İçinde bulunduğumuz evrede bunun gerçekleşmesi çok olanaklı görünmüyor. Bu evredeki bir uzlaşma olsa olsa bugünün egemenlerinin dayattığını kabul etmekle, onların işine yarayan noktayı benimsemekle mümkündür.
Henüz "ulus" devletlerin sona ermediği, eşitsiz bir gelişimin sürdüğü yeryüzünde, tüm insanların bu dayatmaya "eyvallah" demesi beklenmemelidir. Dolayısıyla bir "mücadele" bugüne kadar olduğu gibi bugün, hatta yakın gelecekte de sürecektir.
Aslına bakılırsa bugün egemen çevrelerin arasında yaşadıkları çıkar çatışmaları bile bu uzlaşma sağlanana kadar insanlığın ürettiği çeşitli "kurumlar"ın -devletler- ve vardıkları çeşitli "uzlaşma"ların -sınırlar- bir süre daha varlığını sürdürmesi anlamına gelecektir.
Dolayısıyla içinde bulunduğumuz koşullarda "ulus devletler" ve bunların egemenlik ve erkleri, etki alanları giderek daha çok sınırlansa bile varlıklarını sürdürmek durumundadır.
Başka bir deyişle henüz bir kurum olarak "devlet"lerin sönmesi ya da ortadan kalkması söz konusu değildir. Bununla birlikte dünya üzerindeki egemenlerin erkleri "devlet"lerin yapısal değişiklikleri gerçekleştirilmesini zorunlu kılmaktadır.
Demokrasi araç mı?
Kapitalist sistem, karşıtı olan sistemi çökertirken "demokrasi"yi en önemli unsurlardan birisi olarak kullanmıştı. 1989'da "demir perde"nin yıkılması sırasında gündeme gelen "yenilik-yenileşme" diye adlandırılan değişim sırasında aslında kapitalizme en çok yabancı olan iki unsurun yoğun olarak kullanıldığına tanık olmuştuk. Bunlardan biri "açıklık", diğeri "demokratikleşme"ydi. Yani "glasnost" ve "perestroika".
O zamandan bu yana kapitalist sistem bunları hep "özelleşme" üzerinden kurguladı. Çünkü "yıkılan" blok alabildiğince merkezi bir devletçiliği uygulamaktaydı.
Ancak etkilenen toplumlarda yani üst "erk"i kullanma gücüne ve olanağına sahip olmayanlar bu kavramlara başka başka anlamlar yüklediler. Onlara göre yönetime ve uygulamalara "katılım" gerekiyordu ve "açıklık" ile "demokrasi" bunu garanti edecek unsurlardı.
Sistem de üretim sürecindeki sıkıntıları yine aynı araçlarla aşmayı hedefliyordu. Üretimdeki "bant yöntemi"nin yarattığı yabancılaşma ancak sanal bir "katılımcılık"la, bu da yine sanal açıklık ve demokrasiyle olasıydı.
Benzer biçimde kapitalist sistemin ne koşulda olursa olsun "kâr etme" mantığının yarattığı "mafyatik" yapılar da yine varlıklarını bu iki unsura dayandırmaktaydı.
Kısacası "açıklık", "demokrasi" ve "katılımcılık" sistemin içinde bulunduğu evrede tüm unsurların, sistemin sürmesi adına üzerinde anlaştıkları "araçlar" oldular.
En uç noktasına kamunun bilgisine açılan "oval ofiste" örneğiyle gösteren "açık"lık bir yanda toplumun her olay ve konuya "röntgencilik" duygusuyla yaklaşmasını sağlayıp en üst egemenlerin bile "sıradanlığını" gösterirken, diğer yandan "demokrasi" her konuda düşünce beyan etme özgürlüğü, giderek yapılmayan bazı şeyleri yapabilme kanısının da toplumda uyanmasına da yol açtı.
Bir çok başka ülkede görülen örneklerin benzerlerinin daha ilkel düzlemde olsa da bizde de yaşanması "görece demokrasi"nin varolduğu kanaatinin toplumda oluşmasını sağladı.
Devleti elinde bulunduranlar bunu pekiştirecek tutumlar sergilediler. "Derin devlet" denilen gücün, militarizmin etkisinin daha azalması, en azından müdahalelerin daha "ince" bir biçime ulaşması bunun göstergeleri arasında sayılabilir.
Oysa bu durumun gerçek bir "demokrasi" olması olanaksızdır. Tıpkı "açıklığın" gerçek olmaması gibi.
Sistemin "demokratikleşme"den kastettiği sistemin içinde kalmak kaydıyla farklı görüş düşünce ve yaklaşımların kendini ifadesinin, bir ölçüde örgütlenmesinin ve sistemin işlemesine yardımcı olacak şekilde eylemde bulunmasının gereklerinin yerine gelmesidir.
Başka bir deyişle "demokrasi" mevcut "müesses nizamı" muhafaza etmek kaydıyla söz konusu olabilirdi. Öyle de oluyor.
Örneğin bizim müziğimiz üzerinden örnekleyerek söylersek; bizdeki demokrasi hemen hiçbir zaman hiçbir zaman "çok seslilik" yaratamadı. Bizde olan, klasik batı müziğindeki "çok seslilikten" daha çok; tek sesli müziğimizin bazı "batı enstrüman"ları da kullanılarak yapılan düzenlemelere yani "aranjmanlara" dönüştürülmesine benzemektedir.
Herkes üç aşağı beş yukarı aynı şeyi çalar, söyler. Onun adı da hiçbir zaman bir demokrasi olmaz.
Belki bu ikisi arasında da bir ilişki bile kurulabilir. Gerçekten de bir "kakafoni"ye yol açmadan, asıl "çok sesli müziği" yapmak da her şeyden önce demokrasiyi doğru anlamak ve doğru uygulamaya bağlı olabilir.
Bunu kapitalist sistem nereye kadar istemektedir bu ayrı konu ama, eğer "devlet" üzerinde uzlaşılan bir aygıt olarak varolacaksa "demokrasiyi" gerçekten var etme zorunluluğumuz vardır.
"Demokrasi"nin bunun da ötesinde bir biçimde varolması; yani düzeni ve sistemi de sorgulayacak, gerekirse değiştirecek bir niteliğe erişmesi "özlenen" bir durum olsa da henüz yeryüzünde örneği olmayan bir "ütopya"dır.
Şimdiye kadar biri Şili, diğeri Nikaragua'da iki kez bunu gerçekleştirme teşebbüsünde bulunuldu, her ikisi de sonuçsuz kaldı. Bu gerçeği görmek gerekiyor. Başta Brezilya olmak üzere Güney Amerika'da henüz yaşanmakta olan süreçler bu gerçekliği değiştirecek örnekler gibi görünmüyor; en azından şimdilik.
O halde bu "ütopik" biçimiyle değil de "uzlaşılan" biçimiyle demokrasinin var edilmesi gerekiyor.
Başka bir deyişle bu kadarıyla bile olsa "demokratikleşme" olgusu ve "sistem içi demokrasi"nin tüm boyutlarıyla ülkemizde yerleşmesi ve kurumsallaşması hemen her kesimin -kimisi göstermelik de olsa- yararına görünüyor.
Çünkü, her alanda ve yönetim erkinin kullanıldığı her düzeyde, bu kadarlık bir "demokrasi", bile ister istemez, birey ve toplumsal varlık olarak "insan" olgusunun kabulü ve onun daha çok öne çıkarılması sonucunu doğurur.
Avrupa Birliği'nin (AB) kendi içinde uyguladığı ve bize de dayattığı modeli var etmek, bu yolda da bir hedef olarak karşımızda durmaktadır. Dolayısıyla üzerinde uzlaşmaya varılan ve henüz ortadan kaldırılması başarılamamış bir noktadayken söz konusu "demokrasi"yi devletin işlerliği içinde var etmenin de çok büyük önemi vardır.
Muhaliflerin, solcu ve demokratların "AB'ye evet" derken aslında kabul ve talep ettikleri budur. Amaç bu sistem içinde "bireyi", devletin "karşısında" değil onunla birleşmiş, iç içe geçmiş ve birbirini kapsayan ve sonuçta "birey"in istek ve taleplerine -sistem içinde olmak kaydıyla- olumlu yanıt verecek" bir düzeni sürdürmektir.
Oysa "demokratikleşme"den alabildiğince söz edildiği günümüzde, bu olgu sürekli göz ardı edilmekte, tartışılmamakta, gündeme geldiği durumlarda ise; toplumun tümünü "bir" görme gibi, farklılıkları ve renkleri yok sayan başka boyutlar ve öncelikler ileri sürülmektedir.
Sivil devlet
"Devletin sivilleşmesi ve sivil devlet" kavramları ilk anda "askeri ya da otoriter devletin" karşıtı bir model gibi düşünülmekte, günümüzde geçerli olan devletin belki "otoriter" olup olmadığına çok değinilmeksizin, kesinlikle "askeri devlet" olmadığı söylenerek ödevletin "sivilleştiği" en azından "sivilleşmekte" olduğu ileri sürülmektedir.
Tam bu noktada kavram kargaşasına yol açan ikinci bir anlayış da gündeme gelmiştir. Devletin ekonomik alandaki varlığını ortadan kaldırırken yararlanılan "devletin küçülmesi ve daraltılması" düşüncesi ile bunu tamamlayan son dönemde "kamu yönetimi reformu" diye sunulan "yerelleşme" düşüncesi.
Bunları da çoğunluk "kendi yararına olacak", "zorunlu" ve "tek model olarak" görmekte, dahası böyle olduğu gösterilmektedir. Üstelik bu anlayış savunulurken "devletin sivilleşmesi ve sivil devlet" olgusu bir argüman olarak kullanılmaktadır.
Oysa kavramlar ve içerikleri konusunda rivayet muhteliftir. Örneğin "devletin sivilleşmesi ve sivil devlet ne demektir" diye sorulduğunda şu farklı kavramlar kast edilmiş olabilir?
"Sivil Devlet"le devletin "Militarize" olmaması mı kast edilmektedir?Yoksa devletin ekonomik anlamda "özelleşmesi" mi kast edilmektedir? Ya da devletin içinde yer alan, onu yönlendiren ve uygulayıcılarının hizmet ettiği kesimlerin gereksinimlerini, onların tercih, istek ve katılımıyla şekillendirilmesi midir?
Sorular ve seçenekler arttırılabilir; ama en azından yukarıdaki üçünden en azından sonuncunun kast edilmediği çok açıktır. Tıpkı yukarıda anlatılan "demokrasi" ve "açıklık" gibi.
Toplumların gelişimi ve tarihine bakıldığında devlet organizasyonunun geçirdiği aşamalar ve aldığı şekiller, giderek bu çıkış noktasından uzağa düşüldüğünü göstermektedir. Bu gelişim süreci içinde, "birey ve onlardan meydana gelen toplum için devlet olma" konumundan uzaklaşarak, bireyin dışında ve uzağında -hatta çoğu durumlarda karşısında- yer alan "kendisi için ya da eşit bireyler arasında kendisine ideolojik-politik olarak daha yakın olan gruplar ve sınıflar için devlet olma" konumuna gelmiştir.
Ama eğer kapitalist devlet gerçekten, en azından başlangıçta onu oluşturan sınıfların bir uzlaşmasıyla, bu devletin çatısı altında birey olarak varolan insanların tümünün bir toplum haline gelerek, devleti ortak çıkarları için oluşmuşsa bugün içinde olduğumuz şekil bu çıkış noktasındaki durumu yansıtmamaktadır. O zaman en azından o hale geri dönülmesi çabası içinde olunmalıdır.
Bu noktada amaç-araç ilişkisinin değiştiği, aracın giderek amaç haline dönüştüğü yeniden görülmeli ve "devletin sivilleşmesi", devlet organizasyonunu aslına döndürme -rücû etme- süreci halinde anlaşılmalıdır.
Kanımca kapitalist toplumda, yeniden bir imparatorluk dönemi söz konusu olmadan önce "son sivil devlet"in de alacağı ve aslına uygun son şekli bu olacaktır. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz noktada görev budur. (MS/BB)