Haberin İngilizcesi / Kürtçesi için tıklayın
Bu yazının sonunda bir itiraf olmayacak, olmasın da! Yaptıktan ve görece güvenli bir alana çekildikten çok sonra itiraf etmenin, entelektüel zihinlere yakışmadığını söylüyorum.
Kıskanılacak derecede olmasa da hayatı ne sevdiklerime ne de hiç görmediğim ancak yine de onlardan nefret etmem gerektiği söylenmişlere dar etmeden, doğru taraflarından yaşamaya çalıştım. Tacizkâr olmadım. İsteyerek ya da istemeden tarzı cümleler kullanmadım.
Özür dilemem gereken kadınlar var, başta Zelal’den, aşık olduğum kadından, hayatına şiirli ve sihirli Kürtçeden girdiğim kadından.
Babamın genleriyle şahlanan o sesini yükseltmeler…
Tipik bir Ortadoğulu erkek gibi böbürlenmeler…
Birlikteliğimizin ilk yıllarında, sanki benden on saat daha fazla çalışan o değilmiş gibi, ‘Nerede bu yemek!?’ demeler…
İnat, iktidar, roller ve diğer zaaflar…
Zaaflar evet, çünkü ancak bir eksiklik, bir tamamlanmamışlık, oradan oraya taşınıp durmuş bir yara söyletir bunları. Ve henüz Türkçeye çevrilmemiş olan Xeyb’de bir yağmur ormanında yolunu kaybetmiş baskın ‘erkek’ karakterime eşlik eden Ursula nezdinde tüm Kürt kadın okurlarımdan; Ursula, çömeldiği yerden bir şartla kalkacağını söyler Diyarbakırlı Kendal’e, durum ne kadar kötü olursa da olsun, ses tonunu ayarlayabilmeli, ona asla öfkelenmemelidir, kaldı ki Ursula ne bir çiçek ne bir kelebek, ne onun ne de bir başkasınındır.
Zordu ilk gençlik… hele de roman dünyasıyla, evin üç adım ötesindeki ürkütücü hakikat arasında örselenirken.
Bu zorlu yolculuktaki dostlarım ne annem, ne babam, ne ailemin diğer üyeleri ne de öğretmenlerimdi, onları suçlamayacağım.
İstiflenmiş inşaat demirleri arasına sıkışmış yavru kediyi, bir çatışmanın orta yerinde kurtarmaya çalışan ağabeyimi ölesiye seviyor, annemin gölgesinden bile korkuyor, Paul Newman-Steve McQueen arası babamın yüzünü ve ter kokusunu özlüyor, o Basibrîn’den[i] Hezex’e[ii] döndüğünde, annemle şiddetli kavgalarına tanık oluyor, ağabeyim ve kız kardeşimle olan biteni izliyor, babamın annemi dövmemesi için topluca ağlaşıyor ve sonra ağlamaktan şişmiş gözlerimizle bir köşeye kıvrılıp uyuyorduk gaz lambası ışığında.
Sonra o da bir püfle söndürülür, karanlık da bir şey mi, zifiri bir sıvının içindeymişiz gibi, içimiz dışımız o sıvıyla dolmuş gibi, kalp atışlarımız bile durur, korkudan delirmemek için, birbirimize kenetlenirdik. Anne ağlar, anne söylenir, anne dövülür, anne ağlar, anne söylenir, baba döver…
Eylül’ün 12’si gelip çattığında, Hezex’de en sık duyduğum sözcüklerin başında ‘Hikûmet’[iii] geliyordu; ‘Hikûmetê girtiye, hikûmetê kuştiye, hikûmetê avêtiye, hikûmetê…’[iv] Hikûmet’in ne, bilhassa kim olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu ancak, yarım yamalak duyduklarım (daha çok kadınlar konuşuyordu), onun bir kadın olabileceği fikrini destekler nitelikteydi.
Bir şeylerin yolunda gitmediğini, komşudan, kıraathaneye, camiden, okula, çevremde birtakım anomalilerin ortaya çıktığını anlamak çok zaman almadı. Müslüman Kürt çocuklarının, okul dağılışlarında Süryani çocuklara kan kusturduğu zamanlardan geçtim, pek çok şey unuttum, ama bu şiddet döngüsünü unutmadım. Ezilenden yana öfkelenmem bundandır.
Ne uzun bir zaman yazdığım ve son kitap Sözüm Haritadan Dışarı ile tek vuruşla kestiğim Türkçe şiirin ne de Kürtçe yazmaya başladığım öykü ve romanların diline sığınmadan, yüzleşmem gerekenin ‘erkeklik’ mi, yoksa ‘erkeğin kadına bakışı’ mı olduğunu, her türlü şiddetin –söylemekten, yazmaktan, ara tonlarında bir utanç barındırdığı için sakındığım– reva görüldüğü bir ulusun çocuklarına ve kızlarına, şiddetin bu tarafında –oysa suyun bu tarafında kalmak istiyordum!– kaldığım için, bunları dillendirememenin ağrısıyla, buraya kadar çıkabildim.
Bir sanat çalışması olarak sergilenmiş, yazar ve editör H. G. Masters’ın, Arter’deki Süreyyya Evren küratörlüğünde açılan Filtresiz başlıklı solo sergimin kataloğunda; “Otobiyografik olanı temsil gücüne sahip bir numune mertebesine yükselten bir jest ile galeri duvarına ışık olarak yansıtılmış mektup, ebedi bir mesaj taşıyan antik bir tablete benziyordu.”[v] dediği Mektup’ta, lise yıllarında öğretmenlerimizin ön ayak olduğu bir ‘ayrılıkçı cenazesi’ görme zorunluluğundan söz etmiştim sonlara doğru.
Gördüğüm, ölmüş babaannemin bedenine dair anlatılan hikâyelere hiç benzemiyordu, yerdeydiler, başka türlü giyinip kuşanmış, yanmış, hırpalanmış, kesilmiş, kırılmış olarak…
Anlayabilirdim, ama bir kadının ölü bedenine hazır değildim, hayır! Yesenin’e sebepsiz bir öfke duyuyordum, kellesini Nevski’nin kaldırımlarına vuran Mayakovski’ye de öyle. Zihnimin bunu kabul etmediğini, etmeyeceğini, bir erkek olarak yalpalamamın sebebinin bu olduğunu...
Ne garip değil mi? Bir zaman sonra, kız kardeşimin ‘aşırı’ olduğuna kanaat getirdiğimiz siyasi düşüncelerine karşı tüm aile birleşerek (neredeyse), sanki tüm olanların sorumlusu oymuş gibi, Hezex’e laneti o getirmiş gibi, onu da parçalanmış bir beden olarak bir an önce Belediye’nin derme çatma kameriyesinin altında görme arzumuzun, bizzat annemiz tarafından beslendiğini, çok, çok sonra fark ettim.
Annem, hiç, ama hiç sevmedi kız kardeşimi… Peki ben ve ağabeyim? Şu ağabey sözcüğünü de hiç sevmiyorum ya! Nasıl oldu da Hugo von Hofmannsthal okuyan bizler, tırnaklarına oje sürdüğü için onu cezalandırmak istedik? Ah anne, bizi koruyup kollamak yerine, biraz daha sevseydin keşke!
Çok, çok, çok, çok sevmeliydik…
Değişimin-dönüşümün, erken dönem politik okumalarla başladığını maalesef söyleyemeyeceğim, can sıkıcı kitaplar, öldürücü konulardı. Sol bende bir bilinç yaratmış olsa da, sonradan onu yok etmek için uğraşmıştı ve bu haliyle, korkunç görünüyordu. Tanıdığım Maocu babalar, kadınlarına ve kızlarına şiddet uygulayan, Kızıl Kayalar’ı silah gibi kullanan hırt erkeklerdi. Muhteşem erkeklik, açık ya da örtük, faşizmden besleniyordu ve faşizm hayatı yok etmeye programlanmıştı.
Yok etmeye…
Uzun zaman önce okuduğum, hani vakit bulup, kitabın –geri çağırdığım zamanlarda beni nadiren yüz üstü bırakmış– bencileyin etkili bir cümlesini veyahut bir sözünü, defterlere üşenmeden yazdığım zamanlar çok geride kalmış olsa da; yazının akıbeti için içlerinden birini yine ödünç alacağım bu kavşakta.
Türkçeye Entelektüelin Siyasi İşlevi[vi] başlığıyla çevrilmiş kitabında şöyle der Foucault; Söylemlerimizi ve edimlerimizi, kalplerimizi ve zevklerimizi faşizmden nasıl kurtarabiliriz? Davranışlarımızın içine sinmiş olan faşizm nasıl kovulur? Sözünü ettiğim şey, kimi sözlerin, kimi anlarda bilincinize çıkması, sözcük sözcük anımsamıyor olsanız da, sizi bir yerlerden yoklaması durumudur.
Vardır sizin de illa ki böyle alıntılarınız!
Bu da böyle bir söz işte; ama mesela Lise’den bu yana (Lise’yi, o vakitler Mardin’in bir ilçesi olan İdil’de okudum) hiç unutmadığım, Marx ve Engels’in Sanat ve Edebiyat Üzerine kitapçığından, belleğimde “Maddi hayatın üretim tarzı, hayatın politik, kültürel ve entelektüel süreçlerini de belirler.”olarak bir güzelkalmışgirizgâhından daha kuşatıcı bir yanı var Foucault’ya ait bu alıntının.
Bir diğer kitap ise, Louis Althusser’in, içim sızlaya sızlaya okuduğum, geleceğe dair zaten pek parlak olmayan düşüncelerimi hallaç pamuğu gibi atan Gelecek Uzun Sürer’i idi; Yapısalcı Althusser’i tam kavrayamadığımı hissediyordum, karısı Héléne’yi öldürmüş müydü gerçekten? Tabii kısa sürmedi kitabın etkisi –nerede duracaklarını asla bilmezler! Kritik bir eşikti, varoluşçu genç bir okur olarak Althusser’i yargılayacak durumda olmadığımı biliyordum ve bu sıvı düşünce, tuhaf bir şekilde onu, maktule karşı savunan ciddi bakış açılarıyla dolu entelektüel bir tedhiş alanı açıyordu önümde.
İçimde zerre-i miskal faşizm yoktu ama şu üç günlük dünya faşizmin, oraya hiç girmeyeceğini garanti etmiyordu. Kadını ve özgürlüğü, içinde sayısız kez kadın, sayısız kez aşk, sayısız kez özgürlük geçen eril bir dil üzerinden öldürmeye başladığımız günden itibaren, engebeli coğrafyamda şiir yazılamayacağını –yazılanın da şiir olmayacağını– anladım ve şiir bitti!
Êzîdî kadınların beyaz çığlığından sonra şiir bitti, çünkü artık kadın yok!
Bütün kadınları öldürdük, ellerimiz yemyeşil.
Tanrı’nın onları daha bir söz-dinler olarak bize geri vereceği zamanları bekliyoruz. Davranışlarımızın içine sinmiş olan faşizmi…
Dönüp dolaşıp beni vuruyor bu sözler…
Ne ev-içindekini –tüm korkuların kaynağı olarak çocukluğu işaret ediyor edimlerimiz– ne de Batılı öğretmenlerimin içine sinmiş (çoğu hayatta değildir artık) faşizmi kovacak yaşta değildim. Neden dövüyorlardı bizi!? Daha iyi (!) bir insan olmamızı sağlayacak başka yollar yok muydu? Baskı karşısında sinmek genetik miydi, anne ve babadan geçer miydi bu illet?
Unutur gidersin bunları ya da unuttuğunu zannederek, içindeki faşizmin seni bile şaşırtacak kıvamda ortalık yere döküldüğüne tanık olursun bir gün. Tarantino’nun The Hateful Eight (2015) filminde, kaçak –ve diyelim ki kaçık– Daisy Domergue’ya yönelik keyfi şiddeti soluksuz izledikten sonra, filmin sonunda “Çok iyi bir filmdi!” demek, daha neleri ve neleri olumlayacağımızı göstermiyor muydu?
Ben asıl sözcüklerin, görüntülerin içine sinmiş olanın izini sürüyordum. Kaldı ki bu sözcüklerden kimileyin roman, kimileyin şiir, kimileyin bağımsız sanat işleri, hatta oluşumları çıkıyordu.
Daisy’ye içelim… Muhteşem erkekliği ayaklar altına aldığı için… (ŞÖ/ŞA/APA)
1 Mardin’e bağlı Haberli köyü.
2 İdil.
3 Hükümet.
4 ‘Hükümet (aslında ordu) yakalamış, hükümet öldürmüş, hükümet atmış, hükümet…’
5 Çıkış yok yok! H. G. Masters, Filtresiz sergisi kataloğu, Arter, 2016.
6 Entelektüelin Siyasi İşlevi, Michel Foucault, Seçme Yazılar 1, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, 2005.
* Görseller: Kemal Gökhan Gürses
"52 HAFTA 52 ERKEK" YAZILARINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN
Bu kampanya Sivil Düşün AB Programı kapsamında Avrupa Birliği desteği ile hazırlanmıştır. Bu kampanya içeriğinin sorumluluğu tamamıyla İPS İletişim Vakfı/bianet’a aittir ve AB'nin görüşlerini yansıtmamaktadır. |