Kadına yönelik şiddet mi? Erkek şiddeti mi? “kadın kurtuluş hareketi”, ‘kravat indirimi’, ‘hayatına sahip çıkan kadınlar’ ve ‘feminist politika…’
Kavramlarımız bunlar ve daha fazlası…
BİA Atölye’de dün akşam (13 Kasım) düzenlenen BİA Çarşambası/ Medya Dışı Sesler programındayız.
Gazeteci, yazar İrfan Aktan’ın kolaylaştırıcılığında, konuk feminist avukat Meriç Eyüboğlu…
Konu “Erkek şiddeti, cezasızlık ve medya…” Kasım tam da böyle bir ay çünkü. 23 Kasım Cezasızlıkla Mücadele Günü… İki gün sonrası ise 25 Kasım Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü…
Gazeteci İrfan Aktan, tane tane soruyor, Meriç Eyüboğlu da anlatıyor.
Sözü şimdi onlara bırakıyoruz…
Şiddetin faili kim?
İrfan Aktan: Kadına yönelik şiddet kavramından başlamak üzere kavramlar üzerinden gidelim…
Meriç Eyüboğlu: 2007 yılında Hürriyet Gazetesi “şiddet”le ilgili kampanya başlatmıştı. Sanırım bir şiddet hattı kurulmuştu. ‘Şiddete maruz kalıyorsanız bizi arayın’ diyordu. Ama bu şiddeti ne uygulayan, ne de maruz kalan vardı. Cinsiyetsiz bir şiddetti. Oysa bizim yaşadığımız şiddetin bir cinsiyeti vardı, yani fail belliydi, erkekti. Hürriyetin bu kampanyası, o günlerde 1987 yılında yapılan Dayağa Karşı Kampanya’nın 20. yılı eylemleri için toplanmakta olan bizler arasında bir tartışma başlattı. Hayırlı bir tartışmaya da vesile oldu aslında.
Zira o tarihe kadar feministler olarak “kadına yönelik şiddet” diyorduk, bu sözü sorgulamış mıydık bundan da emin değilim doğrusu. Kendi aramızda, iç dilimizde böyle diyorduk ama bizim açımızdan ne dediğimiz, kimi işaret ettiğimiz ve fail belliydi. Oysa Hürriyetin bu kampanyası ile birilerinin “şiddet”e maruz kaldığı yaygın olarak söylenip, anlatılırken şiddetin hep gelip kadınları bulduğu görmezden geliniyordu, atlanıyordu.
Bu nedenle 2007 yılında “kadına yönelik şiddet” yerine artık “erkek şiddeti” demenin ve faili özel olarak işaret etmenin önemli olduğuna karar verdik. Bu kavram yıllar içinde yaygın kullanılmaya başlandı. Bianet haberlerinde de, bugünkü toplantının başlığından da görüleceği üzere “erkek şiddeti” kavramı uzun zamandır kullanıldığını biliyorum. Bu vesileyle teşekkür de etmiş olayım en azından kendi adıma.
İrfan Aktan: Dil, kavramlaştırma neden bu kadar önemli?
Meriç Eyüboğlu: Sözlerin, kelimelerin içinin kolaylıkla boşaltıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Kavramları nasıl tanımladığımız, içini nasıl doldurduğumuz derdimizi anlatabilmemiz için önemli elbette. Söylediğim gibi şiddeti cinsiyetsizleştirip, erkeklerin kadınları, kadınların da erkekleri dövmesinin mümkün olduğu düzleminden bakınca ne erkek şiddetinin kökenini ne de kadınlarla erkekleri arasındaki yüzyıllık eşitsizliği anlamak mümkün olur. Keza ne de erkeklerin kadınları ezdiğini…
Failin biyolojik olarak erkek olmakla sınırlı olmadığını aslında “erk” olan olduğunu da LGBTİ hareketinden öğrendik yıllar içinde.
Kadınlar ve erkekler olarak bir dizi “rol” yükleniyor aileden başlayarak toplumsal hayat içinde. Biz kadınlar küçük yaştan itibaren ayaklarımızı kapatarak oturmayı öğreniyoruz örneğin. Toplu taşıma araçlarında erkeklerin yayılarak oturması nedeniyle yaptığımız “bacağını topla” kampanyasını hatırlarsınız. Onlar bunu öğrenerek büyümüyor belli ki (gülüyor)
Yüklerden kurtulabilsek keşke
İrfan Aktan: Erkekler için de roller yok mu?
Evet tabii onlar için de var. Kadınların “namus” bekçiliğinden, “evin reisi” olmaya kadar… Hiçbiri matah şeyler, vazgeçilmeyecek şeyler değil aslında… Bizi sıkıştırdıkları bu roller hiçbirimiz için hayırlı değil elbette. Bu yüklerden kurtulabilsek keşke...
İrfan Aktan: Sanırım dün Diyanet İşleri Başkanı’nın yayınladıkları kısa video ile ilgili açıklamasını okudum. Herkes görevini yaparsa, rolünü oynarsa sorun olmaz diyor. Kadınların görevi yemek yapmak, masayı toplamak, erkeğin görevi de bu esnada telefonunu kurcalamak…
Evet tabi, sürekli aynı mesaj veriliyor; kadınlar itiraz etmezse erkeğin her dediğini yaparsa hiçbir sorun çıkmaz!. Bu içerikteki bir tv programı hakkında şikayetçi olduk, telefonla bağlanan kadın eşim beni dövüyor diyor. İlahiyatçı bilmem kim profesör zaat “itaat edersen bir şey olmaz, ses çıkarma itaat et” diyor.
Bu memleketin savcısı da bu içerikteki bir programda bir suç, bir sorun görmüyor. Ama bu noktada bir yanlış anlama olmasın erkek şiddeti de, emeğimize el konulması da, toplumsal yaşamdaki ikincil konumumuz da AKP dönemine özgü değil. Onlar iktidarda değilken de bizler eziliyorduk. Kuşkusuz yükselen, yükseltilen muhafazakarlık, kadınlar olarak durumumuzu daha da kötüleştirdi. Militarizmin yükselmesi de her tür şiddeti körüklüyor. Haklarını teslim edeyim hiçbir iktidara nasip olmayan bir kararlılıkla ve cüretle kazanımlarımıza, haklarımıza da saldırıyorlar.
Keza erkek şiddetiyle mücadele yerine, bütün politikanın boşanmayı önlemek, aileyi korumak üzerine kurulması, müftülük nikahı, çocuk yaşta evliliklerin meşrulaştırılma çabası, sürekli çocuk doğurmak, daha da çok daha da çok çocuk doğurmak mesajları, “makbul kadın” tarifi yanı hamileyken sokağa çıkmayan, kızlı erkekli yaşamayan, kalabalıkta kahkaha atmayan, genç yaşta evlenen vs kadın tahayyülünü atlamadan söylüyorum. Siyasi iktidarının yürüttüğü politikalar, maruz kaldığımız eşitsizliği, ayrımcılığı vs, üzerimizdeki tahakkümü katmerlendirdi ama bizim mesele muhafazakarlığın, politik islamın yükselişinin içine sığmaz. Oradan bakarak tariflenemez.
"Toplumsal rollerin doğduğu köke bakmak gerek"
“Mesele”yi anlamak için bizlere yüklenen bu toplumsal rollerin doğduğu köke bakmak gerek. Bu kökü tariflerken bizler sistem analizi yapıyoruz. Bunun adına erkek egemenliği, patriyarka, cinsiyetçilik, toplumsal cinsiyet…ne dersiniz deyin sonuç olarak kadınların, erkeklerle eşit olmadığı bir dünya söz konusu. Üzerimizde hissettiğimiz baskı, şiddet ve tahakkümün diğer baskı ve tahakküm biçimleri karşısındaki özgül niteliği ve sistematik yapısının, tarihsel ve toplumsal analizi bizi hem cinsiyetçi iş bölümünün maddi temeli olan ev içindeki üretim ilişikleri hem de toplumsal cinsiyetin oluşmasının maddi zemini olan beden politikalarına götürüyor. Daha açık ve anlaşılır ifadesiyle erkekler tarafından emeğimize el konmasıyla, bedenimize yönelik baskı ve müdahaleler arasında bir bağ/bir bağlantı, organik ilişki var.
İrfan Aktan: İslamcı kadınlarla ve feminist kadınlar Türkiye mevcut siyasetinin üzerinde ortak bir mücadele geliştirebiliyor mu?
Meriç Eyüboğlu: Kendisini Müslüman feminist olarak adlandıran arkadaşlarımız var, uzun zamandır birlikteyiz. Gezi döneminde de yan yanaydık, Barış İçin Kadın Girişimi’nde de, erkek şiddetine karşı mücadelede de…Yani eski yıllardan farklı olarak yollarımız sadece beden politikaları (başörtüsü) üzerinden kesişmiyor artık. Sadece patriyarkaya değil, kapitalizme karşı da zorumuz var. Mevcut hükümet politikalarına karşı da ortaklaştığımız çok husus var. Anlaşamadığımız şeyler de var elbette ama feminist hareket homojen bir hareket değil zaten. Çok sesli ve renkli bir hareket. Hiçbirimiz birbirimize benzemiyoruz zaten (gülüyor)...
AKP’nin kendi “sivil toplumu”nu inşaa etme sürecinde pekçok kadın örgütü de kuruldu. Kahdem, kurucusu Sümeyye Erdoğan olduğu için, üye sayısı daha çok olduğu için, çok parlatıldığı için, en meşhurları. Nafaka saldırısıyla başlayıp, “İstanbul Sözleşmesi’nden türkiye imzasını çeksin” kampanyası ile devam eden süreçte bu geniş blokta farklılıklar yaşandığını gördük.
Örneğin Kahdem, istanbul sözleşmesinin iptal edilmemesiyle ilgili mahcup açıklamalar yaptı. Onlara yönelik de, aksini savunan bizlere yapıldığı gibi büyük bir sosyal medya saldırısı yapıldığını gördük. Ancak bu pozisyon o çevredeki tüm kadınlar için geçerli değil. Pek çok İslamcı kadın yazar korkunç yazılar kaleme aldı/alıyor. Lakin istanbul sözleşmesi kimi demeçlere konu olsa da, hükümetin gündeminde yer alan bir konu değil. Bu yönüyle bu konuda açıklama yapmak çok zor değil. Ancak AKP’nin kesin olarak hayır dediği bir konuda aksine tutum aldıkları bir örnek yok, mevcut perpektifte olması da mümkün değil kanımca.
İrfan Aktan: Peki bu mağdur babalar kim? Ne istiyorlar?
Meriç Eyüboğlu: İstanbul Sözleşmesi ve Nafaka tartışmalarının odağında “aile” kurumu var. “Kutsal aile zarar gördü, görüyor. Boşanmalar arttı, artıyor. Çocuklar perişan, erkekler (kocalar) perişan…Kim çıkardı bu boşanmayı allah aşkına!?” diye özetlenebilir. Akit, mili gazetede vb yerlerdeki köşe yazılarına, bu konuyla ilgili o cephede yapılan açıklamalara bakınca hep aynı temayı görüyoruz; kadınlar cesaretlendiriliyor, aile elden gidiyor... Yani mesele, erkeklerin nafaka ile ceplerinden para çıkmasına karşı kopardığı yaygara değil basitçe. Bir hak olarak “nafaka” da, içerdiği düzenlemeler ile istanbul sözleşmesi de kadınları güçlendiriyor diye bu kadar büyük bir saldırı var. Yani saldırı en genel anlamda kazanımlarımıza…
İrfan Aktan: İstanbul Sözleşmesi 2011’de imzaya açılıp 2014’te Türkiye’de yürürlüğe girdiyse neden bugün saldırı altında?
Meriç Eyüboğlu: Türkiye Avrupa Konseyi ülkeleri arasında ilk olarak ve hiçbir şerh düşmeden imzaladı İstanbul Sözleşmesi’ni 2011 yılının 8 Martında…Bu propagandif olarak sürekli altı çizilen bir husus. Oysa imzası eski olsa da, 5 yılı geride bırakırken uygulamada bir milim yol gidilmedi. Sadece uygulama değil, bu Sözleşmeyle uygun yasal düzenlemeler de tamamlanmadı.
Benzer bir çıktıyı “nafaka hakkı” konusunda da görüyoruz. Kadın Dayanışma Vakfı’nın yaptığı ve kasım ayının ilk günlerde açıkladığı araştırmaya göre nafaka ortalaması 370-TL. Bunun 50-TL, 100-TL olduğu örnekler olduğunu belirteyim. Dava dosyaları üzerinden yapılan bu çalışma bir başka savımızı daha doğruladı. Bu hükmedilen nafakaların %50den fazlası zaten ödenmiyor.
Bu nedenle başlayan saldırı için somut bir vaka, bir olay, bir tarih, bir neden aramak anlamlı değil.
Kadın hareketi, toplumsal muhalefetin en kalabalık, en coşkulu, en direngen bileşenlerinden biri. Bunu özellikle Gezi’nin hemen arkasından başlayan o sert iklimde sokağa çıkabilen tek hareket olmamızdan başlayarak, ohal dönemi, kayyum atamaları gibi tüm sert dönemleri kastederek söylüyorum. Kuşkusuz en görünür kısmı 8 Mart'lar.
İstanbul’da 17 senedir feminist gece yürüyüşü yapıyoruz. Gözümüz gibi sakındığımız bir eylem elbette. Gelenekselleşmiş bir yürüyüş, feminist gece yürüyüşü.
Ancak bu 8 Mart'ta, feminist gece yürüyüşü oldukça sert bir polis şiddeti ile karşılandı. Bütün taksim ve istiklal caddesi saatler öncesinde ablukaya alındığı halde onbinlerce kadın buluştu yine de. Sadece fiziki saldırıya maruz kalmadık, günlerce bu saldırı “ezan okunurken slogan attılar” vs açıklamalarıyla, türlü çeşitli hakaretlerle, tehditlerle sürdü gitti. Elbette ilk kez bir kadın eylemine müdahale edilmiyor, ancak bu kalabalıkta, bu meşruiyette bir eyleme, 8 Mart gibi bir güne bu pervasız müdahale, tekil bir örnek ya da o günlerin konjoktürü diye adlandırılabilecek basitlikte değil. Kadın hareketine de, hareketin bu ısrarcılığına, kararlılığına da, yanı sıra kadınlar olarak toplumsal konumumuzdaki kimi değişikliklere, en somut olarak güçlenmemize, itiraz etmemize, haklarımıza talep etmemize yönelik bir müdahale, bir saldırı aynı zamanda.
Tek çeteleyi bianet tutuyor
İrfan Aktan: Bir sayı dolanıyor, AKP döneminde erkek şiddetinin yüzde 1400 arttığı söyleniyor. Bu doğru mu?
Meriç Eyüboğlu: Milletvekili Fatma Kurtalan 2009 falan diye hatırlıyorum. Mecliste kadın cinayetlerinin sayılarına ilişkin bir soru önergesi veriyor. Cevaben Adalet Bakanı tarafından 2002-2009 yılları arasındaki kadın cinayetleri rakamları açıklanıyor. İşte o rakamlara göre 2002 ile 2009 arasında yani 7 yıl içinde kadın cinayetleri yüzde 1400 artmış. Evet doğrudan Adalet Bakanı’nın yaptığı açıklama nedeniyle bu veriye sahibiz. Yüzde 1400 çok çarpıcı bir rakam olduğu için akıllarda yer etti.
Oysa Bakanlıklar tarafından başka açıklamalar da oldu. Örneğin Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, o zamanki ismiyle Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı 2011 yılıydı galiba birbirlerinden farklı 3 ayrı kadın cinayeti sayısı açıkladılar.
Örneğin 2017 yılında Gamze Akkuş İlgezdi’nin sorusuna cevap veren Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı yine birbirinden farklı rakamlar açıkladı.
Dolayısıyla bu yapılan açıklamalar güvenilir değil, sadece 3 bakanlık arasında değil bakanlıkların önceki yıl yaptıkları açıklamalarla da tutarsızlıklar var. Üstelik bizim “kadın cinayeti”, “erkek şiddeti” diye adlandırdığımız pek çok cinayet bu sayılara dahil edilmiyor, keza dönem dönem artış gösteren ama her daim var olan kadın intiharları da, zehirlenme, kaza vb cinayetin üstü örtülmesi için icat edilmiş türlü ölümleri de içermiyor.
Tüm eksikliklerine rağmen İçişleri Bakanlığı'ndan 2016 için yaptığı açıklama dudak uçuklatıcı türden. 2016 yılında 4 dakikada 1 kadın şiddet gördüğü gerekçesiyle polise başvurmuş! Kaç kadının şikayetçi olduğu, olabildiği düşünülünce isyan etmemenin mümkün olmadığı anlaşılıyor.
İçişleri Bakanı Soylu son olarak erkek şiddetinin azaldığını açıkladı bir de!
Neyse ki bizim de bir kaynağımız var; bianetin çetelesi. Hem politik olarak hem hukuki süreçlerde bu çeteleye dayanıyoruz. Uzun yıllardır hem ulusal hem uluslararası ölçekte atıf yapılan güvenilir bulunan tek kaynak bu çetele. Hepimiz için hem çok kıymetli bir kaynak hem önemli bir arşiv.
Peki erkek şiddetinde artış mı yoksa kadınlar şikayetçi olduğu için mi görünürlük söz konusu?
Bu uzun zaman aramızda tartıştığımız başlıklardan biriydi. Eksik gedik de olsa sayılara bakınca artış olduğu ortada ama bu konudaki algı da, kavrayışta bir değişiklik olduğu da ortada. 2007-2008 yılında “kadın cinayetleri politiktir” demeye başladığımız, metinlerimize, pankartlarımıza yazmaya başladığımız zamanlarda “neden politikmiş canım” tartışmasını yanı başımızdakilerle yapıyorduk. Ayşe Yılbaş’ın, terlik ve pijamalarıyla evden kaçıp, uzuun zaman boyunca boşanmaya çalıştığı jitem mensubu kocası tarafından öldürülmesinin ardından bu davayı feministler ve feminist avukatlar olarak takip etmeye başladık. Katilin avukatlığını hepimizin tanıdığı bizim çevrelerden bir erkek avukat üstlenmiş.
Öğrenince feministler olarak gidip kendisiyle konuştuk, bu dava politik bir dava burada avukatlık üstlenme dedik. O da, bir sürü avukat da, bir sürü insan da özetle “hadi canım neden politik olsun” dedi. Çünkü kadın olduğumuz için öldürülüyoruz, nerede, hangi işte, hangi konumda olursa olalım, hangi sınıfa mensup olursak olalım sadece kadın olmak öldürülmek için yeterli. Bu cinayetler aynı kökenden kaynaklanıyor, o yüzden milyonlarca kadın cinayetinden bahsediyoruz. Bir cinse yönelik apaçık katliam var… Bu kadınlara yönelik politik, sistematik bir saldırı…
İçselleştirilmiş midir ayrı konu ama şimdi bu cinayetlerin politik cinayet olduklarını geniş bir toplumsal kesim tartışmıyor.
Bizim kendi aramızdaki tartışmalarda vardığımız durak hem artış var hem en sevmediğim kelimeyle “farkındalık” arttı, bu nedenle daha görünür ve farkına varılır oldu diye özetlenebilir.
İrfan Aktan: Tekrar eksik bıraktığımız kısma erkek şiddetine, ilk başladığımız yere dönersek...
Meriç Eyüboğlu: Mesele en basit ifadesiyle erkekler ayrıcalıklardan vazgeçmemesi aslında. Erkek şiddeti kadınları baskı altında tutmanın, kadınların bu ayrıcalıklara talip olmamasının, kendisine biçilen rollere uymasının bir aracı. Erkeklerin bu “erk”le ve erkeklikle bir meselesinin olması, ayrıcalıklarını bırakma konusunda gönüllü ve istekli olması gerekiyor.
Özgecan Aslan cinayetine elinde bir dövizle katılıp fotoğraf çektiren adamın, iki gün sonra Özgecan’a çok benzer şekilde Cansu Kaya’yı öldürdüğü topraklarda yaşarken, Özgecan Aslan için sokaklara dökülen binlerin neden Cansu Kaya için, daha önce ve daha sonra öldürülen binlerce kadın için sokağa çıkmadığını da görmemiz gerekiyor.
Sadece erkeklerin erkekliğiyle hesaplaşması yetmez, toplumun da bu ikiyüzlülüğüyle hesaplaşması gerekiyor.
TIKLAYIN - bianet erkek şiddeti çetelelerinin tamamı
Çünkü aslında LGBTİ Hareketi içselleştirmeye çalışmak elbette kolay değil ama bunu yapmak için tutarlı demokrat olmak yeterli ama kadınları feminist hareketi kabul etmek için tutarlı demokrat olmak yetmiyor ayrıcalıklardan da vazgeçmek gerekiyor. Zaten bu kadar tacizin tecavüzün bu kadar yaygın olmasının izahının başka bir nedeni yok.
İrfan Aktan: Bu konudaki klişelerden biri de “eğitim şart” meselesi. Eğitim şart mı, kime yönelik, ne eğitimi? İşe yarar mı?
Meriç Eyüboğlu: Onlarca profesör bilmem kimin cinayet, tecavüz, cinsel taciz haberi yayınlanıyor her gün. Öğrencilerini taciz eden akademisyenler, kavanozda dışkısını biriktirip eşinin üzerine atan kendi deyimiyle “entellektüeller”…kimler kimleri gördük. Çok değil birkaç ay önce Diyarbakır Barosu avukatlarından Müzeyyen Boylu’yu boşanmaya, kurtulmaya çalıştığı doktor “koca”sı öldürdü… Mevzunun okur yazarlıkla ilgili olmadığı ortada. Bu eski yıllarda “kadınlar “töre cinayeti” sonucu öldürülüyor katiller de hep kürtler ama bakın batıda kadınlara bir şey olmuyor” diye özetlenebilecek algının/propagandanın bir türevi aslında. Yoksullar dövüyor, cahiller tecavüz ediyor, “sapıklar” kaçırıyor, ruh hastaları küçük yaşta çocuklarla “evleniyor”… Meseleyi böyle tahlil ederseniz ne erkek şiddetinin toplumsal dayanaklarını kavrayabilirsiniz ne de mücadele edebilirsiniz. Ama böyle düşünmek büyük erkek kalabalıklarını rahatlatıyor. Herkes erkek şiddetine karşı, hatta Özgecan’in ardından yapılan eylemlere katılan Cansu Kaya’yı öldüren o herifte karşı… Bu şiddeti uygulayanlar sapıklar, hastalar filan diye kabul edince, bizzat o erkeğin uyguladığı şiddet kendi zihninde aklanmış oluyor.
İrfan Aktan: Son olarak yargıdaki erkekliği sorayım. Siz “erkek adalet değil gerçek adalet” diyorsunuz. Neden?
Haksız tahrik indirimi de, kısaca “kravat indirimi” diye adlandırılan iyi hal indirimi de ceza kanununda yer alan ve teorik olarak tüm suç tipleri için uygulanması gereken maddeler. Yani kanunda bu indirimler fail/sanık erkekse uygulanır kadınsa uygulanmaz diye yazmıyor. Oysa bu konuda korkunç bir çifte standart ve iki yüzlülükle karşı karşıyayız. Sanırım Nevin Yıldırım kararı ile herkes için görünür oldu. Nevin, Isparta Yalvaç’ta sistematik olarak tecavüze uğruyor. Bu durum tüm köy tarafından bilindiği halde 2 yıl müdahale edilmeden izleniyor, dedikodusu yapılıyor ama kimse karışmıyor. Nevin sonuç olarak seçeneksiz kalıyor, tecavüzcüyü öldürüyor.
Ankara’da Hatice Kaçmaz’ı, evlilik teklifini kabul etmediği için öldüren adama “tutku derecesindeki aşırı sevgiden kaynaklı duygusallığın etkisiyle" bu cinayeti işlediği için indirim uygulayan mahkemeler, Nevin’de ne haksız tahrik indirimi ne de iyi hal indirimi uyguladılar. Üstelik Nevin’in kararı Yargıtay tarafından da onandı, kesinleşti.
Aslında hayatına sahip çıkan kadınların davalarında Yargıtay 1 Ceza Dairesi’nin “meşru müdafaa” değerlendirmesi yaparak verdiği/onadığı berat kararları vardı.
Çilem Doğan, Yasemin Çakal, Hülya Halaçkay…daha niceleri… öldürülmemek için öldürmek zorunda kalan kadınlar. Hepsinin hikayesinde sistematik erkek şiddeti var, sığınağa gitmişler, devletin kurumlarına başvurmuşlar, ailelerinin kapısını çalmışlar, uzaklaştır kararı almışlar… Ama tüm kapılar suratlarına kapanmış, çaresiz ve yalnız kalmışlar. Hepsi de yine şiddetin yaşandığı bir anda kendini savunma çalışmış ve erkeği öldürmüş. Onlara tanına seçenek cezaevi ya da mezar. Benzeri milyonlarca kadın gibi şimdi aramızda olmayabilirlerdi, hepimiz biliyoruz.
Bu patriyarkal sistemi de, erkek yargıyı da çok rahatsız edecek bir gelişme. Hele bu kadar bilinmesi, konuşulması, kampanyalara konu olması, alenen sahiplenilmesi…Nitekim çok çok açık meşru müdafaa durumlarında bile ağır ceza mahkemelerinden keza Yargıtay 1 Ceza Dairesinden kadınlar lehine kararlar alamıyoruz git gide…Bu konudaki hava da aleyhimize dönüyor belli ki. Ama biz kadınlar çaresiziz, kendi hayatlarımıza sahip çıkmaya da, sahip çıkanlarla dayanışmaya da devam etmek dışında hiçbir seçeneğimiz yok." (EMK)