petrol laneti" kavramını anmak gerekiyor. Bu kavrama göre, petrolü olan ülkeler, yüksek gelirler elde ederken, bu petrolün sektörel baskınlığı nedeniyle, diğer sektörler gelişmiyor. Venezuela, Türkmenistan ve Körfez devletleri tam da petrol lanetine örnek ülkelerdir.
Sırtlarını doğal zenginliklere dayamış birçok Arap ülkesi ekonomiyi petrolün baskınlığından kurtarıp yiyecek, yüksek teknoloji ya da dönüştürülebilir enerji gibi alanlara doğru çeşitlendirmedi. İthalat odaklı ekonomik paradigma nepotizm ile birleşince ortaya israf, rüşvet, aşırı tüketim, kamu hizmetlerinin düşüşü ve yıllarca başa bela olacak borç olguları oluştu. Petrol ile birlikte otoriterlik kendini sonsuza kadar yenileme olanağına kavuştu.
Kabadayı ve sokak kültürü üzerinden bir tecavüzcünün analizi yapılabilir mi? Tek başına değil belki ama eril militarist kültürün bir ürünü olması açısından şiddet olgusuyla beraber belki yapılabilir.
Kabadayı, dayanışma ve uzlaşı bakımından mahalle kavramına hâkim olması gereken iyimser havanın içine yedirilmiş bir olumsuzlamadır.
Tecavüz, cinsel saldırı ve kadın cinayetleri vakalarında olay zinciri, olasıdan olana doğru algoritmik bir akış izliyor.
Tecavüz olaylarının karmaşık yumağı üzerinde düşünmek, onları savaşla, şiddetle, köktenci milliyetçilikle, cinselliği tabu haline getiren dinci fanatizmle tahkim edilmiş eril sosyalliğin sonuçları olarak okumak kimsenin aklına gelmiyor. Çünkü sonuçlar bir sebep olarak alınıyor ve olayların ardıllık diyalektiğinde sebep ile sonuç fena halde yer değiştiriyor.
Seküler devrime dair tabular kırılıp, çok eski zamanlara ait nefret dolu hesaplaşmaların üstündeki kapağın da açılmasıyla birlikte bu hesaplaşmaların tam merkezinde kadının durduğu fark edildi.
Mustafa Kemal’in ölümünden beri cephe gerisine yığınak yapan habis enerjiler hesaplaşmayı kadın üzerinden yapmak istiyor.
Dinci tutuculuk ve muhafazakarlığın her türevi kadın cinselliğine ait her şeyi şeytanlaştırdı. “Bakirelik” söz konusu olduğunda cinsel performanslarının kıyaslanmasını istemeyen küçük burjuva devrimcileri bile gerici odaklarla aynı saflarda yer aldı.
Kadının özgürlüğü söz konusu olduğunda mangalda kül bırakmayan “söylem devrimcileri” kendilerine, edilgen bakire ve tecrübesiz kadınlardan eş aradılar. Çünkü böyle kadınların kontrolü daha kolaydır, çünkü kadını mallarıymış gibi sahiplenip hep iyelik kipi ile tanımladılar.
Bu sahiplenmeyi “Ben sana güveniyorum, ama çevreye güvenmiyorum” ile temellendirmeye kalktılar.
Sahip oldukları kadınlara, başka erkekler aynı şekilde bakacak diye, hayatı zehrettiler.
Güzellemeler, euphemismler ve her çeşit tezvirle aşağılık kompleksinin adı kıskançlık, kıskançlığın adı da sevgi oldu.
Kısacası küçük burjuva devrimcisi ile düz yobaz arasında kadın üzerinden zımni bir iş birliği gelişti.
Tecavüz, cinsel saldırı ve cinayetlerin kurbanları kadınlar, küçük burjuva aydınının zımni iş birliğine gönderme olarak, bana bir öykümde kullandığım, “rençberin sessiz bilgisiyle katledilmiş atlar” metaforunu anımsattı.
Beş bin yıldır “ücretli köle”nin evdeki hizmetçisi, köylünün namusu, küçük burjuva aydınının içki mezesi ve ilişki albümünde bir çentik, kapitalist pazarın cinsel metası, dincinin kapatması ve Tanrı’nın şeytanı olan kadın, sınıflar arası geçişkenliği sağlayan ideolojik bir vektöre dönüştü.
Kadın işte bu sınıflar arası zımni iş birliğinin, Kemalist devrimlerdeki aşınmanın, zihniyet devriminin bir türlü gerçekleşmemiş olmasının, rövanşist dinciliğin, şiddeti yücelten militarist eril dilin ve küçük burjuva aydınının ihanetinin, kısacası bir sosyal kırılmalar toplamının bakiyesi durumuna getirildi.
Ülkemde kadın halleri bir “ecco homo” gerçekliğini de çağrıştırıyor. Ecco Homo, İsa’nın yargılama sahnesinin öyküsel anlatımında geçer. İsa yargılanma sırasında elleri bağlanıp boynuna bir ip geçirilir ve kamçılanır.
Romalı askerler, kendisine dikenden bir taç ve mor bir kaftan giydirirler. İki muhafız İsa'nın acı çeken gövdesini tutarken Pontius Pilatus onu göstererek işte insan anlamına gelen "ecce homo" sözünü sarf eder.
O sahne, “insanoğlunun” hacimli bir aşağılanmasıdır.
Ortadoğu toplumlarında bin yıllardan beri bir adak ve kurban diyalektiği işliyor.
Anlatıyı bilirsiniz. Tanrı, İbrahim’den oğlunu kesmesini ister.
Ardından Truva savaşına katılacak donanmanın yelkenlerini uygun rüzgarlardan mahrum bıraktığı için kurban edilmek istenen İphigeneia’yı düşündüm. Son anda Artemis’in gönderdiği geyik sayesinde ölümden kurtulan İphigeneia’yı.
Oysa Tanrı’nın İphigeneia’ları, İshak’ları, İsmail’leri esirgemek için bolca geyiği ve koyunu vardır.
Fakat Tanrı’nın da bir onaylanmaya ihtiyacı var. Buyruklarının kayıtsız koşulsuz uygulandığını test etmeye ihtiyacı var, insanın itaatini ölçmeye ihtiyacı var.
İşte kadın, tarihsel akış içinde, “sadakat sınavı” ile eril-ilahi onaylanma saplantısının İsmail ile yer değiştiren kurbanı haline geldi.
Bu açıdan bakıldığında, Musa Orhan’ın tutukluluğunun ya da tahliyesinin bir sembolizmden fazla bir değeri yoktur.
Kısacası her kadının ölümü bende bir Yesenin hüznü çağrıştırır; sistemin öz kıyıma zorladığı kurbana, gitmeğe, vedaya ve hiçliğe matuf.
Bir kere şu acı tespiti yapalım, halk Maslow üçgeninin tepesindeki kendini gerçekleştirme kısmını çoktan unuttu. Artık açlık sınırında bir hayatta kalma mücadelesi sürdürülüyor.
Ancak madalyonun bir de karanlık bir yüzü de bulunuyor. Eğer halkın hayat seviyesi kendini gerçekleştirmeye dair ekonomik bir olanak sunsaydı, halkın ezici bir çoğunluğu tatili, restoranı, eğlenceyi, marka elbise alıp “trend” olmayı ve lüksü, kitap satın almaya, sinema, tiyatro, opera gibi faaliyetlere tercih ederdi.
Tabii entelektüel savlarınızın onaylanmasını istiyorsanız, bu acı sosyalliği, kaygı bozukluğu yaşayan, kendine vakit ayıramayan, emeğinin karşılığını alamayan “modern insanın” çilesi olarak da okuyabilirsiniz.
Ütopya, olmayan yer anlamına gelir. Ülke çapında bir tahayyül olup inşa edilmesi mümkün olmayan, teoride kalan bir mesele olması bakımından “zihniyet devrimi”, işte ütopya kelimesinin tam da bu çekirdek anlamına karşılık geliyor.
Haberlerden bunalıp balkona çıktım. Uzaklarda bir yerde bir diskonun lazerden ışıkları şehrin karanlık silueti üzerinde dans ediyor. Anlaşılan bir yerlerde geceye rağmen “maskeli balo” sürüyor. İnsanlar yeni maske ve kostümlerle, hiç olmadıkları kadar kendileri ve kendileri olamadıkları kadar başkaları, hayatın panayırına katılıyorlar. Bilirim ki orada yalan, rafine ve tortusuzdur.
Koyu karanlığın mevsimindeyiz, ruhlarımız çıplak. Bu çağda aslında öyle bir manevî sefalet var ki.
Fakat her şeye rağmen her yeni günün yeni bir çağırısı var.
Hayat içinde debelenip durduğumuz, debisi yüksek bir nehir. Sen yine de kalpten kalbe köprüler kur. Çünkü yakalar birleşmek ister. (JHK/EMK)
*Görsel: Pixabay