Fotoğraf: Anadolu Ajansı /Dakar (Arşiv)
Makalenin İngilizcesi için tıklayın
Osman İşçi, 25 Mart 2020’de bianet’te yayınlanan yazısında, koronavirüs salgınını bir insan hakları meselesi olarak tespit ediyor ve süreçte insan hakları savunucularının neler yapabileceklerine işaret ediyor.
İşçi, yazısında salgını sağlık hakkıyla ilişkilendirerek; “sağlık hakkının tam olarak yaşama geçirilmesi herkes bakımından erişebilir, ücretsiz, nitelikli olması ile doğrudan alakalıdır” diyor. Salgını hak bağlamında ele alan bu yazıdan yola çıkacak olursak eklemede bulunmak gerekiyor: Koronavirüs salgını bir insan hakları meselesidir ve bütün insan hakları meseleleri, barışla ve barış hakkıyla yakından ilişkilidir.
Nitekim uluslararası platformda da bu ilişki BM Genel Sekreteri Guterres tarafından kuruldu. Guterres 23 Mart’ta salgının boyutlarına ve sağlık hakkına dikkat çekerek çatışma bölgelerine ateşkes çağrısında bulundu. Guterres birçok ülkede insanların sıkışık mülteci kamplarında yaşadığını ve insanların kamplarda hastane yataklarına ve solunum cihazlarına ve hatta suya ve sabuna erişebilecek durumda olmadıklarını hatırlattı; savaş ve sağlık hakkı arasındaki ilişkinin dünyanın barış ihtiyacını bir kez daha ortaya koyduğunu da belirtti.
Kuşkusuz Guterres’in bahsettiği barış, savaşın ya da çatışmamanın olmaması hali. Oysa barış, savaşın ya da çatışmanın olmamasından çok daha fazlası. Bu dar tanımı bir kenara bırakılacak olursa barış, insanların insani ihtiyaçlarının karşılanmasından toplumsal adalete, insan haklarının gerçekleştirilmesinden hak ihlaline yok açan/açabilecek koşulların ortadan kaldırılmasına uzanan çerçeveyi işaret ediyor.
Ne var ki bütün dünyada mevcut politikalarla, devletle, uluslararası sistemle, kapitalizmle, militarizmle, ayrımcılıkla, şiddetle ve savaşa ayrılan bütçeyle hesaplaşmadan ya da en azından bunları sorgulamadan barış talebini dile getirmek mümkün değil. Esasında barış talep edenlerin itham edilmeleri, itibarsızlaştırılmaları, dışlanmaları da bu yüzden.
Koronavirüs salgını başladığından bu yana kimlerin ifade özgürlüğünün engellendiği, kimlerin tehdit edildiği ve itibarsızlaştırmaya çalışıldığı düşünüldüğünde insan haklarının bütünselliği ve haklar arasındaki diyalektik ilişki olanca berraklığıyla açığa çıkıyor.
Gerçekten de korona virüs salgını sadece erişilebilir sağlık hizmetlerinin önemini değil; ırkçı, ayrımcı ve cinsiyetçi olmayan erişilebilir eğitimin gerekliliğini; ücretli iznin, sosyal güvenlik sisteminin ve iş güvencesinin hayatiliğini; kapalı kurumlardaki sağlık koşullarının halk sağlığı ile ilişkisini; mültecilerin ve dezavantajlı diğer grupların kırılganlığını bize her gün tekrar tekrar hatırlatıyor.
Ama belki de salgın vesilesiyle ilk akla gelenler can güvenliği olmayanlar… Evden çıkamamanın doğrudan sonuçlarından birisi kadınların ve çocukların maruz kaldığı şiddetin giderek artması ama diğer yandan daha da görünmezleşmesi. Koronavirüs salgını sağlık, eğitim, istihdam politikalarının sorunlarını gözler önüne serdiği gibi içimizdeki ırkçılığı, ayrımcılığı, cinsiyetçiliği ve türcülüğü de yadsınamaz hale getirdi. Virüsün Çin’e mal edilmesi nedeniyle Uzakdoğululara yönelen ırkçı ve ayrımcı dil, sokaklarda yaşlılara yapılan muameleler, sanki beslenme kültürle ilişkili değilmiş gibi beslenme alışkanlıkları üzerinden yapılan cinsiyetçi ve türcü espriler…
Buradan bakıldığında barışın, biraz da mevcutla mümkün olan arasındaki mesafeyle ilişkili olduğu ve ancak mesafe kapandıkça tesis edilebileceği söylenebilir. Öte yandan mevcutla mümkün olan arasındaki mesafe arttıkça bütün insan hakları tehdit ve ihlal edilebilir, hukukun dışına kolaylıkla çıkılabilir hale gelir ve kriz anları, örneğin bir salgın bu mesafenin ne kadar arttığını bize en somut haliyle gösterir; barış sadece savaşın yokluğu anlamında düşünüldüğünde dahi…
Nitekim Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) raporlarına göre sadece silahlanma ve savaş için harcanan para bütün dünyada 2 trilyon doları buluyor ve bu miktar sürekli artıyor. Sayılar sadece az gelişmiş ülkelerin değil gelişmiş ülkelerin de bütçelerindeki önemli bir payı silahlanmaya ayırdığını gösteriyor.
SIPRI’nin daha önceki araştırmalarına göre ise silahlanmaya ayrılan paranın küçük bir miktarı ile tüm dünyanın beslenme, barınma, sağlık ve eğitim sorunları on yıla kalmadan çözülebilir. Mevcutla mümkün olan arasındaki mesafeye dönecek olursak, içinde bulunduğumuz süreçte, gerçekliği ortaya seren tüm hak ihlallerine, bunları belgeleyen raporlara ve yapılan uyarılara gözlerimizi ve kulaklarımızı kapatıp evde oturmak bile (elbette evde kalabilenler açısından) güvende hissetmemize yetmiyorsa, salgını bütün sebep ve sonuçlarıyla beraber barış hakkı çerçevesinde de düşünmemizin vaktidir. (KT/EMK)