Haberin Kürtçesi / İngilizcesi için tıklayın
Gerçekten de sorduğunuz sorunun farkında mısınız? Kaç erkek evet “ben kadına şiddet uyguladım” diyebilir. Olsa bile “ama”sı çok olan bir toplumuz.
Özellikle de şu ettiğiniz lafın çapına bakınca “kendi alanlarında önemli işlere imza atmış erkeklerin, erkeklik ve erkek şiddetine dair fikirlerini, düşüncelerini ve aslında tecrübelerini kayıt altına almak” diyorsunuz ve “tecrübelerini”nin altını çizelim.
Birçoğu gördüğüyle yetinecek. Toplum olarak gördüğümüzle yetinmeye alıştırıldık. Şiddetin kendisi de ahlakın ve saygının kendisi de göründüğüyle, gösterildiği haliyle yetinmeyi öğretti bize.
Kendini ifade edebilmenin birden fazla yolu vardır. Kimi insan güzel sözlerle kendini daha iyi ifade edebilirken kimileri de yazarak bunu yapar. Kimi tokat atarak, kimi laf sokarak dövmeyi erdem sayar. Kimi severek döver, kimi sayarak vurur. Şiddet sadece kaba dayak değildir.
İnsanın anlayışı yaşa mı, tecrübeye mi, işe mi bağlı? Kültür farkını, geleneksel ahlak ve aile bağlarını bir kenara iterek ne denli yol alabiliriz...
Topluluklar içinde dayak yiyen kadın olunca herkes fırlar ama erkek olsaydı ne yaparsınız? Bir keresinde bir meyhanede bir erkeğin karısından dayak yediğine tanık oldum. Herkes susuyordu, ben de susmuştum; o halde bendeki güdü; kadının korunmaya muhtaç olma halinden mi kaynaklı?
Peki, eski örneklerim ne olacak, insan hakları, kadın hakları, sol, siyaset, annem, babaannem…
Ben objektif olabilir miyim?
80’li yılların ortalarıydı. Arkadaşlarla buluşup zaman geçirmek için Beyoğlu’nda bir kahveye giderdik. Parasına da oyunların oynandığı bir mekân olması nedeniyle çay için ayrıca ücret almazlardı. Rahat bir yerdi. Çok fazla da bilinmezdi. Şimdi tam hatırlamamakla birlikte kuş sevenler derneği gibi bir tabelası da vardı.
Ama orada hiç kuştan bahsedilmezdi ara sıra otomobil sohbetleri yapıldığı olurdu. Onun şu marka, bunun bu marka otomobili var gibi. Çok net hatırlıyorum; “biri nasıl gidiyor” diye sormuştu da “motor sardı, yatıyor” cevabına gülenlerin neye güldüğünü asla anlamamıştım.
Motor sardı ve yatıyordu.
Sorun ne ki!
Günlerden bir gün, masanın birinde dördüncüyü bekliyorlardı, yeni oyun için.
Benden rica ettiler, “arkadaşımız gelene kadar bize eşlik eder misin” diye, bildiğim bir oyun olduğu için memnuniyetle karşıladım. Sonra da ilgili arkadaş gelince oyundan kalktım.
Bu durumu gören bir arkadaşım bana çok kızdı. “Sen nasıl o masada oyun oynarsın” diyerek beni azarlamaya başladı. Anlamadım... Nedenini sordum. Önce sustu ve suratıma baktı sonra da “birinin halk otobüsü diğerinin de taksisi olduğunu bilmiyor musun” dedi.
Bütünüyle konu dışıydım; hiçbir şey anlamadım ve ne var ki bunda diye düşündüm. Bilseydim ne değişecekti.
Sonra yüksek sesle içimden geçirdiğim cümleyi dile getirdim: “Ne var bunda!” Yanıt; “saçmalama” şeklinde olunca sustum. Artık daha fazla tartışmanın bir anlamı yoktu. Sonra, çok sonra neden “saçmaladığımı” öğrendim.
Meseleye bak, "halk otobüsü" var demek, Karaköy’de "kerhanede dostu var" demekmiş. "Taksi" ise "telekız dostu" olan anlamına gelirmiş.
Çok sonra, yıllar sonra bu olay tekrar aklıma takılınca, egemen dil ve erkek egemen söylemi yeniden hatırladım, bu durumun konuşuluyor olabilmesi bile bir şiddet ve eşitsizlik hali değil mi?
Geriye dönük düşündüğümde önce çocukluğum, sonra gençliğim, siyasi anılarım takıldı durdu aklıma. Annemi düşündüm, ilkokul sıralarındayken çok kez babamdan dayak yediğine tanıklık ettim.
Bir de kapı aralıklarından gelen annemim ağlama seslerini hatırlarım. Kapı aralıklarından dinlediğim için ikinci kişileri pek hatırlamam; belki kimseler yoktu ama annem çok sıkıldığında kimseler olmasa da yüksek sesle konuşur derdini anlatırdı.
Bu türden konuşmaların sonuna gelen repliği hiç unutmam: “Çocuklarım olmasa bir dakika bile durmam...” Ben böyle bir yükle büyüdüm. O yükün altında ezildim, anacığım acı çekti. Bu şiddete karşı çıktığımda ise neredeyse iş işten geçmişti.
On yedi yaşındaydım. Evin içinde zincirlerini koparmış bir boğa misali kükrüyordum: “Bir daha anneme vurursan, ben de senin anneni döveceğim!” diye... Bir takım küfürler eşliğinde kendime sözler veriyordum. Kimin duyduğunu hatırlamıyorum, önemi de yoktu. Babamın duyması da gerekmezdi. Sesimin kendi kulaklarımda çınlaması bana yetiyordu.
Bir gün yine annemi ağlarken buldum. Bana söylenmesini, benim duymamı istemiyordu fakat ben söylenmeme halinden zaten anlayacağımı çoktan anlamıştım. Annem yine dayak yemişti. Üstelik nedeni de bendim.
Ben de sözümü yerine getirdim: Annesinin yani babaannemin üzerine yürüdüm bir kaç yumruk salladım ve biri veya ikincisi de isabet etmiş olabilir. Günler sonra gördüğüm ise vurduğum yerin morartısıydı. Bu morartı yıllar yılı gözümün önünden gitmedi.
Utandım, üzüldüm, kahroldum, gizli gizli çok ağladım.
Kararım netti ve evi terk ettim. Arkadaşlarımda kalmaya başladım. Annemin acılarının son noktası benim acılarımın başlangıcı oldu; çünkü babam, böyle bir şeye asla bir daha teşebbüs bile etmedi.
Çünkü babaanneme vurmanın çözüm olmadığını anladığım bir gün eve gelmiş, kapıdan içeriye bağırmıştım; “Bir daha anneme vurursan seni vuracağım!” diye. Bu tehdit babamı korkutmazdı, belki de duymadı bile ama benim için bu laf önemliydi. Evin çevresinde çınladı durdu...
Özel hayat; sadece duvar, kapı, pencere ve perdelerle muhafaza edilen bir alan mıdır? Aile bir zırh mı? Sorunları kimseyi ilgilendiremez mi? Bu dokunulmazlık zırhına bürününce her türlü olumsuzlukları barındırma hakkına sahip kılar mı kendini?
Benim anladığım bir gerçek şu: Özel hayatın özelinde hep kadınlar şiddet görür. Acı çeker.
Bu satırları karalarken aklıma bir kitap ismi geldi: “Ünlü Erkeklerin Gölgesinde Yetenekli Kadının Yazgısı”.
Inge Stephan’ın kaleme almış olduğu bu muhteşem çalışmada dünyadan yaşanmış örneklerle verilir. Erkek egemen kültürde her zaman dile getirilen evin direği tamlaması kadını işaret eder. Eğer bir yuva yıkılırsa mutlak kadın tarafından yıkılır.
Öyle ya boşuna mı şu sözü yapıştırmışlar: “Yuvayı yapan dişi kuştur.”
Düşündünüz mü neden? Bir evin yönetimini, geçimini ve ailenin mutluluk içinde yaşamasını kadın sağlar anlamında söylenmiştir. Her şeye rağmen “mutluluk”... Bozulursa sorumlusu da odur. Erkeğin gölgesinde kalmayı kabullenen bir kadın, o erkeğin egemenliğine sığınmayı da kabullenir. Burada anlatılanlar kaba şiddet olmasa dahi içinde bir şiddeti barındırır...
Erk olma hali hep egemen olandır. Her istediğini yaptırabilme gücü, sözün geçerli olma haline bir de erkeklik eklenirse, işte o zaman felaket başlar... Nasıl mı? Tam da Oscar Wilde’in dediği türden: “Bu dünyada iki felaket vardır. Biri, kişinin istediğini alamaması, diğeri ise almasıdır. İkincisi çok daha kötüdür; bu gerçek bir felakettir!”
Evde, okulda, askerde, hayatta değişmeyendir. Herkes bir dil tutturmuş gidiyor, gücü, korkusuzluğu ve erkek duruşunu temsil eden örnekler sıralanırken Erdoğan, Trump, Putin ya da şimdilerin gözdesi Macron’u örnek gösteriyorlar.
Peki, bunlar erkek olduğu için mi yoksa iktidar olduğu için mi bu denli güçlü. Örneğin, Angela Merkel’e ne diyeceğiz ya da eski örnek olmakla birlikte Çiller (Tansu) ya da Margaret Thatcher’i nereye koyacağız? İktidar erkektir demek yeterli. Ama her yerde. İşte Wilde’in sözlerindeki ikinci hal hem erkek hem de erktir.
Hayatın kendisi bir siyasettir aynı zamanda. Değişmeyen gerçekler gibi kadın da her anlamda ve alanda da değişmez.
“Ve soframızdaki yeri, öküzümüzden sonra gelen...” kadınlarımız der Nazım Hikmet. Boş verelim niye dediğini, kime dediğini... Ama bu yazgı sol içinde de böyle.
Evvel zaman içinde yıl 1976, lise yıllarımda, okulun sorumluluk düzeyinde biriydim. Tabii siyasi olarak. Günlerden bir gün, bir arkadaşımızın bir kız arkadaşımıza âşık olduğu, birlikte oldukları bilgisi ulaştı bana. Hemen işi, gücü, okulu bir yana bırakıp, okulun kapalı spor alanına çektim ikisini de.
Anlatın bakalım nedir mesele dedim. Kızın gözümün içine bakıp, af dilercesine; “biz birbirimizi seviyoruz” demesi halen gözümün önünden gitmez. Sonra erkek arkadaş bir savunma yapar ama nafile... Kararım kesin ve nettir. “Siz böyle bir şeyi asla yaşayamazsınız, …” falan filan… bilenler bilir o zamanlar işler böyleydi. Kız ısrar edince de ittim, yanımdaki arkadaşlar uzaklaştırdılar. O aşk da oracıkta son bulmuştu.
Bu bana bir süre sonra öyle bir ders oldu ki her gördüğüm yerde kızdan utandım... Gelişmelere açık biriydim, okuyan araştıran bir yanım vardı. Kısa zamanda kendimi düzelttim, esnek, demokrat, çağdaş bir sorumlu düzeyine kısa zamanda ulaştığıma kendimi ikna ettim.
Tam bir yıl sonra buna benzer bir olayı yeniden farklı şekilde yaşadım. Bir kız arkadaşımız benimle önemli bir mesele konuşmak istediğini söyledi. Memnuniyetle kabul ettim. Bir kenara çekilip başladık konuşmaya. Kısa bir giriş yaptıktan sonra okul bitince onu isteyeceklerini anlattı bana. Ben geçen olaydan ders çıkarmış biri olarak “sen istiyor musun” diye sordum. Göz teması kurmadan sen istiyorsan evlenebilirsin dedim.
Öyle ya biri bana gelip “beni istiyorlar” dediğinde bu izin anlamına gelirdi. Benden izin istiyor düşüncesiyle ve ben o geçmiş vulgar davranışımı gizlemek, çağdaş davranmak adına “sen istiyor musun” dedim. Bir sessizlik sonrası “sen anlamıyorsun değil mi”, “sen anlamayacaksın değil mi?” diye başını öne eğerek konuşmayı sürdürdü.
Ve günün özetini ortalık yere fırlattı: “Ben seni seviyorum” dedi. İnanın hiç düşünmeden, “ne, anlamadım, ne diyorsun, sen ya...” diyerek, “asla böyle bir şeyin mümkün olmayacağını” anlattım.
Toplantı da kısa görüşme de kızın aşkı da oracıkta bitti. Ben ise ne denli doğru bir şey yaptığımı anlata anlata bitiremedim. Geçmiş yılda arkadaşıma yaptığımın ne denli doğru olduğunu bu örnekle süsledim. Bu örnekle anlattım, kendimden gurur duydum. Neymiş geldiğim nokta, kendimi geliştirmem nasıl olmuş, daha da çaba gerekirmiş, okumak yetmez, zihniyet, kültür meselesiymiş. Bunu çok sonra anladım.
Biri size vurduğunda, vurursunuz. Biri size küfrettiğinde küfredersiniz. Biri size şiddet gösterdiğinde, şiddetle yanıt verirsiniz. Biri sizi sevdiğini söylediğinde ne yaparsınız?
Dilim lal oldu; üzerimdeki yüke bağladım.
Öteden beri eleştiri denildiğinde kolay yolu seçerek özeleştiri diyoruz. Şiddet denildiğinde ise sükûnet ve barıştan bahsediyoruz. Oysa babanın çocuğuna “sen sus, bilmezsin” demesinin ne denli büyük bir şiddet olduğunu kavramış durumda değiliz, kaldı ki “kadın aklınla karışma”, “sen kadınsın susmayı bilmelisin” vb. lafları şiddetten saymayız.
Özellikle kadın konusunda çok duyarlı, bilgili, akıl veren ve son derece kültürlü olan solu sınava soksak sınıfta üç sene üs tüste kalır. Genel anlamda Marksist solun kadına bakışı sorunludur. Sorun ise sosyalizme havale edilmiştir.
Peki, sosyalizme kadar hangi yolla bu soruna yaklaşacağız. Tabii ki herkes ailesinden öğrendiğini gösterecek. Onun için solun tarihinde de üst düzey bir kadın arkadaş varsa onun üstünde de yoldaşı, kocası vardır.
Bizim solun tarihi uluslararası yenge Krupskaya ile başlar, yanlış bir bilgi olmakla birlikte Tanya ile devam eder, yerli ve milli olanla sürer. Maalesef biz de çemberin tam da içindeyiz. Hem de sarmalın tam da ortasındayız.
Ve öylesine bereketli bir coğrafya ki, Müslümanların kadına bakışı bu denli “kaburgadan” iken ve namaz kılıp, zekât vermesi ve de oruç bile tutması yetmezken; “kadın, beş vakit namazını kılar, bir aylık orucunu tutar, namusunu korur ve kocasına itaat ederse ona, “Hangi kapıdan dilersen oradan cennete gir” denir. İbadetlerden biri de “namusunu korur ve kocasına itaat ederse” şeklindedir.
Hal böyleyken, “tarlayı düz al, kadını kız al” deyimiyle büyüyen bir toplumda geleneksel ahlakın ötesine geçmek bu denli zor olmamalıydı.
Yoksa biz de “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen” diyerek ah çekip, tek tek gözünün içine bakarak diyemeyeceğimiz sözleri koro halinde, “odam kireçtir benim, yüzüm güleçtir benim, soyunda gir koynuma tenim ilaçtır benim” diyerek ve avazımızın çıktığı kadar bağırarak söylemeye çalışarak diğerlerinden bir farkımız sadece sözde kalmaz mı?
Türkülerin, şarkıların, deyişlerin bu denli günahkâr olduğu bir coğrafyada büyümek, bastırılmış cinsellikle yol almak, ister siyaseten, ister meslekten ehil olma hali fark etmiyor.
Bütün dinlerde, bütün kitaplarda, bütün siyasi terminolojide kadın günahkârdır. Yuva yıkandır. Kuyruk sallayandır. Benim ve senin farklı olma halim yetmez değiştirmeye.
Çünkü, egemenliğin erkeklere ait olduğu gelmiş geçmiş tüm toplumlarda, tüm meslek grupları gibi sanat ve edebiyatta da erkekler baş rollerdedir.
Kadın sadece bu tüm alanları besleyen bir tür gereç olmuştur. Bilge Karasu’nun “İncire ve Gazele” eserinde dediği gibi sıklıkla da cinsel hazza ulaşmada yararlı bir gereç olur.
“İncirin dişiyle ilişkili resmi söylencesi, erkekliğe ilişkin gizli edebiyatı, Akdeniz’in her yerinde dağılmıştır, ayıplık bir sözcük olmaya varmış. Erzurumlu manav bile, benim incir diye sormam karşısında, bastıra bastıra ‘yemiş’in fiyatını söylediydi…”
Kadın sıklıkla erkek egemen tarafından surlarla çevrelenmiş bir masumiyet ile hapsolmakta.
Havva’nın yasak meyveyi yemesi ve Adem’i de yemesi için kışkırtması ile masumiyet kirlenmiştir. Dünyada tüm olup bitenler işte bu kirlenmenin ardından gelenlerdir. Kadının kirlettiği dünyada masumiyeti ve namusu koruyacak olan da pek tabi erkek egemen olmalıdır.
İlk kardeş kanının dökülmesinden bu yana namus kan ile temizlenir, erkek egemen güya kadını korur.
Troia’da Helena’nın Akha’lı Menelaos’u terk edip kaçması, bir namus davasına dönüşüp Antikçağ’ın en kanlı savaşlarından birine neden olmadı mı?
Kadın namus için dövülür, namus için öldürülür.
Aynaya bak… Babanı mı özledin...
Aynaya bak... Öğretilen bu, değiştirmek ise elinde. Önce dilinden başla. Elini de dilini de yönlendiren biriktirdiğin vicdanındır…
Ahlakındır. (ÖS/ŞA/APA)
Görseller: Kemal Gökhan Gürses