Haberin İngilizcesi / Kürtçesi için tıklayın
Ne zamandır burada, hatırlamıyor. Zaman silinmiş hafızasından. Bal rengi bir ikindi vaktinden, sonsuz karanlığa... Başında bir uğultu var, bedeni bitkin, ama boğazında düğümlenen o görünmez yumruk yok. Boşluk, sadece kocaman bir boşluk büyüyor ruhunda.
Açılan kilidin sesini duyuyor; korkakça, utanarak söylenmiş bir çift söz gibi, peş peşe iki metal tıkırtı. Usulca aralanıyor gözleri. Ahırın açılan kapısından süzülen sabah ışığı, sanki bir yardım eliymiş gibi çıplak ayaklarının dibine kadar sokuluyor. Ama çok sürmüyor bu, iki kara gölge örtüyor aydınlığı. Gölgenin sahiplerine bakmıyor bile. Babasıyla, on beş yaşındaki kardeşi olduğunu biliyor. Kıvrıldığı köşede usulca kıpırdanıyor. Kıpırdanınca canı yanıyor. Bütün etleri, bütün kasları, bütün kemikleri sızım sızım sızlıyor. Dün babasıyla, kardeşinin vurduğu yerler... Üst dudaklarının üzerinde bir şey var; kabuk gibi bir şey. Dokunuyor, kan; kendi kurumuş kanı.
“Baba bak, bak,” diyen kardeşinin sesi bozuyor ahırın sesizliğini, “Bak kıpırdanıyor, Hatun uyanmış.”
“Hatun deme şuna,” diyor babası, “Hatun ninenin adı. Ninen namuslu kadındı. Bu, layık olamadı o mübarek kadının adına”
“Olamadı,” diye yineliyor kardeşi. “Olamadı... Bu bozuk çıktı.”
Sesi babasına öykünüyor, ama ne yapsa boşuna, onun kadar nefret yüklü olamıyor. Belki de babası bunu fark ettiği için, uzatmak istemiyor. Ya, bu avanak oğlan merhamete gelirde vazgeçerse...
“Bozuk çıktı...” diyor kinle. “Hadi bitirelim şu işi.”
Hiç korkutmuyor bu sözler kızı. Başına gelecekleri biliyor. Hiç kıpırdamadan öylece bekliyor. Kardeşinin toprak zeminde kararsızca sürtünen ayaklarının sesini duyuyor. Hiç aldırmıyor. Bir anı düşüyor aklına. Süslü, tahta bir beşik. Beşikte sarı saçlı bir oğlan, henüz üç aylık. Cılız, hep hasta, hep ağlayan bir çocuk. Kendisi beş yaşında, sussun diye sarı saçlı oğlanın beşiği sallıyor. Ama çocuk hep ağlıyor. Annesi giriyor içeri.
“N’aptın oğlana? Niye uyandırdın?” diye bağırıyor.
“Bi’şey yapmadım aney. Uyandı işte kendi kendine. Uyanınca bir de ağıt tutturdu.”
İnanmıyor annesi, çimdiği basıyor koluna. Bir çığlık atıp, çekiliyor göz önünden. Karanlığa sığınıyor. Sessizce ağlıyor karanlıkta.
“Ver bıçağı bitirelim şu işi,” diyen kardeşinin sözleri dağıtıyor anıyı. Kirpiklerinin arasından babasının eline bakıyor. Gölgede kalıyor, ama göremese bile çok iyi tanıyor az sonra canını alacak olan o bıçağı. Kurban bayramlarında kullandıkları bıçak, enli ve keskin. Bayramdan bir gün önce iyice bilenir. Kurbana eziyet etmemek için, çünkü günah. “Bir kesişte canını almak lazım hayvanın.” Dün gece de bilediler mi ki bıçağı yine? Biledilerse, anası ne demiştir ki? Hep telaşlanırdı bayram önceleri. Şimdi bayram öncesi mi ki?
“Sapını sağlam tut,” diyor babası, bıçağı kardeşine uzatırken. “Yoksa kendini kesersin.”
Küçük bir kuzu beliriyor gözlerinin önünde. Kar gibi bir yün yumağı, sadece alnında bir siyahlık var, bir de arka ayağında. Gözleri açık kahverengi, kaya renginde. Kuzunun adı Muslu. Artık sarı saçlı kardeşi büyümüş, Hatun şimdi Muslu’yu büyütüyor. Oyuncak bebeğiymiş, kendi çocuğuymuş gibi. Ta ki bir kurban bayramı kardeşiyle babası onu kesene kadar. Görmemek için kendini kapattığı, odadan, babasının, Muslu’yu tutan kardeşine söylediklerini hatırlıyor.
“Kuzunun başını iyi tut, yoksa kendini kesersin.”
Muslu’yu hatırlayınca kurumuş göz pınarlarına acı bir su yürüyor. Bir kızıllık anımsıyor, toprak bahçenin ortasında göllenmiş. Muslu’nun kahverengi gözleri neden, neden beni öldürdünüz dercesine şaşkınlık içinde bakıyor. Ak tüylerinde babasının kanlı parmak izleri. Gözyaşları sessizce süzülüyor yanağından.
“Niye durdun?” diyor babası kardeşine. “Korktun mu lan yoksa?”
Gözlerini aralayıp kardeşinin çelimsiz gövdesine bakıyor; çocuğun elinde bıçak ona ait olmayan bir organ gibi duruyor. Babası bir adım geride.
“Ailemizin namusunu kurtaracaksın,” diye cesaretlendiriyor onu. “Hem Allah katında da sevaptır. Günah işlemiştir o. Bizi kepaze etmiştir bütün köye. Milletin yüzüne bakacak halimiz kalmamıştır. Kardeşi olarak bu iş sana düşer. Hadi durma öyle. Hadi, alnımıza sürülmüş bu kara lekeyi temizle.”
“Temizleyeceğim,” diyor kardeşi. “Temizleyeceğim.”
İyice yaklaşıyor, bıçağı kaldırıyor. O anda gözgöze geliyorlar. Ablasının şişmiş yüzünde korkmadan bakan ela gözlerini görünce kararlılığı kırılıyor. Kaldırdığı bıçağı indiremiyor. Cinayet aleti öylece asılı kalıyor havada.
Bıçağı indiremediği için daha çok öfkeleniyor, tekmeyle vuruyor ablasına.
“Dön kız...” diye bağırıyor. “Dön diyorum, arkanı dön...”
Yüzünü görmezse, gözgöze gelmezse daha kolay öldüreceğini düşünüyor.
Kardeşinin işini kolaylaştırmayı düşünüyor kız. Zaten hayatı boyunca hep öyle olmadı mı? Zaten varlık nedeni, eve sonradan gelen bu oğlana hizmet etmek değil mi? Hem böylece ben de kurtulurum bu çileden diye geçiriyor içinden. Biter bu işkence. Fakat babasının kin dolu sözleri durduruyor onu.
“Kız deme şuna diye bağırıyor,” Adam öfke içinde yüzen bir sesle. “Onun adı kahpe...”
Kardeşinin tekmesinden daha fazla canını acıtıyor bu laf. Dünden beri yediği yumruklardan, tokatlardan, tekmelerden hepsinden daha fazla.
“Kahpe,” diye yineliyor kardeşi. ”Kız kahpe, sana diyorum, dön...”
Dönmüyor kız, kalan kuvvetinin hepsini toparlayıp ayağa kalkıyor. Öyle, hiç umulmadık, hiç beklenmedik bir anda. Birden bire dikiliyor karşılarına. Artık ne bir acı hissediyor, ne de bir korku.
“Benim adım Hatun,” diyor cesaretle. “Benim adım kahpe değil.”
İki erkek şaşkınlıkla geriye çekiliyorlar. Kardeşi kararsız bir sesle söylenmeyi sürdürüyor.
“Sen, sen kahpesin, kahpesin işte...”
Üzerine yürüyor kardeşinin.
“Ben kahpe değilim, benim adım Hatun.”
Kardeşi onun karşısında küçülüyor, un ufak oluyor. Babası küçülen kardeşini toparlamaya çalışıyor.
“Sapla şu bıçağı, sapla, konuşturma şu kahpeyi.”
“Bana kahpe demeyin,” diye bağırıyor Hatun. Bunu yaptığına kendi de şaşarak, uzanıp kardeşinin elindeki bıçağı çekip alıyor. “Bana kahpe demeyin.”
“Kahpe...” diye söylenecek oluyor kardeşi. “Kah...”
Göz göze geliyorlar, nerdeyse saplayacak bıçağı Hatun. O sarı saçlı çocuğu hatırlıyor. Hep cılız, hep hasta, hep ağlayan bir çocuk. Merhamete geliyor, saplayamıyor bıçağı. Zaten kardeşi de zangır zangır titriyor karşısında.
Ama babası öfkeden kudurmak üzere.
“Ben de seni adam sanmıştım,” diye azarlıyor kardeşini. Bizzat kendisi yürüyor kızının üzerine. “Ver o bıçağı. Ver, pis kahpe.”
Babasına bakıyor kız. En son ne zaman tatlı bir söz söylemişti, en son ne zaman sevgiyle dokunmuştu hatırlamıyor.
“Ver şu bıçağı, kahpe” diye böğürüyor adam. “Ver şunu çabuk.”
“Al!” diyor kız. “Al!”
Bütün kuvvetiyle, bütün öfkesiyle bıçağı babasının göğsüne saplıyor. Acıdan çok, hayretten ağzı açık kalıyor adamın. Kızının bunu nasıl yapabildiğine akıl sır erdirememiş gibi şaşkınlıkla bakıyor. Ama öfkesi dinmiyor kızın; babası yere yığılıncaya kadar, adamın gözlerindeki nefreti yok edinceye kadar saplamayı sürdürüyor.
“Al, al, al...”
Babasının üzerinden kalktığında büyük bir rahatlık hissediyor. Bıçağı elinden atıyor,
Saklandığı karanlık köşeden, olanları dehşet içinde izleyen kardeşine aldırmadan,
iki gölgenin artık lekeleyemediği gün ışığına bakıyor.
Dışarıdaki rüzgar onu çağırıyor; tatlı bir fısıltı gibi, şefkat dolu bir dokunuş gibi. Onu çağıran rüzgara yürüyor Hatun. Evin kapısında annesi çıkıyor karşısına. Zavallı kadın bir çığlık atıyor, düşüyor yere. Annesinin çığlığıyla uyanıyor köy. Kapılar, pencereler açılıyor tek tek. Açılan kapılardan, pencerelerden uzanan insanların meraklı bakışlarına aldırmadan, çıkıyor köy meydanına. Caminin önüne gelince duruyor.
“Benim adım kahpe değil,” diye haykırıyor. “Benim adım Hatun! Benim adım Hatun!”
Fısıltılar seslere, sesler bağrışmalara dönüyor ama artık ne önemi var. Hatun. Yürüyor, rüzgarının kaynağına, yeni bir ihtimale, köyün bitip uçurumun başladığı yere kadar yürüyor.
Uçurumun başladığı yerde çoğalıyor rüzgar. Kurumuş otların, yabani çiçeklerin kokusunu getiriyor dağlardan. Öyle bir an geliyor ki rüzgar olmak istiyor Hatun. Kokusunu duyduğu çiçeklere, kurumuş otlara, börtü böceğe, dağlara karışmak istiyor. İnsanların değil, artık şu uçsuz bucaksız kırların bir parçası olmak istiyor. Ellerini yana açarak kendini uçurumdan aşağıya bırakıyor. Sert zemine çarptığını hatırlamıyor bile, çünkü düşerken, o şefkatli rüzgarın kendisini kucaklayıp başka bir dünyaya, huzur dolu bir yere götürdüğünü zannediyor. (AÜ/APA)
52 HAFTA 52 ERKEK
1 Delirmiş Olmalıyım - Murat Çelikkan
3 Sur-Karşıyaka-Cebeci-Babıali - Tuğrul Eryılmaz
5 Acı Var Rocky - Hakan Bıçakcı
6 Yüzleşmekten Korkuyorum! - Yekta Kopan
7 Taşrada Bir Akşam - Tayfun Pirselimoğlu
8 Erkek Şiddetinin Üç Hali - Murat Yetkin
9 Biz Erkekler Kadınlar Konusunda Çok Samimiyetsiziz - Atilla Taş
10 Muhteşem Erkeklik! - Şener Özmen
11 Oğlum Tanımalı Babasını - Korkut Akın
12- Haberi Yapan Muhabir Kadının da Durumu Farklı Değil - Gökhan Durmuş
Bu kampanya Sivil Düşün AB Programı kapsamında Avrupa Birliği desteği ile hazırlanmıştır. Bu kampanya içeriğinin sorumluluğu tamamıyla İPS İletişim Vakfı/bianet’a aittir ve AB'nin görüşlerini yansıtmamaktadır. |