Elbette biz kadınlar, sosyal medyadaki bu dilin reel hayatın bir uzantısı olduğunu çok iyi biliyoruz. Sokaktaki tacizin, evdeki şiddetin, tecavüz kültürünün bu cinsiyetçi söylem ve pratiklerden türediğini de...
Öncelikle bu yazının yeni hiçbir şey söylemediğini belirterek başlamak isterim. “O zaman niye yazıyorsun?” diye sorabilirsiniz. Cevabı şu: Kadınlar olarak nasıl bir iklimde yaşadığımızı hatırlamak ve biraz da hatırlatmak için…
Çok uzak bir zamana gitmeyelim, yalnızca geçtiğimiz mayıs ve haziran aylarında sanatçı, gazeteci, siyasetçi ve erkek siyasetçilerin eşi olarak bildiğimiz birçok kadın sosyal medyada cinsiyetçi bir dile, ayrımcılığa, tacize, tehdide ve aslında topyekün bir şiddete maruz kaldı. Onların şahsında bütün kadınlar olarak ayrımcılığa maruz kaldık daha doğru bir ifadeyle.
TIKLAYIN - 2008'den 2020'ye bianet erkek şiddeti çeteleleri
Eril tahakküm
Avrupa Konseyi’nin “Cinsiyetçiliğe Dur De” kampanyasına ait internet sayfasındaki bilgiye göre tüm dünyada “Parlamento'ya seçilen kadınların % 58.2'si sosyal ağlarda cinsiyetçi saldırıların hedefi olmuştur.”
Yine Konsey’in verilerine göre cinsiyetçiliğin özellikle hedefi haline gelen kişiler “Bazı kadın grupları, örneğin genç kadınlar politikacılar, gazeteciler veya halka mal olmuş kişiler”dir. Bu bilgiden hareketle çok taze olan hafızalarımızı yine de bir yoklayalım:
Geçen mayıs ayında bazı “milli” ve “erkek” hesaplar, muhalif gördükleri Canan Kaftancıoğlu, Nevşin Mengü, Berna Laçin ve Feyza Altun’u cinsel saldırı imalarıyla kendilerine hak görerek taciz ve hatta tehdit etmişti.
“Hak görme” meselesi cinsiyetçi dilin ve eril zihniyetin belki de en önemli unsurlarından. Bu eril zihniyete göre “düşman” görülen kadınların bedenleri üzerinden “cezalandırılması” son derece normal ve hatta kendilerine bahşedilmiş bir hak. Bu hak görme hali, hiçbir “düşman” erkek üzerinde kurulmayacak, kurulması dahi düşünülmeyecek eril tahakküme işaret ediyor.
Haziran ayına geldiğimizde ise sosyal medyada bu defa Başak Demirtaş benzer düşmanca hislerle aynı eril zihniyetin saldırısına uğradı. Yine bir kadının bedeni üzerinden yürütülen şiddetle ve aslında hukuken cinsel saldırı tehdidi niteliğindeki ifadelerle. “Düşman” ilan edilen erkek bir siyasetçinin eşi olmak, bu saldırının hedefi haline gelmeye yeterli görülebilirdi bu zihniyete göre.
Her kesimden ve birçok politik çevreden bu şiddet diline tepki geldi, kamuoyunda Başak Demirtaş’la güçlü bir dayanışma gösterildi. Birkaç gün önce ise Esra Albayrak’ın eşi Berat Albayrak tarafından yeni çocuklarının doğumu sosyal medyada duyurulduktan sonra bu sefer Esra Albayrak aynı cinsiyetçi ve eril dilin saldırısına maruz kaldı.
Cinsiyetçilikle mücadele
Başak Demirtaş’a kısa süre önce gösterilen dayanışmanın bir benzeri gösterildi, siyasi olarak çok ayrı yerlerde duran bu iki kadının ismi bu bağlamda beraber zikredildi. Hatta Başak Demirtaş, Esra Albayrak için bir destek mesajı paylaştı.
Özetle, başta kadınlar olmak üzere kamuoyu tepkisini gösterdi. Bu suçları işleyen faillerin ve şiddete maruz kalan kadınların kim olduğuna, hangi siyasi görüşe mensup olduğuna bakmadan eşit ve adil bir şekilde cezalandırılıp cezalandırılmayacağını, şiddete maruz kalan kadının kimliğine bakarak faillerin sırtlarının sıvazlanıp sıvazlanmayacağını ise zaman içinde göreceğiz.
Peki bu kadınlar birer eş ve anne olmasaydı bu tepkiler aynı etkide verilir miydi? Çünkü her iki olaya verilen tepkilerin çoğu yine toplumsal cinsiyet rollerini besleyecek bir yerden verildi: Eş ve “kutsal” annelik üzerinden… Dolayısıyla kişinin kim olduğu ve herhangi bir kutsallık atfedilip atfedilemediği üzerinden verilen tepkiler değişkenlik gösterdi.
Eş ve anne kutsallığı üzerinden değil, bir kadının sadece kadın olduğu için maruz kaldığı şiddet ve ayrımcılığa amasız ve eşit değerde karşı durmadıkça ayrımcılıkla ve cinsiyetçilikle mücadele etmek imkansız gibi görünüyor. Çünkü yukarıda adını saydığım kadınlar, yalnızca kadın oldukları için bu saldırılara maruz kaldı; hepimizin her gün sosyal medyada, sokakta, evde maruz kalmaya devam ettiği gibi.
İstanbul Sözleşmesi
Elbette biz kadınlar, sosyal medyadaki bu dilin reel hayatın bir uzantısı olduğunu çok iyi biliyoruz. Sokaktaki tacizin, evdeki şiddetin, tecavüz kültürünün bu cinsiyetçi söylem ve pratiklerden türediğini de. Eşitlik talebinin bizim için hayati olduğunu da.
Toplumsal cinsiyet eşitliği sağlanmadan ve zihniyet dönüşümü yaşanmadan, İstanbul Sözleşmesi etkin biçimde uygulanmadan, eşitlik için sesimizi yükseltmeden, erkek adaleti değiştirmeden kadına yönelik erkek şiddetinin hiçbir düzlemde son bulmayacağını da.
Bu sebeple kadınlar, toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılığa ve şiddete maruz kalan herkesle dayanışmanın en güzel örneklerini gösteriyorlar bugünlerde yine.
Diğerinin kim olduğunu, hangi politik görüşe, hangi sınıfa mensup olduğuna bakmadan. Eşit bir dünya inşa edeceğimiz ve ayrımcılığa son vereceğimiz bir dünyanın inancıyla… (CA/EMK)