Evlerle sınırlanan ve sınırlanması gereken zamanlarda gündemi belirleyen gelişmeler, önlemler, sınırlayıcı kararlar ortasında okumak giderek önem kazandı. Sosyal paylaşımlarda öne çıkan kitap önerileri ve yazınsal alıntılara bakarsak, mesleki ya da kişisel düzlemde okuma alışkanlığı olanların, ya da kitabevleri/dergilerin sınırlamalar getirilmiş hayatımız içinde kitabın yerini vurgulaması çok doğal.
İnsanın tek başına bir dünyayla buluşması, oturduğu yerden başka insanlara ve bilmediği yazgılara ulaşabilmesi okuma deneyimiyle gerçekleşen özgül bir durumdur. Evde kalma zorunluluğumuz bağlamında, kitaplarla dostluğumuz, daha da ayrıcalıklı bir hal aldı.
İnsanın Kuşatılmışlığını Anlatmak
Salgın anlatıları savaş anlatılarına benzer. Güç koşullar altında, bir insan topluluğunun hayatta kalma mücadelesi, ailelerine ve sevdiklerine kavuşma arzusu, birlikte mücadele verdiği kişilerin yitimi gibi, insan olma deneyiminin belki en zorlu süreçleri, savaş gibi salgın anlatılarının da dokusunu oluşturur.
Batı kanonunun mantığı içinde, yazınsal yapıt “bireysel düşüncenin imgesidir” ve “Kanon’un teşvik ettiği gerçeklik sınamasının bilincinde, ölümlülük bellekle buluşur” (H. Bloom, Batı Kanonu, İthaki,2014; s. 41). Harold Bloom’un kanon görüşünden yola çıkarak biz de diyebiliriz ki, dönüp dönüp okuduğumuz o eskimeyen anlatılar, bir yandan insan olma koşulunu aktararak toplumsal belleğe katılır ve bir bakıma ölümsüzlük söylemine dönüşür; diğer yandan da, seküler edebiyatın tarihsel bellekle ilişkisini -koruma ya da tartışma potansiyelini- sürdürür.
Batı edebiyatında salgın anlatıları tıpkı savaş anlatıları gibi topyekün bir dönüşümü, mücadele ve kaybı bir arada işler; yine tıpkı savaş anlatısı gibi, ortak mücadele tek tek bireyleri çevresinde toplar. “Olayın patlak vermesi, insanların şaşkınlığı, olayın farkına varış, seferberlik ve kayıplar eşliğine kurtuluş” şeklinde bir dizim (sentaks) hem savaş, hem salgın anlatılarının ortak paydasıdır. Ortak yazgı bireysel yazgıları kuşatırken sahneye ölümle birlikte cesaret, özveri ve umut çıkacaktır. Kaçınılmaz ve gerekçesiz bir adaletsizliğin karşısına insan iradesini yerleştiren anlatılar, ölüm ve yaşam arasındaki salınıma göre ilerler.
Öte yandan, “tarihsel anlatı”yla bir tutulamayacak olan bu tür edebiyat anlatıları, varlıklarını tarihsel olaylara borçludurlar. Avrupa tarihinde savaşlar kadar toplumsal çalkantılar da edebiyatın söyleminde yaşamaktadır.
Fransız Aydınlanmasının en önemli yazarlarından Voltaire’in deprem bağlamında bireyin yazgısını Tanrı ve din düşüncesiyle birlikte ele aldığı unutulmaz “Lizbon Felaketi Üzerine” (1756) şiirini bugün okuyup etkilenmeyen yoktur. Depremler, felaketler, salgınlar, savaşlar belki de Avrupa edebiyatının ortak bellekle olan en güçlü bağına işaret eder. Özellikle savaş deneyiminin cephelerde yaşananlar üzerinden aktarılması, Avrupa edebiyatında önemli örneklerle hayat bulmuştur.
Görünen ya da görünmeyen bir tehdidin kuşattığı insan hayatının, trajik olaylar dizisi halinde anlatıldığı romanların ortak noktası, bir felaket çevresinde oluşan kolektif bilinci yansıtması; ve bunu yaparken, bireyin yalnızlığı, çaresizliği, umut ve umutsuzluk arasında kalması gibi evrensel koşulları, roman kişilerinin tehdit karşısındaki savunmasızlığını bize göstermesidir. Günümüzde okur kitlelerini cezbeden şu çıkışsız dünyayı gösteren distopik anlatıların çoğunda bu anlatı mantığı bulunmaktadır.
Veba Bir Salgın Anlatısı mı, Savaş Alegorisi mi?
Korona salgınının ilk haftalarından başlayarak Fransa ve İtalya’da satış rekoruna giden, yıllık satış sayısını sadece birkaç ayda yakalayan Veba’nın İkinci Dünya Savaşı alegorisi olduğu; kuşatma altında kalan insanlığı ya da Yahudi kıyımı gibi tarihsel trajedilerle ilişkilendirildiği bilinir. Öte yandan, kolektif bir felaketin dile getirilmesinde, veba gibi, tarih boyunca toplumların karabasanı olmuş salgının metinsel kurguya temel oluşturması ne kadar açıksa, Albert Camus gibi, insanın var olmasına odaklanmış bir yazarın ufkunda, salgının insanı esir etmesi ve onu varlık/hiçlik ya da nedenlilik/nedensizlik gibi ikilemlerde bırakmasının yazıya taşınması da o kadar anlaşılırdır.
Bununla birlikte, Yabancı ve Düşüş gibi anlatılarının ulaştığı çekiciliğin Veba’da bulunmadığı da yine Camus uzmanlarının ortak fikridir. Yıllarca Veba Fransız liselerinde bir ders kitabı olarak okutulan sıkıcı bir kitap olagelmiştir. Üslubun renksiz, kuru, fazla nesnel, hatta soğuk ve monoton olduğu araştırmacılar kadar, hemen her okurun paylaştığı bir görüştür. İlk bölümde, salgının belirtilerini neredeyse “raporlayan” bir tarzda, Oran kentinin sokaklarında giderek artan sayıda sıçan ölülerinin uzun uzun betimlenmesiyle okurda daralma duygusu uyanır. Her an kitabı bırakmak işten bile değildir.
Ancak Doktor Rieux’nün, ilkin resmi mercilerle mücadele etmesi ve onları ikna etme çabaları, ardından tek başına giriştiği mücadelesi ve bir süre sonra kendisine katılan Tarrou ve diğerleriye aralarındaki dayanışma çok geçmeden Camus’nün sesini duyururmaya başlar. Her yapıtında değişmez bir referans oluşturan duru bilinç ve aydınlık görüş (lucidité) gibi kavramların ışığında felaketin anlatısı başka bir görünüm kazanır. Artık bir insanlık durumudur anlatılan, beklenmedik bir zamanda herkesin içinde bulunabileceği bir durum. Kaçışsızlık artık üzerinde düşünülecek bir koşula dönüşür okur için de.
“Onlar da vebanın düzenine ayak uydurmuşlardı, veba etkili olduğu oranda, vasatlığı da artıyordu. Aramızdan hiç kimsenin artık öyle coşkulu duyguları yoktu (…) İlk haftaların deli coşkusu artık yerini bir çöküntüye bırakmıştı, ama bunu boyun eğiş olarak görmek doğru olmaz, geçici bir razı olma durumundan başka bir şey değildi (…) Yurttaşlarımız yola gelmişti, uyum sağlamıştı (…) Bakışları öyle bıkkındı ki, onlar sayesinde kent bir bekleme salonuna dönüşmüştü”.
Saydam ve yalın bir üslup içine Oranlıların içine düştüğü durum “aşina” hale gelir bizlere. Kitleseldir artık her anlatılan: Çaresizlik, korku, yardım arayışı, iyileşme umudu ve ölümler.
“Bazen, gece yarısı, o sıralar boşalmış olan kentin sessizliğinde, kısacık bir uyku için yatağına yatmadan önce, doktor radyosunun düğmesini çeviriyordu. Ve dünyanın uzak noktalarından, binlerce kilometre ötelerden, sahibi bilinmeyen ve kardeşlik dolu sesler beceriksizce dayanışma duygularını dile getirmeye çalışıyordu; aslında bunu söylüyorlardı, ama aynı zamanda da, başına gelmesi olanaksız bir acıyı paylaşma durumunda, her insanın içinde bulunduğu o korkunç çaresizliği kanıtlıyorlardı.”
Salgın Anlatısı ve Veba’nın Üslubu
Albert Camus bu anlatıyı kurarken, ortak bir trajediyi aktarmak ve bunu yaparken hastalığın seyrini de yazıya katmak amacıyla, ikili bir üsluba ihtiyaç duyduğunu dile getirmiştir. Çünkü salgın, toplumsal olduğu kadar bireysel bir anlatımı da gerektirmektedir. Camus uzmanlarının da belirttiği gibi, kitabın birinci bölümünde son derece bireysel bir üslupla, olayın geçtiği kentte, sıçan ölülerinin giderek sıklaşması ve halkın bu yeni durum karşısındaki tavırlarını, kısaca bireysel hikayeleri okuruz. Hastalığın ilerleyişiyle birlikte kolektif anlatı devreye girer.
Yaygınlaşan çaresizlik, ölümler, halka seslenen rahip, resmi aktörler, kolektif üslupla anlatılır. Romanın sonuna doğru giderek artan kayıplarla birlikte serumu uygulaması yavaş yavaş hastalığı geriletmeye başlar. Bu andan itibaren üslup yine kişisel tona bürünür; sürecin başından beri görevini bir an olsun aksatmamış Doktor Rieux gibi okur da, artık kentin yavaş yavaş eski günlerine döneceğini, ama büyük dönüşümün izlerini taşıyacağını bilir. Bireysel üslup ailelerin kayıplarına, yitirilmiş umutların arasından filizlenen cılız yaşama sevincine işaret eder.
Romanda salgın bireysel/kişisel olanla kitlesel/kolektif olanın kesişme noktasında yer alır. Romanın dili, herkesin hayatını tehdit eden “düşman”a karşı girişilen ortak mücadeleyi bireylerin dramlarıyla dokur. İyileşemeyip ölenler, ölümden kurtulanlar ya da kendini öldürenler “topluluk” düşüncesinin farklı yüzlerini anlatır. Tıpkı bugün olduğu gibi, romanda da birey kendini ötekinden sakınmak durumundadır, ama aynı zamanda ötekine ihtiyaç duymaktadır.
İçinde olduğumuz ve bizi evlere kapatan Korona salgını, edebiyatın yetkin bir dille anlattığı “kitlesel”den “kişisel”e uzanan eksende olduğumuzu anımsatıyor. Denetlenemez ve yıkıcı bir güç gibi sahneye çıkan “salgın” birden çok söylem biçimi üretiyor: Korkuyla ve kaygıyla biz sıradan insanların ürettiği söylemler, inanç söylemi, erk’in söylemi, bilimsel söylem. Dikkatle bakınca, bunların her biri farklı bir hayat ve dünya anlayışını yansıtıyor ve her biri farklı bir “insan” tanımlıyor.
Edebiyat bize salgını anlattığında, belki de hiçbir söylemin yapamadığını yapıyor: Kolektif imge evrenimizin (imaginaire collectif) insanlığın ortak tarihiyle bağını görmemizi talep ediyor. İçinde yaşadığımız dünyada, toplumsal olanla bireysel olanın, birbirinden ne denli kopmuş olduğuna işaret ediyor. Ve yazarak eylemde bulunan, insanlığın karanlık gecesini aydınlık bir bilinçle kaleme alan Camus’nün angajmanını hatırlatıyor.
Salgın insanlığın kadim olgularından birisidir; dolayısıyla kaçınılmazdır. Romanın sonunda okuyucuya da hissettirildiği üzere, bir gün geri gelmek üzere sahneden bir süreliğine çekilir ancak. O halde yeryüzünde bununla yaşamanın bir yolu olmalı. Camus, mutluluk denilen şeyin dünyadan razı gelmek olduğunu söyler; insanın yüceliği, dünyayı olduğu haliyle kabul etmesinden gelir. Olanlar karşısında alçakgönüllülük ve dayanışmayla, açık görüşlü ve aydınlık bir düşünceyle yolumuza devam etmekten başkaca bir yol yok. (NÖK/DB)