"Merhaba" güzel bir sözcüktür. Söyleyiş biçimimize ve yüklediğimiz o anlık anlama göre birçok şeyi kastedebiliriz. Bilmem biliyor musunuz; ben daha önceleri bilmiyordum, sonradan öğrendim aslı Arapça olan bu sözcüğün "benden sana zarar gelmez" anlamına geldiğini.
Araplar selamlaşmak için böyle bir sözcük seçtiklerine göre bunun tersi, olağan, sıradan bir durum olmalı onlar için. Yani, normal durumda orada herkes herkese zarar veriyor, ya da kazık atıyor. Bu nedenle de Araplar birbirlerini peşin peşin "benden sana zarar gelmez" diyerek selamlıyorlar.
* * *
Hepimiz yapmasak da, karşılaştığımızda birbirimize bir "Merhaba" ya da "günaydın" demek, dahası herhangi bir biçimde selamlaşmak, insanın hem bir gereksinimi, hem de bir görevidir.
Bu selamın ardından eğer karşınızdaki kişiyle bir diyalog kuracaksanız, ona nasıl hitap edeceğiniz, konuşacağınız genellikle kafamıza takılan, çoğu zaman küçük bir bocalamanın yaşandığı bir durumdur.
Bildik, tanıdık, yakın, dost, ahbap arkadaş için genellikle sorun yoktur. İlişkinin düzeyine göre eskiden beri süregelen artık kalıplaşmış bir davranış üzerinde çok da düşünülmeden uygulanır. Daha az tanıdık olanlar için ise genellikle selamlaşmanın ardından "küçük" bir sorun ortaya yaşanır: Ne diyeceksiniz? Nasıl hitap edeceksiniz?
Kişinin önünde çoğunlukla iki seçenek vardır: Ya kendinizi karşınızdakine "yakın" hissedecek ve "senli-benli" konuşacaksınız; ya da çoğunlukla karşılaşacağınız tepkiden çekinerek "saygı"yı ifade etmeyi yeğleyecek "sizli-bizli" davranacaksınız.
Eskilerin "Adab-ı Muaşeret" dedikleri, kime, nerede, nasıl davranacağını bilme eğitimi ne yazık ki yalnız yaşamın içinde veriliyor. Bir de "toplumsal dayatmalar" var tabi.
Her davranış modelinin doğrudan ifade ettiğinin ötesinde çok sayıda anlamları vardır. Kişi bunu yaşamı sırasında öğrenir ve uygular. Gündelik ve özel ilişkilerde kişi kendisiyle ve karşısındaki kişiyle anlaşarak bir davranış biçimi bulur ve uygular. Sorun çıktığında değiştirir. Ama ilişkiler sürer, gelişir ve dönüşür.
* * *
Bunların yanında bir de resmi ilişkiler vardır: Okulda, hastanede, askerlikte, herhangi bir resmi dairede... Öğretmen, doktor karşısında; komutanın önünde ve devlet memurunun önünde...
Bu ilişkilerde bir "standart"ın olması beklenir. Bu ilişkilerde kullanılan "hitap" sözcüklerinin evrensel insan haklarına, hukuka, insanın ahlaki ve moral değerlerine, toplumsal kurallara uygun olması gerekir.
Ama gündelik yaşamımızda askerlik, bir derecede de okul dışında bu ilişkilerde her zaman, her yerde ve herkes tarafından uygulanan standartlar yoktur.
Bir trafik polisi sizinle konuşurken, sanki sizin amirinizmiş gibi davranabilir. Çünkü "güç" ondadır. O bu nedenle egemen olur; siz ise tabi olan olursunuz. Belki bir çoğu bunu kasıtla yapmaz. Öyle öğretildiği ya da benzerleri öyle davrandığı için o da onlara uyar. Ya da öyle görünür. Çünkü "düzen", "sistem" bozulmamalıdır.
Biraz daha uyanık, görmüş geçirmiş olanları, kılığınıza, kıyafetinize, duruşunuza, tavrınıza bakarak hızla size ilişkin bir değerlendirme yapar ve ona göre davranır. Bu nedenle çeşit çeşit davranışlarla karşılaşabilirsiniz.
Devlet daireleri de bundan farklı değildir. Aslında görevlilerin bu davranışları, çalıştıkları kuruma atfettikleri anlamla ve kurumun sahip olduğu güçle şekillenir. Bir de kendisini kuruma, kurumu kendisine ait saymakla.
Oysa çağdaş bir toplumda iki temel unsur vardır: "Eşitlik" ve "adalet". Bir toplum içinde bu iki unsur ne kadar önenmli ve değerler hiyerarşisinde üst sıralarda ise o toplum o kadar çağdaş, o toplumun insanları da bu konuda o kadar duyarlı ve aynı zamanda sorunsuzdur.
Ama bu standart tutumun ötesini de düşünme sorunluğumuz olduğunu düşünüyorum. Çünkü "standart" olan çoğunlukla mekaniktir, donuktur, insani değildir. Dolayısıyla bu tür ilişkilerin standardının içinde bir oranda da "duygu"lar yer almalıdır. İlişkinin kurulduğu konuya, alana göre, ilişkinin biçimine göre bu standart tutumu insancıl hale getirecek çözümlerin de bulunması bugün herkesin istediği ve doğru bulduğu bir yaklaşımdır.
* * *
Ben bir hekimim. Mesleğim bana başka meslekler ve hizmet alanlarında olmayan bir "erk" sunuyor. Bu erkin varlığı standart "resmi" davranışlar sırasında daha da pekişiyor. Bu nedenle bir çok durumda bu erkin verdiği gücü kullandığımı fark ediyorum.
Hizmet etmeye, yardımcı olmaya çalıştığım hastaya ya da yakınına ondan biri gibi, "senli-benli" davranıyorum. Dahası o yakınlıkla bazen ben de "emir kipi"yle konuşuyorum. Bu davranış çoğu zaman yakınlık olarak algılanıyor ve ilişkide bir rahatlık sağlıyor, hasta sorununu daha rahat anlatıyor, çözüme doğru daha güvenle ve dostça bir ilişkiyle giriliyor.
Ama sorun olduğu da oluyor. Arada kendime dışardan bakıp yadırgıyorum; hastana "nasıl 'sen' dersin, nasıl ona bazı buyruklar verirsin, sırasında 'emir kipi'yle konuşursun" diyorum kendi kendime.
Sonra hastanın bundan olumsuz anlamda etkilenmediğini fark ediyor bu kez de buna şaşırıyorum. Yine de meslekte eskidikçe bu davranışların giderek azaldığını yeni ve kendime özgü bir standart oluşturduğumu fark ediyorum.
Benimle ilk kez hasta-hekim ilişkisi içinde olanların bazen yadırgadıklarını da hissediyorum, ama sonrasında onlar da böyle bir ilişkiyi daha çok yeğliyorlar çünkü yakınlık daha çok "güven" veriyor.
* * *
Yine de polislerle, devlet dairelerinde görev yapan kamu çalışanlarının "emir kipi"yle konuşmalarına tahammül edemiyorum. Böyle bir davranışla karşılaştığımda, öncesindeki ve sonrasındaki ilişkileri düşünüyor, ifade ediş biçimine bakıyor ve söylemin içindeki "şiddet" unsurunu fark ediyorum.
Memur, hitap ettiği kişiyi çoğunlukla "aşağılıyor". Böyle bir davranışla karşılaştığımda ben de otomatik olarak sesimi yükseltiyor, hatta bazen küçük "şiddet" gösterilerine girişiyorum.
Hemen her defasında aynı şeyler oluyor. Polis "çek kenara" diyor, emredici bir tonla "ehliyet ruhsat" diyor. Resmi dairedeki memur "sıranı bekle" diyor, "önce şuraya git" diyor. Tümü o sırada ona mahkum olmanın verdiği "gücü" kullanıyor. "Ben yukarıdayım, sen aşağıdasın ve bana muhtaçsın" demeye getiriyor hepsi.
Oysa o benim verdiğim vergilerle ücreti ödenen ve benim için düşünülmüş bir hizmeti veren bir kişiden başka bir şey değil onlar. Dahası kendi hiyerarşik üstünün karşısında, benim onun karşısında olduğumdan daha da aşağıda bir konumda olduğunu bile bile bana "amirlik", "üstlük" taslayabiliyor.
Yöneticiler zaman zaman bu tür davranışları engellemek üzere, emirler, genelgeler gönderiyor, denetimler yapıyor. Ama durum hiç değişmiyor. Çünkü o emirleri gönderenler ve onların üstleri kamunun önünde aynı onlar gibi davranıyor. Bu ülkenin başbakanı toplumun çeşitli kesimlerine "sen" diye ya da bir mülkiyet ilişkisi ifadesiyle "tebaası" gibi "benim..." diyerek hitap edebiliyor.
İmam öyle yapınca, cemaat tabii ki farklı davranmıyor. Davransa da "yapmacık" oluyor.
Bu konuda görevlilerin eğitimi kadar önemli bir nokta da bu tür davranışlara maruz kalanların "itiraz"larının olduğunu düşünüyorum. Ne kadar çok itiraz edersek bu işler o kadar çok, hızlı ve kolay düzeleceğini sanıyorum. Gerçi ilk farklı davranış anında belki de aşırı bazı karşılıklarla maruz kalınıyor, o an hallolacak bir işin tamamlanması günler alabiliyor ama, sonunda onlar da bir şekilde nasıl davranmaları gerektiğini öğreniyorlar.
Eskiden nazik, karşısındakine saygı duyan, oturup kalkmayı, konuşup, dinlemeyi bilen kişiler için "tam bir İstanbul efendisi" denirdi. İstanbul'un efendisi olmayı değil ama insanın kendi değerini bilmesi ve her gerektiğinde de bildirmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunun ötekiler için değil, kendimiz için doğru ve önemli olduğunu düşünüyorum.
İlk davranış olarak da ülkemize gelen bir "katil" olsa bile "Defol" ve "Gelme" gibi slogan düzeyinde de olsa gramer kitaplarımızdan ve gündelik yaşamımızdan "emir kiplerini" ve böyle konuşmayı çıkaralım" diyorum. (MS/EÜ)