Yeryüzü sofrası ne güzel düşünce… Ne güzel şey, hep bir ağızdan türkü söyler gibi inanca saygı duymak. Yere yakın durmak, gönlü kibirden uzak tutmak…
Aynı saygının herkese, her yerde gösterileceği günleri de görürüz umarım. Umarım Anadolu'nun gözden ırak köşelerinde ramazanda oruç tutmayanlar için de böyle güzellikler yapılır günün birinde... Umarım ramazan orucu yedi diye kimsenin başına kötü şeyler gelmez bundan böyle. Madem ki yeryüzü sofrası kuruldu bir kere…
Anadolu'nun gözden ırak köşeleri derken öyle çok uzağa gitmeye de gerek yok aslında. Tam da yanı başımızda oluyor olanlar. Oluyormuş olanlar meğerse...
Çocukluk arkadaşım Hasret'le karşılaştım birkaç yıl önce. Yakantoplardan, lastik atlamalardan, evciliklerden neredeyse kırk yıl sonra ilk karşılaşma. Almanya’ya yerleşmiş, öğretmenmiş, emekli olunca yazlık almış Ayvalık’tan. Arada bir Ankara’ya da uğruyormuş Türkiye’ye geldiğinde. İyi ki gelmiş de karşılaşmışız… Kocatepe'den komşumuz Haydar amcanın kızıydı Hasret.
O zamanlar "apartman görevlisi" icat edilmemişti daha. Haydar amcaya ben “amca” derken, annemler “Haydar efendi” derlerdi. Böylece, benim evlerinden eksilmediğim bazı komşuların hem bizimle aynı mahalleli ama hem de bizden biraz başka olduğu ima edilmiş olurdu o “efendi”yle.
Hasret'le Kuğulu'da karşılaştık, çay içip konuşurken anladım ki, onca içlerindeydim de hiçbir şeyin farkında değilmişim ben meğer...
Birbirimizin evinde yer içerdik. Oyun oynanacağında evlerden yaygılar, evcilik malzemeleri taşınırdı büyük ciddiyetle. Yoluk saçları orlondan, düğme gözlü bez bebeklerle, İzmir Caddesi'ndeki Amerikan Pazarı'na yeni yeni gelmeye başlamış gözkapakları açılıp kapanan, biberonla su içirdiğimde anında altını ıslatan bebeklerin hangi evden geldiğinin önemi yoktu. Önemli olan tek şey, ayağımızda sallarken, hangimizin bebeğini daha çabuk uyutacağıydı. Kocatepe Su Deposu’nun dibindeki çayırda zor bela uyuttuğumuz bebekleri pışpışlayarak yaygının kenarına usulca yatırırdık. Aman uyanmasınlardı… Evden getirdiğimiz patatesleri eğri büğrü doğrayıp, yaktığımız ateşte mahsusçuktan pişirip "beylerimize" akşam yemeği hazırlamak gerekirdi çünkü fazla da oyalanmadan. Okullar daha tatil olmadıysa papatyalarla, havalar iyice ısınmışsa, yani bizim Erdek’e gitme zamanlarımız yaklaşmışsa, pisipisi otlarıyla salata yapmak da lazımdı hem yemeğin yanına. Mahallenin sümüklü oğlanlarından en kahraman, yani dizleri en çok yaralı olan ikisinin beylerimiz olduklarından haberleri olmasın varsındı… Patatesler kavrulup akşam yemeği piştiğinde çay tabakları, teneke çay kaşıkları, boş ilaç tüpleri, kibrit kutularıyla sofra kurulur, günün dönmeye başladığının farkına varılmazdı.
Ta ki, ya Kamber teyze ya da annem, "Hadi eve!" diye seslenene kadar... Annemin "Yemek hazır"ı , "baban geldi" ile tamamlanırdı. Onlardaysa yemek, zaten hep evde olan Haydar amcanın bahçeyi güneş çekildikten sonra sulaması bitince yenirdi. “Hasret'lerde yiyeyim bu akşam n'olur!” yalvarmalarım üç akşamda bir işe yarardı. Kaş göz etmelerini görmezden, seslenmelerini duymazdan gelip canından bezdirdiğim annemin, “ne halin varsa gör, eve gelince hesaplaşırız” bakışıyla azıcık zehir olurdu akşam gerçi. Ama dünyanın en lezzetli kıymalı makarnasını yapan, yanına da bizdekinden hep daha güzel çıkan karpuzları kesen Kamber teyzenin yer sofrasına geçip, sofra bezini dizlerime çektiğim anın mutluluğu her meşakkate değerdi.
Böyle şeyler konuşmak istemiştim işte Hasret'le… Uzun uzun konuştuk da bunları... Bazen gülerek, Haydar amcanın ya da babamın adı geçtiğinde gözlerimiz dolup dalgınlaşarak bazen de.
Unuttuğu ne çok şeyi hatırlıyor insan çocukluk arkadaşıyla konuşurken. Yer sofrasındaki mavi plastik sürahinin baskısı kaymış kırmızı ve turuncu çiçeklerini, çay tabaklarındaki elbezlerinin sabun kokusunu, sofradayken neşelenmeyi, yemek bitince Haydar amcanın, kahve isterken Kamber teyzeyi şakadan itekler gibi yapıp, "Kalk kız, kayfe…" deyip bizi güldürmesini... Dünyanın en güzel sofrasını işte...
Bir de hiç hatırlamadıklarını, hiç farkında olmadıklarını öğreniyor insan çocukluk arkadaşıyla konuşurken.
Kamber teyzenin, ramazan aylarında gece sahura kalkıyorlarmış gibi olsun diye mutfakta tabak çanak takırtısı yaptığını… Sahur bulaşığı yıkıyormuş gibi suyu açtığını... Bizim evde de oruç tutulmadığı halde yapmadığımız ne çok şeyi Haydar amcaların yapmak zorunda olduğunu...
Anneme sordum da, “Haydar efendiler mi? Bilmiyorum ki... Yoktu o zaman öyle şeyler, hepimiz birdik, komşuyduk” dedi. Hepimiz birmişiz de, sadece Haydar amcalar sahura kalkmış gibi yapıyorlarmış ama diye düşündüm...
Yeryüzü sofrasının güzelliğini görünce, Kamber teyzemin güzel yer sofraları geldi aklıma. Bende emeği çok olan Haydar amcamı sevgiyle andım. Mekânı aydınlık, yolu ışıklı olsun... Haydar amcamın, Kamber teyzemin, kendilerini tutmadıkları oruçların sahuruna kalkmak zorunda hissetmelerinin farkında değildiysem bunca yıldır, benim de payım vardır bu ayıpta diye utandım.
Belki ramazanda oruç tutmayanlar için de yeryüzü sofraları kurulur günün birinde. O sofralar, umarım Kamber teyzemin yer sofraları kadar güzel olur... (FÇ/EKN)