Yatırımsız Ülkede Mühendis Olmak
Yatırımı ve üretimi olmayan bir ülke durumuna düşen Türkiye ile birlikte bu ülkede yaşayan mühendis ve mimarların da nasıl geleceğinin kaybolduğunu bulacaksınız bu söyleşide.
Kaya Güvenç bianet'in sorularını şöyle yanıtladı:
Mühendis ve mimarlar açısından, Türkiye'nin temel çıkmazı nerede, nasıl ve ne zaman başladı?
Geri kalmış bir ülkede yaşamanın getirdiği büyük sorunları her zaman oldu. Ancak özellikle 24 Ocak kararlarıyla başlatılan dönem Türkiye açısından üretimden vazgeçmek , yatırımdan vazgeçmek anlamına geldi.
1979 yıllarında yine aralarında Kemal Derviş'in de bulunduğu bir grup, Dünya Bankası uzmanı tarafından hazırlanan raporda da Türkiye'de sanayileşme konusunda kapasitenin dolgunluk noktasına geldiği ve Türkiye'nin daha sonraki dönemlerinde ticarete ve tarıma ağırlık vermesi gerektiği ifade ediliyordu.
O dönemde bu yaklaşım , çok rağbet görmese de 24 Ocak Kararları ile ve IMF ile (o dönemde) yapılan anlaşmalarla yürürlüğe girdi.
12 Eylül de zaten bunun rejimi haline geldi.
O günden bu yana -özellikle de son bir yıldan beri - Türkiye, yatırımı olmayan, üretimi olmayan bir ülke durumuna getirilmeye çalışılıyor.
Yatırımı ve üretimi olmayan ülke gerçeği, mühendis ve mimarları nasıl etkiledi?
Türkiye'de mühendis ve mimarın temel sorunu işte burada başlıyor. Yatırımı ve üretimi olmayan bir ülkede mesleğini yürütmek durumunda olmak. Sanayileşmemiş bir ülkede yaşıyor olmak. Mühendislik aslında modern bir kavram olarak ele alındığında, sanayi devrimi ile neredeyse eş zamanlıdır. Mimarlık da yine aynı şekilde.
Sözün kısası, bir ülkede bilim ve teknoloji alanında araştırma geliştirme çalışmaları yapılmıyorsa, orada mühendislerin ve mimarların gerçekten çok ciddi sorunları vardır . Mevcut koşullar altında Türkiye'de mühendislik ve mimarlık hizmetlerinden söz edebilmek hayli zor.
Yaptığımız araştırmalardan da elde ettiğimiz sonuçlar bize bunu kanıtlıyor. Mühendislerin ve mimarların çok büyük bir kısmı yani üçte birinden fazlası ya gizli işsiz durumunda ya da meslek dışı bir işte çalışıyor. Kendi mesleğini uygulayan mühendis ve mimar sayısı çok düşük Türkiye'de...
Dünden bugüne bir karşılaştırma yapabilir miyiz?
Bu konuda kesin bir oran veremem. Ancak, Türkiye'de mühendislerin ve mimarların çalıştıkları sektörler itibariyle 70'ler ve 90'lar arasında büyük farklılıklar olmadığı göze çarpıyor. Buna karşılık, kamuda çalışanlarda göreli bir azalma söz konusu.
1977'de üyelerimizin yaklaşık üçte ikisi kamuda çalışırken, 97'lerde bu oran üçte bir seviyesine kadar düşmüş durumda. Ağırlıklı olarak özel sektöre kayma söz konusu. Öte yandan mühendis ve mimar sayısı sürekli artıyor. Türkiye'de her yıl 20 bine yakın mühendis ve mimar mezun oluyor. Türkiye'de üniversite sınavlarında ilk 2 bin kişinin tercihinde mühendislik ve mimarlık en üst sırada yer alıyor. Başka bir anlatımla, mühendislik ve mimarlık bölümlerine en yüksek puan alan öğrencilerin girdiğini dikkate aldığınızda, bugün meslek mensuplarının içinde bulunduğu dramatik tablo daha da çarpıcı hale geliyor.
Yeni mezunların ne kadarı iş bulabiliyor?
Bu konuda kesin rakamlar yok. Ona karşılık, son zamanlarda büyük işsizlik olduğunu biliyoruz. Ancak, bizi işsizlik kadar ilgilendiren bir başka konu, gizli işsizlik . Yani, herhangi bir yerde çalışabilir bir mühendis. Asıl soru şu: Ne kadar kendi mesleğini yapıyor ?
Örneğin, elektrik mühendisi iken elektrik teknisyeni olarak çalışan, makine mühendisi iken makine teknisyeni olarak çalışan, ustabaşı olarak çalışan arkadaşlarımız var. Hatta asgari ücretle kendi mesleğinin tamamen dışında çalışan çok sayıda mühendis ve mimar olduğunu biliyoruz. Hatta iş bulabildiği zaman araba tamirciliği yapan arkadaşlarımız da var.
Bütün bu olayları değerlendirdiğimizde, Türkiye'ye dayatılan IMF, Dünya Bankası, G-7, Roma Kulübü, gibi uluslararası sermayeyi temsil eden kuruluşların bize dayattığı politikalar, doğrudan doğruya mühendis ve mimarların mesleki alanını, özlük haklarını, gelir düzeyini doğrudan doğruya etkiliyor. Aynı politikaların parçası olarak özelleştirme de bu konuda çok etkili rol oynuyor. Özelleştirme politikaları kamuda çalışan mühendis ve mimarların istihdam alanlarını daraltıyor.
Özelleştirme istihdam alanını daraltıcı bir etki mi yaratacak?
Bir takım kamu hizmetlerini yapmak için siz bir çalışma yaptığınız zaman oraya planlamadan kaynaklanan belirli sayıda insan alıyorsunuz. Orada en kötü şekliyle dahi olsa, bir iş gücü planlaması var. Ama kamu kesimi, yatırımlardan çekilmeye başlayınca, özel sektörde kamunun yapmış olduğu etkinliklerin önemli bir bölümü zaten yerine getirilmiyor .
Dolayısıyla özelleştirme sonucu, belli bir plan dahilinde çalışacak olan insan sayısından daha az insan çalışıyor . Bunun işyeri verimliliğiyle, işgücü verimliliğiyle ilgisi yok.
Örneğin, kamu kesimindeki tarım işletmelerinde araştırma laboratuvarları var. Siz araştırma laboratuvarlarını kapattığınızda, görüyorsunuz ki, özel tarım işletmelerinin araştırma laboratuvarı gibi bir sıkıntısı yok. Böyle bir vizyonu da yok. Böyle bir harcaması da...
Böyle bir araştırma laboratuvarında görev alanlar, o araştırma laboratuvarı kapatıldığında işsiz kalıyorlar. Ya da onlar başka yerlerde iş buluyor olsa bile... Onların yerine başkaları istihdam edilmiyor. Bu da mühendislerin istihdamını olumsuz etkileyen bir durum.
Tüm dünyada, en liberal sayılan ABD'de dahi, özellikle araştırma - geliştirme faaliyetlerinde federal devletin doğrudan yatırımı vardır. Bütün devletler, kendi ülkelerindeki araştırma-geliştirme faaliyetlerini, özellikle bilimsel ve teknolojik yeniliklere açık faaliyetleri desteklerler. Bu devletler, federal fonlarla ya da devlet bütçelerinden destekler araştırma ve geliştirmeyi... Türkiye'ye gelince... Zaten yeteri kadar yok araştırma geliştirme. Ama özelleştirme, olanları da ortadan kaldırıyor, kaldıracak.
Araştırma - geliştirmenin özelleştirme ile birlikte daha da geriye kayacağını düşünüyorsunuz?
Evet, kayıyor zaten.
Kamu sektörünü araştırma-geliştirme faaliyetleri açısından başarılı mı buluyorsunuz?
Olan bu. Yapılabilen bu. Her zaman eksik olur. Çünkü, dışa bağımlı bir sanayileşme modelini bir siyasi tercih olarak ele aldığınız noktada zaten sizin araştırma-geliştirme faaliyetlerine verdiğiniz önem zaten azalır. Gelişmiş ülkelerde bugün, Gayri Safi Yurtiçi Hasıladan araştırma-geliştirmeye ayrılan pay yüzde 2.5-3 civarındadır. Türkiye'de ise bu oran binde 4 civarındadır.
Ve ilginç olan bir şey daha var: Bir ülkede kişi başına milli gelir ile, kişi başına düşen araştırma, geliştirme harcamaları arasında neredeyse doğrudan bir ilişki vardır.
Bütün dünyada gruplaşmalar var. Japonya, ABD bir tarafta, Fransa, Finlandiya, Almanya gibi Avrupa'nın gelişmiş ülkeleri bir tarafta. Arkasından İtalya, Doğu Bloku ülkeleri geliyor. Hepsinin arkasından Türkiye tek başına duruyor.
Özelleştirme formülü çerçevesinde devlet özel sektörü araştırma-geliştirmede desteklese, ne dersiniz?
Aslında yine devletin doğrudan rolüyle ilgili bir soru bu. Devlet, gelişmiş ülkelerde teknolojik öngörüler hazırlıyor. Uzun vadeli planlar hazırlıyor. Bu, bütün gelişmiş ülkeler için geçerli. Ama en çarpıcı örnek Japonya'da yaşanmıştır. Japonya'da da çok ciddi bir özel sermaye var. Orada davlet, Japonya'yı 15 yıl sonra şöyle bir noktada görmek istiyorum diyerek, buna göre önlemlerini alıyor. Bu bütün ülkelerde var. Bu planlama periyodu ülkelere göre değişiyor. Geri kalmış ülkeler hariç. Türkiye ne yapıyor? Türkiye kendi teknolojisini üretmiyor, dışarıdan alıyor. Dışa bağımlı sanayileşme diye tabir ettiğimiz (bunun içine tarım politikalarını da katabilirsiniz ). Bu çerçevede yerli sermaye de hazır teknolojiyi dışarıdan alarak Türkiye'de birşeyler yapmaya başladı. Bunun güzel örnekleri, otomotiv sektöründe gördük. TMMOB'nin, 60'lardan, 70'lerden sonra montaj sanayiine karşı çıkmasının ağırlıklı nedeni budur .
Mühendislik ve mimarlık hizmetlerinde araştırma-geliştirme faaliyetleri ile tasarım faaliyetleri ön planda. Dolayısıyla, yurt dışındaki mühendislerin uğraştığı alanlarla Türkiye'deki mühendislerin uğraştığı alanlar arasında çok büyük bir teknolojik boyut farkı var.
Devletin özel sektörü yönlendirmesine dönersek:
Türkiye'de araştırma geliştirme faaliyetlerinin çok büyük bir bölümü hala üniversitelerde yapılır. Çeşitli devlet kuruluşlarında araştırma faaliyetleri yapılıyordu, ama, yeterli değildi. Siz, dışarıda üretilen teknolojiye dayalı bir sanayileşme modelini siyasi bir tercih olarak koyduğunuzda, zaten araştırma-geliştirme faaliyetleriniz ortadan büyük oranda kalkar .
Son 5-6 sene içinde Türkiye'deki bazı iyi niyetli, bu alanda gerçekten bir şeyler yapmanın yollarını arayan insanlar, TÜBİTAK'da, Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı'nda bir takım fonlar yarattılar. Bunlar, doğrudan araştırma-geliştirme faaliyetlerini destekleme yönündedir. İşin ilginç yanı, özel sektörden bu fonlardan yararlanmak için yeteri kadar talep yok. Özellikle 1980'lerden sonra Türkiye'ye iyice benimsetilen sanayileşmeden, üretimden kopuk faaliyetler nedeniyle Türkiye'deki sanayi sektörü büyük erozyona uğradı. Gümrük birliğinden sonra evlilikler başladı. Yabancı sermaye gruplarının Türkiye'deki sermayeleri, fabrikaları, üretim tesislerini satın alması, onlara ortak olması gündeme geldi. Türkiye'ye bu durumda sadece basit bir taşeronluk hizmeti kalıyor. Oysa sanayileşme dediğimiz noktada, kaçınılmaz olan temel unsurları araştırma-geliştirme , teknolojik düzeyi yükseltme politikaları, yenileme politikaları, artı tasarımdır.
Devlet, ben bağımsız bir kalkınma modelini benimseyeceğim derse, kendi teknolojik öngörülerini yapacaktır, Türkiye'nin yeteneklerini görecektir. Bu öngörülerle bir hedef gösterecektir. O hedeflere göre politikalarını belirleyecektir. Türkiye'de üretmek bir politika olmayınca , bırakın bir öngörüyü, ulusal teknoloji politikalarını hayata geçirmek diye birşey yok gibidir.
Devletin özel sektörü teşvik olayına gelince... Türkiye'deki sanayinin ve sermayenin yapısı çok önemli. Bu sermaye yapısı Türkiye'de araştırma geliştirme faaliyetlerine dayanmak yerine, devletten bir şeyler koparmaya , uluslar arası sermaye ile bütünleşmeye yönelik bir vizyona sahip.
Bunun son örneklerinden bir tanesi, Arçelik'te görüldü. Beyaz eşya sektöründe araştırma-geliştirme faaliyetlerinde belli çalışmalar yapan bir kurum olan Arçelik, yeni bir takım tesisler açacaktı. Yatırımdan vazgeçti . İki seneye yakın bir zaman önce oldu bu. Yürümüyor çünkü.
Geçen sene İstanbul Sanayi Odası'nın 500 büyük sanayi kuruluşu anketinde, bütün sanayi kuruluşlarının sınai faaliyetlerinden kâr etmediği , ama parasal operasyonlarla para kazandığı ortaya çıktı. Yani, bu kuruluşlar paradan para kazanıyordu. Türkiye'de yeteri kadar tasarruf olmadığı gibi... Olan tasarrufları da sanayie yönlendirmek , yatırıma yönlendirmek bir yatırımcı için düşünülemeyecek bir olay.
Mühendisler ne istiyor?
Mühendislerimizin ve mimarlarımızın Türkiye'de özellikle son 20 yıla damgasını vuran politikalardan doğrudan etkilendiğini söylemek lazım.
Türkiye'de asgari geçim standardı diye sözü edilen 4 kişilik bir ailenin geçimi için gerekli asgari tutar yaklaşık 800 milyon liraya yaklaşıyor.
Kamuda çalışan mühendislerin (15-20 yıllık mühendislerin) aldığı ortalama aylık ücretler 350-400 milyon lira arasında değişiyor. Yani, asgari geçim standardının yarısı kadar ücret alıyorlar.
Bu tablo, özel sektörü de etkiliyor. Kamu kesimi ücretleri özel kesimde emsal alınıyor. Dolayısıyla, çalışma hayatını ilgilendiren bütün alanlarda büyük bir ücret düşüklüğü oluyor. Arkadaşlarımızın tabiriyle, "Onurumuzu ayaklar altına alıyorlar."
Özelleştirme nasıl etkiliyor mühendis ücretlerini?
AKTAŞ devletteydi, özel sektöre geçti. İlk 3-4 yıl eski mühendisleri parçalayarak çıkarttılar. Son olarak 10 tanesini çıkarttı AKTAŞ. Yerine asgari ücretle yeni mühendisler aldı. 10-15 yıllık deneyimi olan bir tane mühendis kalmadı orada. Özel sektör, kamudan daha kötü. Çok yetenekli, özellikli birkaç mühendis büyük paralar alıyor. Ama bunlar da çok sınırlı sayıda. Çok az sayıda.
Yaratıcı, çözüm bulucu insanlara ihtiyaç duyulmuyor yani. Uygulayıcı mühendis yetiyor mu? ?
Evet. Kamuda çalışan arkadaşlarımız açısından içler acısı bir olay var: Kamu kurumları arasında çok büyük ücret dengesizlikleri var. Özellikle, yatırımcı kuruluşlarda görev alan arkadaşlarımızın ücretleri çok düşükken, Merkez Bankası'nda çalışan bir arkadaşımıza bunun 4-5 katı maaş verilebiliyor. Bu birçok yerde de böyle. Oysa sorumluluk taşıyan, Devlet Su İşleri, Karayolları, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü, İller Bankası'ndaki arkadaşlarımız sorumluluk aldıkları, yatırımların sorumluluğunu taşıdıkları halde ücret düzeyleri maalesef çok düşük.
Bizim kendi meslek alanımızla ilgili bakışımız "halkına hizmet anlayışı", topluma hizmet etme arayışına dayalı. Toplumsal sorumluluk anlayışımız var. Ama bu koşullarda bunu yapamıyoruz. Dolayısıyla, mühendisler ve mimarlar, "Bizim diğer emekçi sınıflarla sorunlarımız ortaktır" diyoruz . Bir parantez açarsak, kamu çalışanları açısından bu özlük hakları, ekonomik demokratik haklar açısından baktığımızda- sendikalaşma süreci bizi yakından ilgilendirir . Çünkü ekonomik ve demokratik hakların belli bir düzeye gelebilmesi için toplu sözleşme hakkı olan, grev yetkisi olan, serbestçe örgütlenebilecek, katılımcı bir örgütlenme modelini hayata geçirebilecek bir sendikalaşma yasası çözüm için önemli bir araç olacaktır.
Çözüm için araç olması beklenen yasa, toplu sözleşmesiz, grevsiz, örgütlenme açısından bugünkünden bile geri bir şekilde çıktı.
Dolayısıyla, mühendislerin, mimarların şimdi söyledikleri şu: Ülkemize sahip çıkıyoruz, mesleğimize sahip çıkıyoruz, onurumuza sahip çıkıyoruz . IMF, Dünya Bankası politikalarına hayır diyoruz.
Üreten, ürettiğini hakça paylaşan bir ülke istiyoruz. Gelir dağılımının düzeltilmesini istiyoruz. Özellikle bakanlıklara gölge etmesinler diyoruz.
Türkiye'nin geleceği için ne istiyorsunuz?
Bağımsız ve demokratik bir ülke istiyoruz.
Diyelim ki bir sihirli değnekle Türkiye'ye bir şey oldu ve sizin istediğiniz politikaları uygulama imkanı doğdu. Böyle bir Türkiye'ye müdahale etmek ne kadar kolay ya da ne kadar mümkün?
Türkiye halkının geleceğini planlayan bir siyasi irade gündeme gelse, yapılacak çok şey var. Her geciktiğimiz an biraz da güçleştirir durumu. Ama geciktik diye umutsuzluğa kapılmamak, mücadeleden vazgeçmemek gerekir.