Haberin Kürtçesi / İngilizcesi için tıklayın
Havada asılı duruyor, yoğun ve sessiz. Kafamı kaldırıp bakmama gerek yok; orada biliyorum. Hep oradaydı zaten. Kendimi bildim bileli şiddet tepemizde dolanıyor göstere göstere.
Kendinden emin çünkü biliyor ki kökü bizde.
Babam yemek gecikince sert hareketlerle mutfağa gidiyor, dolaptan aceleyle peynir domates alıp masaya oturuyor. Tahammülü buraya kadardı. Hızlı hızlı yiyiyor. Suratı asık kaşları çatık. Yemek hazır artık ama elini tabağına sürmüyor, anneme bakmıyor, konuşmuyor.
Şiddet sessizliğe dönüşmüş, artık bütün salona hatta koridora, içerilere yayılmış durumda. Arka odaya gitsem bile nefes alamayacağımın farkındayım.
Benim adım yok. Yok. Hiç mi yok, hiç yok.
Nasıl oldu anlayamıyorum. Sınıf başkanlığını geçtim küme başkanları okunurken bile adım anılmadı.
Örgülü saçlı çelimsiz kız gülümsüyor, hatta bariz gülüyor. 8 kişilik birbirine çatılı 3 sıranın başkanı artık o. Şimdi sıra bende diyor bakışları. Geçen senenin acısını çıkaracak belli ki.
Nesini kıskanayım ki; haritada Yugoslavya'nın yerini bile gösteremez. Sınıf üstüme üstüme geliyor. Zil çalıyor, yerimden fırlıyorum. Geçerken sırtına dirseğim çarpıyor, biraz sert. Ağlamaya başlıyor hemen.
E ama o kadar da olur, nedir yani!
Komşumuz kadın pazardan dönüyor. Apartmanın girişine bütün bir pazarı yığıyor sanki. Mecali kalmamış, kendi evinin zilini çalıyor. Beş erkekli haneden gelen tek tepki otomatiğe basmak.
Kimse inmiyor, camdan kafasını uzatmıyor, yardım gerekir mi diye seslenmiyor. Önemsemiyorlar, dert etmiyorlar.
Zaten bugüne kadar duvarın öte yanından duyduklarımız ezen bağırışlar, emir kipinde talepler, kestirip atılan cevaplar. Merdivenlerden yukarı kadından önce belli belirsiz bir esinti olarak daha olgunlaşmamış bir şiddet çıkıyor, yarı açık kapıdan içeri sızıyor.
Saatlerdir uğraştığım dolabın bir parçası bir diğerini tutmuyor. Bir tarafını takınca diğer taraf yerinden çıkıyor. Tekrar tekrar, tekrar tekrar. Sonunda sabrım kalmıyor zorluyorum. O parça kırılıyor, gerisi düşüyor, berisi yıkılıyor.
Hayal kırıklığım tamamlandı artık.
Burnumdan ağzımdan kulaklarımdan gözümden coşkuyla doluyor, üzerimde salınıp duran. Bu istime dayanmak mümkün değil, patlıyorum. Öfkemi sağlam kalan parçalara, kapılara ve duvarlara salıyorum.
Sevdiğim insan içten bir endişeyle bana bakıyor.
Pencerelerden bakıyoruz, ben, karşıdaki işyerinde çalışan iki adam, köşedeki apartmanın yöneticisi. Bakkalın önünde bir kadın taksinin bir yanında taksici öte yanında. Şoförle bağıra çağıra kavga ediyorlar. Küfür yok ama sözler ağır.
Bakkalın çırağı iki metre ötelerinde elinde sigarası dondurma kasasına yaslanmış seyrediyor.
Taksici hep aynı şeyleri tekrarlayıp arada elini git başımdan dercesine havaya sallıyor. Ve yüzü kızarmış. Belli ki sözler gururuna dokunuyor. Belki biraz da pencerelerdeki gözler. Hava kapanıyor, indi inecek.
Geriliyorum geriliyorum ve bir anda pencereden uzaklaşıyorum.
Telefonun ahizesini biraz daha sıkıyorum avcumda. Karşımdaki kadın ısrarla ilan örneğini daha da büyüterek fakslamamı istiyor. Ben gitgide titremeye başlayan sesimle taslağın onaylanmasından önce bunun bir anlamı olmadığını anlatmaya çalışıyorum.
Belki on beş dakikadır aynı şeyleri söylüyoruz karşılıklı olarak. O müşterinin yeni sorumlusu ben ajans zincirinin sonuncusu. Onun ses tonu hep aynı benim sesim gitgide daha yüksek.
İçimde var bir tür kompleks.
O üstten sesleniyor ben alttan haykırıyorum. O bana görevimi hatırlatıyor ben ise kendisine tecrübesizliğini hatırlatırken sürekli hanım sıfatının üstüne bastırıp lafı müdürü olan beyin onayına getiriyorum. O son sözünü söyleyip benimkinin üstüne telefonu kapatıyor.
Şiddet bulutu telefonun bu tarafında asılı kalıyor. Bölümdeki herkes çoktan gerilmiş bana bakıyor. Niyetleri beni sakinleştirmek ama benim niyetim kötü. Kadının tecrübesizliğinden girip ahmaklığından çıkıyorum ve aralıksız konuşurken her sıfatın yanına kadın vurgusunu ekliyorum. Öfkem yatışırken odadaki altı kişiden beşinin kadın olduğunu ancak hatırlıyorum.
Arkadaşım köşeden iki kahve alıp parkta oturalım diyor. Evimin dibindeki parkta ilk kez oturuyorum, tuhaf. Sohbet koyu kahveler güzel. Yakındaki banka yıllardır işsiz bir mahalleli oturuyor. Biraz ezik biraz mahcup bir selam veriyor. Gözlerinde hep bir çaresizlik, ezilmişlik var. Selamını alıyorum. Hızla bir sigara yakıyor ara ara bize ara ara az ileride oynayan çocuklara bakıyor.
Biri erkek biri kız iki çocuk oradan oraya atlıyor, birbirlerini kovalıyorlar. Erkek yakalandıkça kıza vurup yine kaçıyor. Adam ayağını sallıyor farkına bile varmadan. Bakınıyor sallıyor, bakınıyor sallıyor. Derin bir nefes çekiyor içine.
Birden ayağa fırlayıp çocuklara koşuyor. Bir tokat birine bir tokat birine. Önce kızı tutup kolundan ileri savuruyor sonra da erkeği kulağından tutup diğerinin yanına sürüklüyor.
Yerimizde doğrulup isyan ediyoruz. Adam tamam pardon dercesine eliyle bir selam verip çocukları, çocuklarını önüne katıp parktan çıkıyor. Duvar boyunca uzaklaşırlarken ağzında sigara bize bakıyor, dönüp ikisine de birer tokat daha atıyor.
Bize düşen arkasından lanet okumak.
Sıra numarası yanmıyor, ekran bozulmuş. Kapı açılıp biri çıktıkça içeriden bet ve bezgin bir ses sıradakini çağırıyor. Hepsi birbirine bağlı sert sarı sandalyeler üzerinde hafif öne eğilmiş, hem kapıyı hem birbirimizi kolluyoruz. Gerginiz. Altışar dakika arayla verilmiş randevularımızı kimseye koklatmaya niyetimiz yok.
Arkamda bir adam aralıksız konuşuyor telefonda. Daha doğrusu konuşmaya çalışıyor. Belli ki karşısındaki eziyor, saydırıyor, suçluyor. Adam hep alttan alıyor. Merakıma yenik düşüp omuzumun üstünden şöyle bir bakıyorum. Alnını sıvazlayarak konuşan genç bir adam, sessiz karısı, sessiz çocukları yan yana sıralanmışlar.
Konuşma bitiyor, adam kısa bir sessizliğin ardından saydırmaya başlıyor. Bozuk ekrana, gelmeyen sıraya, doktorlara, sağlık sistemine, sistemi yönetenlere.
Biriktirdiği hınç buharlaşıp havaya karışıyor, şekil değiştirip bekleme odasını kaplıyor.
Adamın dili gitgide çirkinleşiyor, her kelimeye bir küfür ekleniyor. Kadın yere bakıyor, çocuk yere bakıyor. Gözlerinde, dilin şiddetini daha önce çok kez tecrübe etmiş olmanın korkusu var.
Tam ağzımızı açacakken, yani sanırım ben veya yanımdaki yaşlı kadın açacaktık bir ara, güvenlik elemanı geliyor.
Adamın hıncı anında soluyor ama üstümüze yerleşen şiddetin gitmeye niyeti yok.
Büyük bir masanın etrafından birbirimize bakıyoruz, biraz üzgün biraz mahcup. Uzun süredir bir araya gelememiş, böyle rahat konuşamamıştık. Yavaş yavaş yerimizden doğrulup dışarı çıkıyoruz. Herkes evinin yolunu tutuyor.
Pişmanlıklarımızı, kötü tecrübelerimizi, çıkardığımız dersleri, yorumlarımızı, önerilerimizi doya doya paylaştık.
Zayıflıklarımızı, hatalarımızı, nedenlerini ilk kez bu kadar açık konuştuk.
Yine de rahat değiliz nedense.
Şimdi bitti mi gerçekten de, tekrar olmayacak mı?
Tahammülsüzlük, kıskançlık, hınç, hayal kırıklığı gibi bizi biz olmaktan çıkaran zayıflıklarımız yaptıklarımızı haklı kılar mı?
Veya onları dile getirmekle artık daha kuvvetli, şiddetten azade olabilir miyiz?
Yavaşça başımızı kaldırıp göğe bakıyoruz. (HT/ŞA/APA)
* Görseller: Kemal Gökhan Gürses
dipnot: yaşanmış, duyulmuş, görülmüş ve hayal edilmiştir