Haberin İngilizcesi / Kürtçesi için tıklayın
Aristoteles der ki: “İnsanların en korktukları rüzgârlar, saklı yerlerini açan rüzgârlardır.”
Erkek şiddetini, biraz da kendi hayatımı, yaşadıklarımı düşünerek yazmaya çalışmak o korkutucu rüzgâra maruz kalmak gibi. Ataerkil bir toplum içinde doğup büyüyüp kadına, çocuğa, fiziksel olarak daha zayıf olana şiddet uygulamadığını iddia etmek en hafif deyimiyle kendini bilmemektir.
Ama şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, belli bir yaşa ve bilince ulaştığım andan itibaren, en azından bilerek ve istemli bir şekilde şiddet uygulamadım. Kendi geçmişimi didikleyerek, şiddet olarak sınıflandırılabilecek yaşantılarımı burada herkesin gözünün önüne sermenin hiç kimseye faydası yok.
Bu benimle terapistim ve dolayısıyla vicdanım arasında kalacak özel şeyler. Bana düşenin geçmişimdeki ‘kabahat’lerden dolayı özür dilemek ve profesyonel olarak erkek şiddeti konusunda meramımı anlatmak olmalı diye düşünüyorum.
Dünyada 17 saniyede bir, bir kadına tecavüz edilmeye başlanıyor. Başka söze gerek var mı bilmiyorum. Hemcinslerim tarafından uygulanan şiddetin utancıyla diyeceği varsa da dili tutuluyor insanın.
Şu tespitle başlamak ve onun üzerine kurmak istiyorum makalemi: “Kadına, eşcinsele, daha güçsüz olan erkeğe, çocuğa, hayvana şiddet uygulayarak iktidarı elinde tutan erkeğin şiddeti, bir yandan da onu oluşturan insanlardan bağımsızlaşarak bir özneye dönüşmüş olan toplumsal düzenin şiddetidir.”
Hiyerarşik, otoriter, seksist, sınıf ayrımına dayalı, militarist, ırkçı, bireye değer vermeyen hasta ve kötücül bir toplumun… Toplum bu şiddeti erkekliği araçsallaştırarak uygular kadına – burada kadın sembolik olarak yukarıda sıraladığım şiddete uğrayan herkesi temsil ediyor olacak makalenin bundan sonrasında.
Erkeğin ruhunun derinliklerinde hissettiği sosyal iktidarsızlığın, agresyon üzerinden yadsınmasıdır kadına şiddet.
Herbert Marcuse, erkek şiddetini, zaten bastırılmış olan cinsel ve duygusal ihtiyaçların bir kere daha bastırılması olarak tanımlar ama unutmamak gerekir ki, bu erkek şiddetine ataerkil, heteroseksist, otoriter ve sınıflı toplum düzeni uygun zemini hazırlar. Toplumsal, ekonomik ve politik yaşamın hemen hemen bütün alanlarındaki işlevsellik biçimi erkek şiddetinin ilişkisel bağlamını oluşturur.
Şiddetin biyolojik, genetik ve hormonal kökenleri olup olmadığı ve varsa bunun yalnızca erkeklerle ilgili olup olmadığı, üzerinde en çok durulan konulardan biridir. Feminist teori en başından beri biyolojik (sex) ve toplumsal (gender) cinsiyet ayrımını yapmaya özen göstermiştir.
Cinsiyetin inşası gerçekten de oldukça karmaşık ve ilk bakışta anlaşılması mümkün olmayan bir süreçtir - biyolojik değil ama toplumsal cinsiyetin uygarlık denen canavarın yarattığı Frankenstein olduğu meselesi bir başka makalenin konusu olması dolayısıyla burada daha geniş tartışamayacağım bir iddia.
Bu nedenle not düşüp geçiyorum. Toplumsal ve biyolojik cinsiyet arasındaki ilişki oldukça sorunlu olduğu için de şiddetin biyolojik, hormonal ve genetik kökenleri üzerinde konuşurken çok dikkatli olmak gerekiyor.
Çünkü böyle bir indirgemecilik erkek şiddetinin nasıl önlenebileceğiyle ilgili olarak elimizi kolumuzu bağlar. Erkek cinsini yok edemeyeceğimize ve üstelik bu da başka türlü bir şiddet olacağına göre işimize yarayacak başka bir açıklama modelinin peşine düşmeliyiz sanırım.
Stereotipik cinsiyet rollerin varlığını yadsıyamayız elbette ama her birimiz monolitik olarak uygulanan bir sistemin pasif kurbanları değil miyiz aynı zamanda?
Bu arada, insanın (özelde erkeğin) şiddete meyilli olmadığına dair bilimsel bir veri yoktur ama insanın işbirliği ve yardımlaşmaya meyilli olduğu nörobiyolojik çalışmalarla gösterilmiştir. Hormonal nedenlerle erkeklerin daha agresif oldukları ve kadınlarla kıyaslandıklarında şiddete daha fazla meyilli oldukları iddia edilebilir elbette.
Ama çok basit ve değiştirmeyeceğimiz bir gerçeklik de var. İncelediğimiz erkekler bu toplumsal yapı içinde sosyal erkek rollerine büründürülmüş erkeklerdir. Eğer bu toplumsal yapı içinde olmasalardı acaba davranış biçimleri nasıl olurdu? Çünkü antropolojik araştırmalar aracılığıyla biliyoruz ki, avcı ve toplayıcı zamanlarda erkeğin kadına şiddeti, hatta genel olarak şiddet yok denecek kadar azdı.
Bir hayvan türü olan insanı ve onun özelliklerini biyolojik, hormonal ve genetik olarak değerlendirirken, yalnızca insana mahsus olan şu özelliği görmezden gelmemeliyiz; toplu olarak yaşayan diğer hayvan türlerinden farklı olarak, durmadan değişen toplumsal bir sistemin, kendisi de değişmek zorunda olan üyesidir insan.
Evet, insan bir hayvan türüdür ve bu anlamda genlerinin, hücrelerinin, organlarının ve hormonlarının gerekliliklerine bağımlı olan bir canlıdır. Fakat bütün bu fiziksel yapının davranışlarımızı nasıl belirlediğiyle ilgili bilgimiz hâlâ tam değil.
Sinirbilimin bizi bu konularda aydınlatması için henüz zamana ihtiyacı var. Bunu bilebiliyor olsaydık bile, davranış repertuarımızı, ihtiyaç ve motivasyonumuzu belirlemede önemli rol oynayan etkenleri tespit edebilmemiz için daha büyük bir bağlamda düşünmek zorundayız.
Çünkü insan sürekli gelişen / değişen toplumsal yapılarda yaşamak zorunda olup her anlamda diğer hayvan türlerinden farklılaşmış olan ve artık pek de ‘doğal’ olmayan bir hayvan türüdür.
Erkek şiddetinden, erkeğin silah yapıp düşman olarak gördüklerini öldürmeyi kendine hak görmesinden bahsederken, yanıtlanması gereken asıl soruyu kaçırmamalıyız: Toplumsal yapı bu eğilimi nasıl şekillendiriyor, sınırlandırıyor ya da güçlendiriyor?
İnsanın toplumsal gelişimi içinde şiddet nasıl olmuş da izole bir fenomen olmaktan çıkıp gündelik hayatın içinde kabul gören, normal ve belli bir işlevselliğe sahip bir araç olmuştur?
Yüzyıllarca çocukları eğitmenin bir parçasıyken, neden bir din adamını ya da belediye başkanını dövmek normal olmayan ve cezalandırılması gereken bir davranış olarak sınıflandırılmıştır örneğin?
Ne olursa olsun belirleyici olan soru, toplumların şiddetle nasıl bir ilişki kurdukları ve nasıl başa çıkmaya çalıştıklarıdır. Şiddetin hangi türleri kabul görmekte ve tolere edilmektedir?
Bazı feminist yazarlar (ör. Susan Brownmüller) sosyobiyolojik bakış açısını benimseyerek, erkek şiddetinin, erkeğin anatomik yapısı nedeniyle doğuştan gelen psikolojik bir özellik olduğunu iddia ederler. Tutun ki doğrudur bu. Israrla vurguluyorum, önemli olan erkeğin şiddete meyilli olup olmadığı değil, toplumun bu şiddetle ne yaptığıdır.
Erkek şiddeti neden toplumların çoğunda bu kadar belirleyici ve yönlendirici bir rol oynamaktadır? Şiddet neden bu kadar hoş görülüyor ve hatta teşvik ediliyor?
Görünüşte bireysel olan her türlü şiddet eyleminin toplumsal bir bağlamı vardır. Bu tespit, psikopatolojik vakaların olmadığı anlamına gelmez ama onlar şiddet uygulayanlar içinde gerçekten küçük bir yüzdeyi oluştururlar.
Bizi ilgilendiren şiddet türü, cezalandırılması gerektiği halde, ‘normal’ görülmeye başlanan şiddet eylemleridir. Kavga, savaş, tecavüz, yaralama, psikolojik şiddet gibi.
Şiddetin uzun süredir kişiler ve gruplar arası çözüm yöntemi olarak neredeyse kurumsallaşmış olması, erkek şiddetinin de hakim toplumsal düzen içinde kabul görüyor olmasını anlaşılır bir olgu haline getirir.
Oysa öte yandan, devletlerin şiddeti bir araç olarak kullanmasının, yani savaş ve polis şiddetinin hayatımızı ve geleceğimizi tehdit ettiği de bir gerçektir.
‘Uygar’ toplumların uygarlaşması diğer toplumlara uyguladıkları kırım, sömürü ve boyun eğdirme üzerine kuruludur. Yerli halklar yok edilerek, kolonizasyon ve köleleştirilme yoluyla şekillenir uygarlık.
Yalnızca yerel halklar mı, insanın yararına olduğu yalanıyla doğaya hakim olma çabası adı altında doğanın katledilmesi, yüzbinlerce yılda oluşmuş ekolojik dengenin bir daha düzelmemek üzere yok olmasına neden olmaktadır. Şiddet bir kere normalleşti mi, önüne çıkan her şeyi ezer geçer.
Endüstrileşmiş sınıflı toplumlarda gündelik iş yaşamı da şiddet üzerine kuruludur. Şiddet kendisini ortaya ekonomik bir gerçeklik olarak koyar. Endüstriyel iş yaşamı çalışanların kişiliksizleştirildiği ve parçalara ayrıldığı bir işkence merkezi gibidir.
Çalışan çalışmayan herkes kimyasallara, radyoaktif maddelere, GDO’lu besinlere, hava kirliliğine maruz kalır endüstrileşme yüzünden. Teknolojinin gelişmesi insanların omuzlarındaki yükün azalmasına değil, artmış iş yüküne, hayatın kaldırılamayacağı kadar hızlanmasına neden olur.
Hayatın yükünün bu kadar artması sonucu ortaya çıkan ve insanın doğrudan kendisine bağlı olmayan ruhsal sıkıntılar aslında toplumsal bir şiddettir ama ruhsal bozukluk olarak pazarlanarak, bunun üzerinden bile para kazanmayı başarır kapitalist düzen.
Çoğunluğun 40 – 50 yıl deli gibi, bitip tükenene kadar çalışmaya mahkum edilmesi ve posası çıktığında toplumun emeklilik çöplüğüne atılması tam bir şiddettir. Irkçılık, seksizm, heteroseksizm bütün toplumlarda kurumsallaşmış ve neredeyse kurala bağlanmış şiddet eylemlerine dönüşmüştür.
Şehirleşme yalnızca doğayı değil, insani olan her şeyi yok ettiği gibi, insanın doğayla olan ilişkisini de kopma noktasına getirmiştir.
Frank Lloyd Wright, şehir plancısı ve mimar, “Büyük bir şehrin planına yukarıdan baktığınızda, bir tümör kesitine bakıyor gibi hissedersiniz kendinizi,” der.
Şehirler, sosyal yapı, iş hayatı, insanın doğayla olan ilişkisi ve tarih şiddetin hakimiyet alanına dönüşmüştür. Hatta sayılanlar şiddetin kendisidir artık. Kurumsallaşmış şiddet bütün sosyal yapıların içine ve sosyokültürel ilişkilere sızmıştır.
Unutmayalım ki, şiddet uygulamak gözlemleyerek ve deneyimleyerek öğrenilir. Adam oğlunu, o da köpeğini döver. Yapılan araştırmalar göstermektedir ki, kadına şiddet uygulayanların büyük bir kısmına çocukluklarında şiddet uygulanmıştır. Üstelik yalnızca babaları tarafından değil, anneleri tarafından da.
Ama belirtildiği gibi daha belirleyici olan, kişiliğimizin ve cinselliğimizin, ihtiyaçlarımızın ve korkularımızın, güçlü ve zayıf yanlarımızın - kendilik (self) – yalnızca öğrenmeyle şekillenmiyor olduğu, aksine her gün yaşantılanan toplumsal gerçeklik tarafından üretiliyor ve bireye dayatılıyor olduğudur.
Makro düzlemdeki toplumsal ve ekonomik koşullar -ör. yoksulluk, işsizlik, konutların yetersizliği ve şiddetin kabulüyle yüceleştirilmesi– suç oranlarının ve şiddete toleransın artmasına neden olur. Bu da ayrıca aile içindeki erkek şiddetinin artmasına da yol açar.
Toplumsal düzen şiddete zemin hazırlarken, şiddet de döner, kendisinin sosyal ve ekonomik yapısını güçlendirir. Uygarlığın gelişmesi erkeğin kadına uyguladığı şiddetin sürekli büyümesiyle paralellik gösterir. Ataerki, erkeğin dayattığı gerçekliğin, tarihsel, doğal gerçekliği yok etmesine neden olan bir iktidar biçimidir.
Simone de Beauvoir, erkeklerin doğayla ilgili ikircikli duygularını kadınlara yansıttıklarını, kadına doğanın cisimleşmiş hali olarak baktıklarını söyler.
Doğa nasıl ki ihtiyacımız olan her şeyi verirken, birdenbire canımızı alan bir felakete dönüşebiliyorsa, Beauvoir’e göre kadın da böyledir erkeğin gözünde.
“Bazen müttefiktir, bazen düşman. Kadın içinden hayatın çıktığı karanlık bir kaostur. Hayatın kendisidir kadın ve ölümdür bazen.”
Doğaya hakim olmak için uygulanan şiddetle, kadına uygulanan şiddet birbirini tamamlar ve birbirinin yerine geçer çoğunlukla.
“Erkek kadına aşağı bir rol biçtiği halde, agresyonunun yöneldiği nesne hep kadındır,” der Beauvoir. Erkek şiddeti erişkinin gündelik hayatında doğrudan kadına yönelir. Cinsel tacizden tecavüze, cinsel istismardan porno izlemeye kadar değişen bir palette erkek şiddetinin herhangi bir şeklinden kendini kurtarabilmiş pek fazla kadın yoktur.
Erkeğin kadına yönelik bu saldırganlığı erkekliğin kırılgan doğasından kaynaklanır ve şiddet bu kırılgan erkekliğin, gerçek olmayan erkek üstünlüğünün korunmasına yönelik nafile bir çaba olarak anlaşılmalıdır. Erkek iktidarını korumak, sosyal, ekonomik ve politik erkini sürdürebilmek için sürekli bir eylemlilik içinde olmak zorunda hisseder kendini.
Pasif olmak kadınlığı, bu da zayıflığı temsil eder çünkü. Kadına yönelik şiddet de bu eylemliliğin agresif bir temsilinden başka bir şey değildir aslında. Ayrıca kadın varlığıyla erkeğe gerçekte olduğu hali, kırılganlığını, zayıflığını, acizliğini anımsattığı için de cezalandırılır erkek tarafından.
Tecavüz, bu kırılgan erkekliğin kendini en net gösterdiği eylem biçimidir. Tecavüz eden erkeklerin adli psikiyatride verdikleri ifadelerde hemen daima aşağılık duygularından, her anlamda iktidarsızlık korkularından ve anlamlandıramadıkları bir öfkeden bahsedildiğine tanık oluruz.
Erkek kime karşı üstün hissedebilir ki kendini kadın da olmasa? Tecavüz yalnızca erkeğin kadına yönelik işlediği bir suç değildir, biyolojik –sosyal cinsiyet ilişkisinde erkeğin çaresiz ve öfkeli çırpınışıdır da.
‘70’li yılların sonlarında, tecavüz eden erkeklerin ifadelerinin gözden geçirildiği bir çalışma yapılmış.
Bu ifadelerden bazılarına bakalım şimdi: “Diğer insanlarla karşılaştırdığımda kendimi her zaman aşağılık hissederim. (…) Kendimi iğrenç buluyorum. Kendimden daha zayıf bulduğum birine tecavüz ettiğimde bu duygumdan kurtuluyorum.”
Başka bir ifade de şöyle: “Kendimi o kadar bozulmuş, alçak ve iğrenç hissediyorum ki.”
Yine başka bir ifade: “Tecavüzün nedeninin, cinsel arzudan daha çok insanın kendisini görmek istediği şey olduğuna inanıyorum. İnsanlarla ilişkiye girmekten korkum, seks isteğine dönüşüyor. Çünkü seks öfkemi ve duygularımı serbest bırakabileceğim en güvenli alan.”
Kadın, her an paramparça olabilecek erkekliğin fallosentrik bir düzende kendini koruyarak var edebileceğini düşündüğü bir öteki anlamına geliyor. Zayıf kaslarıyla, erkeğin aslında olmak istediği yumuşak, insancıl varlık o. Saldırgan olmayan haliyle özendiği ve özendiği için de parçalanma korkusunun artmasına neden olan ve dolayısıyla öfkesini daha da arttıran bir tehdit.
Erkeğin bu öfkesi ve farkına bile varmadığı korkusu sınıfsal bir özellik de kazanabiliyor.
Yine tecavüz eden bir erkeğin ifadesine bakalım: “Bir kadınla ilişki söz konusu olduğunda kendimi hiç de özel hissedemiyorum. Kadınları etkileyebilmek için yeteri kadar iyi olmadığıma inanıyorum. O nedenle daha alt sınıftan bir kadın buluyorum ve gerçekte olduğundan daha da alçaltmaya çalışıyorum onu, anlıyor musun? Çünkü gerçekte istediğim üst sınıftan bir kadın. Ama o kadınlara çekici gelecek kadar iyi olduğuma inanmıyorum.”
Erkek şiddetinin en yalın tezahürleri olan tecavüz, taciz, psikolojik şiddet ve suiistimal, kendine en rahat evlilik kurumu içinde yer bulur. Aile, kırılganlığıyla baş edemeyen öfkeli erkeğe duygularını ve ihtiyaçlarını hiçbir yerde izin verilmeyecek kadar rahatlıkla ifade edebileceği bir ortam sağlar. Aile, erkeğin kendini yeteri kadar güvende hissettiği ve her türlü duygusunu rahatlıkla ifade ettiği yegane yerdir.
Aile ayrıca, erkeğin iş yerinde maruz kaldığı şiddeti telafi ettiği yerdir de. Erkek iş yerinde o kadar iktidarsızdır ki, kendisine ait zaman diliminde, aile içinde hayatını kontrol edebildiği duygusunu yaşamaya çalışır. Bunun sonucu saf erkek şiddetidir.
Evet, bu ‘erkek’ şiddetidir ama şiddet ancak aktiflik – pasiflik, erkeklik – kadınlık düalizmi içinde işlevsellik kazanabilir. Biri olmadan diğeri var olamaz. Burada elbette dayak yedikleri için suçu kadınlara atıyor filan değilim. Ayrıca şiddet uygulayan erkekleri de masum toplum kurbanları olarak da gösteriyor değilim.
Yalnızca, kadına yönelik erkek şiddetinin, ancak kadınlıktan farklı olarak var olabilen erkekliğin dinamik bir doğrulaması olma işlevi taşıdığını vurgulamaya çalışıyorum. Erkekliğin var olmaya devam edebilmesi için durmaksızın beslenmeye ve onaylanmaya ihtiyaç duyduğu unutulmamalıdır.
Bu onaylanma aslında çok daha farklı ve şiddetle ilgili olmayan şekillerde de mümkündür. Zaten erkeklerin çok büyük bir çoğunluğu şiddete, tecavüze, tacize meyilli değildir. Gençliğimizde ya da erişkin hayatımızda yine büyük bir çoğunluğumuz en az bir kere bedensel kuvvet üstünlüğümüzü veya fiziksel şiddetin herhangi bir türünü ya da şiddet tehdidini kullanmış olsak da.
Kendilik duygusu zayıf ya da ciddi olumsuz kendilik imajı olanlarımız gündelik hayatlarındaki iktidarsızlık duygularıyla başa çıkamayınca, içinde bulunduğumuz heteroseksist toplumsal sistemde bireysel iktidarlarını koruyabilmek ya da yeniden inşa edebilmek için kadına yönelik şiddete baş vurmaktan çekinmezler.
Oysa şiddet iktidarsızlık duygusunu ve olumsuz kendilik imajını güçlendirmekten başka bir işe yaramaz. Bunun sonucunda erkekliğin kırılganlığı artar, sahteliği iyice ayyuka çıkar, güvensizlik duygusu güçlendikçe güçlenir.
Gabriel Garcia Marquez’in unutulmaz romanlarından biri olan ‘Başkan Babamızın Sonbaharı’nda yaşlanmayan diktatör sarayının sonsuz uzunluktaki koridorlarında tombul ayaklarını sürüyerek dolaşırken çürümüşlüğün kokusu duyulur durmadan.
Kendisinin yarattığı terör, keder ve tükenmişlik dünyasında herhangi bir çıkış bulamaz artık. Mahkum olduğu trajedi, onu boğan, canlılıktan uzak bu havayı sonsuza kadar soluyarak yaşama zorunluluğudur.
Biz erkekler de benzer bir laneti yaşamıyor muyuz?
Acaba yine de, kadına, eşcinsele, çocuğa ve tabii ki kendimize de büyük zarar veren, hayatı yok olmaya mahkum eden, kendi yarattığımız bu ‘erkek şiddeti’ cehenneminden, erkeklikle ilgili bütün bu sahteliklerden çıkmanın bir yolu yok mudur? (AH/ŞA/APA)
52 HAFTA 52 ERKEK
1 Delirmiş Olmalıyım - Murat Çelikkan
3 Sur-Karşıyaka-Cebeci-Babıali - Tuğrul Eryılmaz
5 Acı Var Rocky - Hakan Bıçakcı
6 Yüzleşmekten Korkuyorum! - Yekta Kopan
7 Taşrada Bir Akşam - Tayfun Pirselimoğlu
8 Erkek Şiddetinin Üç Hali - Murat Yetkin
9 Biz Erkekler Kadınlar Konusunda Çok Samimiyetsiziz - Atilla Taş
10 Muhteşem Erkeklik! - Şener Özmen
11 Oğlum Tanımalı Babasını - Korkut Akın
12 Haberi Yapan Muhabir Kadının da Durumu Farklı Değil - Gökhan Durmuş
13 Benim Adım Hatun - Ahmet Ümit
14 'Biz' Orada Yoktuk, Ama 'Biz' Daha Çoktuk! - Volkar Ağır
Bu kampanya Sivil Düşün AB Programı kapsamında Avrupa Birliği desteği ile hazırlanmıştır. Bu kampanya içeriğinin sorumluluğu tamamıyla İPS İletişim Vakfı/bianet’a aittir ve AB'nin görüşlerini yansıtmamaktadır. |