İnternetten gelen haber, Kazım Koyuncu'yu bu nedenle yitirmiş olmakla birleşince, konuşmacılar arasında arkadaşlarım olunca, bir de eski bir nükleer karşıtı sıfatını taşımam bu panele katılmayı bir zorunluluk haline getirdi.
Salona gittiğimde panelistler dışındaki izlemeye gelen insan sayısının iki elin parmaklarının toplam sayısını geçmediğini gördüm. Gecikerek başlayan panelde ise bu sayı en çok ikiye katlandı ve dört elin parmaklarının toplam sayısına ancak ulaştı.
Yazdı, akşamdı, Kadıköy her yere uzaktı falan; ama bence çok daha can alıcı bir neden vardı: En çok sahip çıktığımız değerlerimizi ve en çok değer verdiklerimizi yitirmek bile artık kılımızı kıpırdatmaya yetmiyor ne yazık ki!
Yakınmak ve eleştirmek... Nereye kadar?
Panelde bir kez daha kendi kendimize "yakındık, ağlaştık ve bildiğimiz doğruları bir kere daha ama yine yalnız birbirimize yineledik".
Panelde ilk sözü alan Greenpeace Akdeniz Enerji Kampanyası sorumlusu Özgür Gürbüz nükleer enerji üzerine belki de defalarca dile getirdiği bilgileri bir kere daha yineledi.
Nükleer enerji aslında "nükleer silahlar"la ortaya çıkmıştı. O söylemedi ama bence şimdi de varlığını sürdürmesinin tek nedeni onun bu özelliği. Yani nükleer enerjiye sahip olanlar, bu teknolojiye sahip oldukları için bir şekilde nükleer silahlara sahip olabiliyorlar.
Bu "iyelik" onu uzak ya da yakın, dış ve iç tehditlerden koruyor. Türkiye gibi bir ülkenin çevresi bu tür "iyelik"lere sahip olanlarla doluyken bu "olanağa" sahip olamaması elbette düşünülemez.
Sorunu bu noktada tanımlayınca söylem ve itirazın yeniden ve başka türlü ifadesi gerekiyor: Neden nükleer güce sahip olmak istiyoruz?
Gürbüz'ün söylediği; bu alanın teknolojisini satan, pazarlayan ve kâr edenlerin ardında da yine aynı güç odaklarının olma olasılığı çok büyük: Nükleer enerji pazarlayan uluslarüstü firmaların sahipleri kimdir ona da bir bakmak gerek; eğer konuyu tam olarak anlamak istiyorsak.
İşte tam bu sırada sözü alan Türkiye Yeşilleri'nin önde gelen aktivistlerinden ve Çevre İçin Hekimler Derneği Başkanı, meslektaşım arkadaşım Dr. Ümit Şahin konuşmasına herkesin merak ettiği soruyu bir kere daha ortaya atarak başladı: "Türkiye'deki kanser olgularının artışının Çernobil kazasıyla ilgisi olabilir mi?"
Onun yanıtı aslında "tam da böyledir" şeklindeydi. Üstelik de pek çoğumuzun inandığı gibi.
Ama bunu ortaya koyan verilerden ne yazık ki halen yoksunuz. Çünkü o dönemde bu işin en baştaki sorumluları, Çernobil'in etkisini "sözde" azaltmaktan öte, bunu ortaya koyacak verileri bile toplamamışlar. Dahası toplayanları engellemişler ve bu konuda araştırma yapılmasını önlemişler. Bırakın o dönemi bu durum şu anda bile geçerli.
Bu işin sorumluları bile durumu bilimsel yöntemle tanımlamaktan yoksunlar. Üstelik de o kadar uzağa gitmeye gerek yok.
İstanbul'un göbeğinde bir tıp fakültesinin radyoloji ünitesinin tam karşısındaki sağlık hizmeti veren bir birim, orada yıllardır çalışan insanların ardarda kanserden ölmesi sonucu ortaya çıkan tepkileri "örtbas" etmek için o birimi araç otoparkına çevirdiği halde, buna dair verileri ortaya koymayı bile "bilimsel bir tutumun gereği" saymazken hem de.
Ya da şöyle söyleyeyim: Basına da geçen ve Özgür Gürbüz'ün de değindiği, kamu sağlık kurumlarının radyolojik inceleme yapılan röntgen birimlerinin ne kadarının olması gereken bilimsel yalıtma ve korunmaya sahip olduğunun, buralarda çalışanların risklerinin ve maruz kaldıkları "meslek hastalıkları"nın sayısı bile bilinmezken, neden kalkıp ta Karadeniz sahillerine, dağ köylerine gidip oradaki kanser olgularını saysınlar ve verilerini toplasınlar?
Muhalif meslek örgütleri giderek daha çok bir araya gelen uzmanlık dernekleri, emek örgütlenmeleri, sivil ve halk insiyatifleri, hükümetlerin her türlü uygulamalarına itiraz eden her türden örgütlenmeler, akademik kurumlar vb. hiç biri ama hiç biri üzerinden 19 yıl geçtikten sonra bu konuyu açığa kavuşturacak veriye, bilgiye sahip değilse, buna sahip olmak için tüm olanaklara karşın bir şey yapmıyor, yalnızca yakınıyor ve "durumu saptamak"la yetiniyorsa "ört ki ölem" gerçekten.
Tıpkı Kazım Koyuncu gibi. Bir sonraki konuşmacının konuşmasının sonunda Kazım Koyuncuya atfen söylediği sözleri burada yinelemekten başka çare yok:
"Atatürk'ün dediği gibi beni Türk hekimlerine emanet ediniz, ama en küçük bir gerçeği bile ortaya koymaya cesaret etmeyen Türk bilim insanlarına bir kılımı bile teslim etmeyiniz."
Hepsi suç, hepsi suçlu
İşte bu gerçeklerin ardından, her şeyi ortaya koyan saptamayı TAEK ve diğer resmi kurumlar için "Çernobil'den sonra bu güne yaptıkları her şey 'suç'tur" biçiminde yapan Dr. Ümit Şahin'den sonra söz alan Trabzon Dernekler Birliği Başkan Yardımcısı Hüseyin Ayaz gündelik yaşamı aktararak konuşmasını sürdürdü.
Ortaokul mezunu olduğunu söyleyen ve yalnız yaşadıklarını anlamlandırmaya uğraştığı için konudan haberdar olduğunu belirten ve aklına gelen sorulara birer makul ve mantıklı yanıt arayan Ayaz, bunları bulmaktan umudunu kesmiş bir şekilde sonunda yapılan vaatlere inanır hale gelmiş.
Sağlık Bakanı Akdağ'ın onlara gelerek söz ettiği "iki hane halkı araştırması", "iki kanser hastanesi" ve "iki kanser kliniği"nin gerçekleşmesini bence "boşuna" bekleyen Ayaz boş durmadıklarını söylese de bekledikleri sonuca varmaktan uzak olduklarını kabul ediyor.
Dr. Şahin'in saptamasının gereği olarak açtıkları davayı hakimin; daha önceki döneme ait yeterli veri olmadığı, dolayısıyla artışı gösterecek bir kıyaslama olanağı olmadığından hareketle reddettiğini vurgulaması da bunu gösteren somut bir olay.
Kendileriyle halen "dalga" geçildiğini düşündüğünü söyleyen Ayaz, TAEK'in Meclisin Araştırma Komisyonu için hazırladığı raporda yer alan saptamaların bile pek çok şeyi ortaya koyduğunu ama kimsenin bunların üzerinde durmadığını belirtti. (MS/EÜ)
* Bu yazı Dr. Mustafa Sütlaş'ın web sitesinden kısaltılarak alındı.