Haberin İngilizcesi / Kürtçesi için tıklayın
80’li yılların popüler sinemasından meşhur bir sahne:
Hastanede geçen bir pembe dizinin çekimi yapılmaktadır. Hastanenin müdiresi Emily Kimberly, kocası tarafından dövülmüş bir kadının odasını ziyaret eder. Yataktaki yüzü gözü şiş kadın “Gidecek yerim yok, kimim kimsem yok, ne yapacağımı bilmiyorum” diye sızlanırken, Bayan Emily senaryonun dışına çıkarak “Kocan seni dövdüğünde sen neden evden gidecekmişsin?” diye hayretle sorar. Hızını alamayarak devam eder: “Aynı olay benim başıma gelse, elime geçirdiğim en büyük şeyi adamın kafasına indiriverirdim.”
Dizi setinde herkes bu müdahaleden ötürü şaşkındır. Yaralı kadın senaryo gereği “Benim bütçem terapiyi kaldırmaz ki” diye cevap verince iyice sinirlenen Bayan Emily’nin ağzından şu laflar dökülür:
“Terapiden bahseden kim? Çocuklu, beş parasız ve kocasından dayak yemiş bir kadına terapi görmesini tavsiye etmek kadar büyük bir saçmalık olamaz.”
Erkek aklıyla yazılmış senaryo darmadağın olur, sahne aynen böyle çekilir, televizyonda yayınlanır. Bir anda kadın hakları savunucusu kimliği edinen müdire hanıma her gün ABD’nin dört bir yanından hayran mektupları yağar. Müdire Emily Kimberly rolünü oynayan aktris Dorothy Michaels ülke çapında kadınların idolü haline gelir.
Malum, filmin adı “Tootsie”dir, Emily (ve Dorothy) karakterlerini oynayan Dustin Hoffman’dır. Filmin ana karakteri olan işsiz aktör, kadın kılığına girerek televizyon dizisinde hastane müdiresi rolü için seçmelere katılıp kazanmış, rolü kapar kapmaz “içindeki kadın”ı ortaya çıkarmıştır. Kılık, kıyafet, makyaj, jest ve mimikler yetmez, “duyarlılık” da on para etmez, kadınlığın bir bakıma “ideolojisi”dir onu kadın kılan.
Gerçek hayatta, sinema camiasında son yıllarda yöneltilen suçlamalar, Hoffman’ın bu ideolojiden nasibini almadığını gösterse de, filmde şakayla karışık işlenen temel tez daima geçerlidir.
Eşitsizliklerle malul toplumsal hayatta kadınların safında duran, kadına yönelik erkek şiddeti hakkında söz almaya kalkışan erkek milleti mensupları, bu düşünce biçimini içselleştirmeye, içlerindeki “Tootsie”yi harekete geçirmeye muhtaç ve mecburdur, tıpkı filmdeki gibi, işe ilk önce “tootsie” (canım, cicim, çiçek, böcek) edebiyatına posta koymaktan başlayarak.
Şayet tootsie’cilik bir ham hayal, bir imkansız fanteziyse, erkeklikten türeyen cebir ve şiddet canavarını zaptetmek de mi o kadar imkansızdır?
***
Geçtiğimiz haftalarda “Müslüm” filmi, Müslüm Gürses’in hayatından belli parçacıkları yarım yamalak da olsa beyazperdeye aksettirmeyi başardı. Çoğumuzun unuttuğu, bilmezden geldiği veya bilmediği dayak cürmüne de ucundan şöyle bir dokundu.
Müslüm Gürses - Muhterem Nur aşkının buna rağmen hâlâ bir örnek aşk olarak nitelendirilmesi (hatta bu zorbalık ve ardından gelen pişmanlık sarmalının aşkın kuvvetinin kanıtı olarak sunulması) filmin değil, içinde yaşadığımız kahrolası hayatın bir zaafı olsa gerek.
“Müslüm” filminin anımsattığı bir realite var: Muhterem Nur, büyük ölçüde erkek diliyle yaratılan ve adına arabesk denen anlamlar yığınını Müslüm Gürses’ten daha erken, daha çok, daha iyi temsil ediyor.
Yirminci yüzyıl Türkiye’sinin elem, acı ve keder tarihini ciddiyetle araştırıp incelemek, yazıp çizmek veya filme çekmek isteyen biri, önce adım adım Muhterem Nur’un hayat öyküsüne ve Yeşilçam’daki varoluş biçimine eğilirse, sonra bunu Müslüm’le ilişkisine Müslüm Gürses arabeskine bağlarsa çok hayırlı bir iş yapmış olur.
Muhterem Nur “ömrünce ağlayan” kadındı. 1967 yılında, sinemadan elini eteğini çekmeye hazırlandığı, dansöz ve şarkıcı olarak ikinci sınıf gazino sahnelerinde boy gösterdiği dönemde bir 45’lik plakta “Ömrümce Ağladım” adlı şarkıyı okudu. (2017’de Gülsen İşeri’nin kaleme aldığı Muhterem Nur biyografisi de aynı adla yayınlandı.)
Şarkının sözlerini yazan şair Ümit Yaşar Oğuzcan plağın arka kapağına şu notu düştü:
“Hazin hayat hikayesini uzaktan izlediğim Muhterem Nur’un dimdik ayakta kalabilme çabasını daima takdir etmişimdir. Onun için ilk olarak okuyacağı plağın sözlerini benden istediği zaman bu arzusunu zevkle yerine getirdim. Değerli besteci Şekip Ayhan Özışık’ın sanatıyla değerlenen bu mısralar, Muhterem Nur’un sesi ile bütün sevenlerin ve acı çekenlerin şarkısı olacaktır.”
Muhterem Nur’un hayat çizgisi ile oynadığı roller arasındaki örtüşme herkesin dikkat çektiği bir olguydu. 1950’lerden itibaren hakkında yazılanlar, bizzat kendi anlattıkları ve anlatmadıkları, Ümit Yaşar’ın deyimiyle bu “hazin” öykünün ana istasyonlarıydı: Balkan göçmenliği, yetimlik, yoksulluk, sokakta tecavüz, enişte tacizi, fabrikada işçilik, komşu delikanlıyla evlilik, genç yaşta annelik, filmlerde figüranlık, derken başrol…
Muhterem Nur, Yeşilçam’ı Yeşilçam yapan ilk yıldızlardandı. Kemalettin Tuğcu, Kerime Nadir, Muazzez Tahsin Berkand romanlarında iyi (ya da makbul) kadına biçilen rolün emirlerini sinemada harfiyen yerine getirdi.
Agah Özgüç’e göre “Sürekli acı çeken, ağlayan, boynu bükük kadın kişiliğinin prototipi”ydi. Burçak Evren’e göre “Ezik, masum, dişilikten arınmış, mahallenin el değmemiş kızı”ydı.
Sonraki yıldızlar Muhterem Nur tiplemesine kattıklarıyla sinemada kendilerine yer edindi. Belgin Doruk bu tipe biraz şımarıklığı, Türkan Şoray biraz şehveti ekledi.
Gazete ilanlarında Muhterem Nur filmleri için kullanılan tanıtım metinlerinin birkaçına bakmak yeterli: “Mevzuu hakiki hayattan alınan muazzam bir aile faciası” (Son Şarkı). “Bütün kadınları hıçkırarak ağlatacak, erkekleri en kuvvetli heyecana sürükleyecek, bütün gençlere ibret dersi verecek bir film” (Annemin Gözyaşları). “Her günahkar kadının, her lakayt erkeğin, her sanatseverin hayranlıkla seyredeceği şaheser” (Ben Kahpe Değilim). “Aile yuvasının verdiği saadete inanan kadınların, evlatlarının istikbali için kıvranan annelerin, aşkı henüz tanıyan genç kızların filmi” (Kadın Asla Unutmaz).
Muhterem Nur sinemasından bahsederken, artık tek tük film çevirdiği 1970’lerdeki iki istisnai rolünün de altını çizmek gerekiyor: Bir kadın yönetmen, Bilge Olgaç, onu “Karagün” filminde görmüş geçirmiş bir hayat kadını, “Bacım” filminde ise çalıştırdığı kızları koruyan, kollayan, kurtarmaya çalışan bir genelev patroniçesi olarak gördü.
Mesleğin zirvesinden yavaş yavaş inişe geçtiği 1961’de ise Hayat dergisine kötü kaderinden ve o günlere gelene kadar katlandığı zorluklardan dert yanan Muhterem Nur, sinemadaki ilk on yılını olgun bir mizahla, kalenderce yansıtmayı biliyordu: “Rejisörler de filmlerdeki alınyazımı kötü çizmek için birbirleriyle yarıştılar. İki defa kör, birkaç defa verem yaptılar, 50 defa öldürdüler, sonra da gönlümü almak için bol bol gelin ettiler.”
***
Tracy Chapman’ın “Behind the Wall”undan Suzanne Vega’nın “Luka”sına, Billy Bragg’ın “Levi Stubbs’ Tears”ından Eminem’in “Stan”ine şiddetin ve istismarın çeşitli boyutlarından bahseden şarkıları dinledik, sevdik, baştacı ettik yıllarca.
Ama müzik delisi çocuklara Bertrand Cantat kadar şiddeti acıta acıta anlatan, kafasına dank ettiren olmadı bugüne kadar. Üstelik bir şarkıyla değil, gerçek hayatla.
Elbette sanat eserlerinin, filmlerin, şarkıların sahiplerinden bağımsız bir yaradılışı, bir yaşantısı, bir özgül ağırlığı vardır, ama Cantat’nın, sevgilisi Marie Trintignant’ı döverek öldürmesinden sonra, dahası şiddet eğiliminin tek tezahürünün bu ölümcül felaket olmadığı çeşitli tanıklıklarla açığa çıktıktan sonra, bir Noir Désir şarkısını içi cız etmeden dinleyebilen var mıdır acaba?
Kurt Cobain, kitlesel şöhretinden duyduğu rahatsızlığı, bir söyleşisinde gayet safiyane biçimde şöyle dile getiriyordu: “Albümlerimizi satın alan kalabalığı tanımıyorum. Kim olduklarını, kime oy verdiklerini, neye benzediklerini bilmiyorum. İçlerinden bazıları karılarını dövüyordur, kimileri taşındıkları zaman köpeklerini sokağa bırakıyordur. Bütün bu insanlarla tek bir ortak noktamız var mı?”
Günün birinde Cantat’nın da, Cobain’in tarifine uyacağı kimin aklına gelirdi? Cantat’ya kadar uzanmaya lüzum yok. Bu konuda kimsenin kimseye kefil olamayacağını hayat hepimize bir güzel öğretti. Bu tarife uyanlar, onlar (kendilerini bilirler), belki de yanımızdakiler, bazen en yakınımızdakiler değil mi?
Aile içi şiddeti konu edinen şarkılar arasında en etkileyicisi, (düz ve mecazi anlamlarıyla) en çarpıcısı, galiba Türkiye’de yazıldı. Herhangi bir kara mizah ya da kinaye ihtimalini düşündürtmeyecek kadar sarih biçimde şiddeti, kaba kuvveti, kötü muameleyi meşrulaştıran, meşrulaştırmak ne kelime, şirin gösteren bu şarkının çifte adı “Pata-Pata (Dayak Cennetten Çıkma).” Güney Afrikalı Miriam Makeba’nın meşhur şarkısı “Pata Pata”nın Türkçe aranjmanı. Orijinal şarkıyı alabildiğine istismar ettiği için, kör şiddeti ikiye katlaması da cabası.
Afrika Ana lakaplı Miriam Makeba, 1960’lardan itibaren Güney Afrikalı siyahilerin apartheid karşıtı özgürlük çığlığının ve Afrikalı kadınların feminizmle tanışmasının simgelerindendi.
Hayatı mücadele içinde geçti. Çocuk denecek yaşında bir polisle yaptığı ilk evliliğinde dayağa ve hakarete maruz kaldı. Amerika’ya göç ettikten sonra 60’lı yıllarda hayatını önce kendi gibi anti-apartheid hareketin sanattaki öncülerinden trompetçi Hugh Masekela’yla, sonra ABD’den kovulmayı göze alarak Kara Panterler’in liderlerinden Stokely Carmichael’la birleştirdi.
“Pata Pata” şarkısı 1967 yılında dünya çapında hit oldu. “Pata Pata” kıvrak ritmi, ferah melodisi ve yerel Xhosa lisanındaki sözleriyle dinleyeni kıskıvrak yakalayan harikulade bir dans şarkısıydı. Aradaki İngilizce resitatif bölümlerde, bu dansla hafta sonları Johannesburgluların nasıl coşup esridiği anlatılıyordu.
Şarkının politik yönü, hem ırkçı beyaz iktidara karşı dans ve direnişi eşdeğer tutmasında, hem de bizzat dansın figürlerinde yatıyordu. Polisin Johannesburg sokaklarında bıktırırcasına uyguladığı üst aramalarındaki el kol hareketleri “Pata Pata” dansının temel figürleriydi. “Pata Pata”nın kelime anlamı ise “Dokun dokun”du.
“Pata Pata” kelimesi Türkçedeki “pataklama”yı ya da “pata küte”yi çağrıştırmış olacak ki, nasıl bir iştahsa, söz yazarı Ülkü Aker ve şarkıcı Rana Alagöz, 1968’de çıkan plakta, güzelim şarkıya şu sözleri reva gördü:
“Sakın kızdırma onu
Döver pata pata
Sonra karışmam
O çok aksi pata pata
Bak dayak cennetten çıkma
Döver pata pata
Sakın ağlama sen ağlama
Vurma pata pata
Dünyada dayak yemeyen yoktur
Hepimiz biliriz bunu
Önce annemiz, sonra öğretmenimiz
Ondan sonra kim mi döver?
Bilin bakalım
Ay aman kızdırma
Döver pata pata
Sizi de sevdiğiniz dövüyor mu?
Üzülmeyin olur öyle şeyler
En son ne zaman tokatladı sizi?
Hadi saklamayın canım
Herkes dayak yer.” (DB/ŞA/APA)