Bir müddet yaşayacağım yeni memleketim Brüksel'den bahsedeyim size biraz. İstemeseniz de çarpıldığınız havasından başlayalım.
Bilhassa, attığı nemli kroşelerle yatağa düşürme hususunda bir hayli kabiliyetli. İki aydır içli bir soğuk kol geziyordu.
Buranın yerlileri, geçen hafta "artık kış bitti" dediler. Pek inanasım gelmedi. "Kış bitmez" gibi bir takıntım olduğu için değil, yaşlıların fersiz gözleri gibi arada bir bulutların arasından kendine gösteren güneşe pek güvenemediğimden olsa gerek. Nitekim kar, "yok öyle üç kuruşa beş köfte" dercesine duruma arada bir müdahale ediyor.
Bürokrasi ve uluslararası "hareketlilik" açısından NATO ve AB başkenti olması hasebiyle Brüksel dünyada önemli bir yer işgal ediyor.
Nitekim çikolata ve biradan sonra bence Belçika'nın meşhurları arasında mutlaka sayılması gereken bürokrasiyle istemesek de biz de müşerref olduk.
Maalesef hiç kaçacak yer bırakmamışlardı. İlk tanışmamız ev taşıma sırasında gerçekleşti. Zaten başlı başına bir mesele olan taşınmak, Brüksel'e olunca daha da bir zorlaştı.
Evinizi taşımak için binanın önüne taşınmayı yapacağınız gün araç park edilmesini (buranın en belalı sorunlarından park yeri probleminin bir göstergesi olarak) engellemek için bir hafta öncesinden belediyeye yüz küsur Euro yatırarak başvuruyorsunuz.
Apartmanın önüne bir gün öncesinden bırakılan park yasak tabelasına rağmen Brüksel ahalisi park yapmakta ısrarcı oluyor. Bunun üzerine siz polisi arıyorsunuz, polis önce insaniyet namıma çevrede park etmiş araçların sahibini bulmaya çalışıyor.
Olmadı hırsız teknikleriyle arabaların kapılarını açıp, yüklenip gidiyorlar. Hadise bunla da bitmiyor dar merdivenler ve küçük asansörler yüzünden eşyaları taşımak için bir de harici asansör kiralamalısınız. Eh bir de bütün bu işlemleri bir kaç kere tekrar etmek zorunda kalacağınızı düşünürseniz gerisini siz hesap edin.
Brüksel'deki Türkiyeliler
Hemşehrilerimizin vaziyeti, Başbakan Erdoğan'ın "Zaten 5 milyon vatandaşımız Avrupa'da yaşıyor alacaksınız alın!"* tehdidine şüphesiz mühim bir destek oluşturuyor.
Shaerbeek denilen mıntıkada, küffarın kuşatmasına rağmen, ananevi değerlerimize sımsıkı sarılmış vaziyette, sanki derin Anadolu'da bir kasaba yaşıyormuşçasına, "gavur kısmına" meydan okumaktalar.
Amma ve lakin hayatın cilvesi mi, şeytanın bir oyunu mu bilinmez, sağlık sorunları nedeniyle bilhassa kefere kısmına mecbur olmaktan çoğu zaman kurtulamıyorlar.
Şöyle ki, hemşehrilerimiz Türkçeden başka bir dil bilmemeleri münasebetiyle "bir sebeple" memleket topraklarını terk etmiş Rum, Ermeni ve Yahudi doktorların kapılarını yoğun bir biçimde aşındırıyorlar.
Doktorların muayenehanesinde kaç çelik kapı mı var? "Kapılar ne kadar zamanda mı eskiyor" dediniz. O işlerden hiç anlamam hele Brüksel de bir kapının kaça değiştiğini hiç bilemem...
Bitirirken hemşehrilerimizin "dayanışma" ilişkilerinden mutlaka bahsetmeliyim.
Her ne kadar ne sayıca ne de "dayanışma" etkinliklerinde Araplarla yarışamasak da lüzum halinde bizimde bu konularda bir takım adetlerimiz olduğu belli.
Geçen tramvayda bilet kontrolüne denk geldim. Memurlardan biri hemşehrimizdi. Hemen bilet kullanmamış olan öteki memleketlilerimiz ona yanaştı. O da onları cezalandırmadan sohbet ve selametle uğurladı. Brüksel'de Türkiye manzarası özetle böyle... (AS/HK)
* Şimdi memlekette mühim yazarlar Erdoğan'ın söylediklerini tercüme etme/akla uygun hale getirmekle meşguller. Ben de onlara bir özeneyim dedim: "Ey Avrupa birliği, öyle kaleleri fethetmek için humbaracılara, lağımcılara artık ihtiyacımız yok. Hattı zatında Avrupa'da vatandaşımızın ikamet ettiği muhitler birer kale, camiler hisar, icabında dönerciler birer tabya sayılır. Nitekim bir gece ansızın zuhur edebiliriz. Ayağınızı denk alın".