Cezaevleri, uzun zamandır gündemlerimizde değil. Belki de cezaevleri gerçek anlamda bu toplumun hiç gündeminde olmadı; istisnalar dışında, başta sosyal bilimciler olmak üzere, medya, hatta konuyla ilgili pek çok sivil toplum örgütü, ölüm oruçları başlayıncaya kadar, duvarların ardında ne olduğunu merak etmediler, ne olması gerektiği konusunda samimi bir müdahale için gerekli olan bilgi, yorum üretme hatta akıl yürütme sayılabilecek gerçek bir çaba göstermediler.
Cezaevleri, suça hiç bulaşmamış ya da bulaşma ihtimalini asla hayatlarına kondurmayan iyi ailelerin hayatlarına önceleri, en çok da Yeşilçam filmleriyle, "kader kurbanları"nın yaşadıkları, başka hayatların kendi iç kurallarının bütünüyle geçerli olduğu kalabalık, dumanlı, uzak ama yine de "bizim" olan mekanlar olarak girdi.
Bu dönem ne zaman bitti bilmiyorum. Cezaevi duvarlarının ardındaki insanların, biraz da kendilerinin dışındaki nedenlerle, kader ya da "kahpe felek" denen, o insanın karşısına ne zaman çıkacağı belli olmayan ve biraz da herkesi hedef alması mümkün kötücül güçle karşılaşmış olmaktan ötürü bir tür talihsizler oldukları ve bir gün çilelerini doldurup "aramıza" katılacaklarının, katılabileceklerinin sezgisel bir sağduyuyla düşünüldüğü günler ne zaman bitti? Aşağıda aktarmaya çalışacağım gibi, Amerika'da olduğu gibi, 1980'lerde mi? Bir gecede mi?
"Siyasi suçlu", "terör suçlusu" gibi yeni suç türü ve suçlu kategorilerinin hayatlarımıza sokulmasıyla mı biz, "ölmeyi seçecek ve ölebilecek kadar" kötü koşullarda yaşadıklarını düşünen insanların seslerini duymadık, unuttuk, açıkça öldürülmelerine ve ölmelerine, sakat kalmalarına göz yumduk?
Hayata döndürülürken öldürülen onca insanın, "başlarına gelenlerin, hak ettikleri olduğunu" düşünmemize yol açan adalet anlayışını içimize sindirmemizde, egemen medyada yer alan o ne idüğü belirsiz, şizofrenik süsü verilmiş silahlı teröristlerin şamanist görüntülerinin yer aldığı siyasi koğuş görüntülerinin nasıl bir etkisi oldu?
Bu toplum ne zamandır ve nasıl, cezaevlerinde yaşayan siyasi ya da değil mahkumlara "ne olduğunu" hiç umursamaz oldu?
Cezaevlerinde çekilen acılar ve bu acıların sosyal adaletle ilişkisi konusunda önemli çalışmaları olan Nils Christie (1993), yüksek güvenlikli cezaevlerini "Batı tipi Gulaglar" olarak tanımladığı makalesinde, bir ülkede cezaevlerindeki insanlara "uygun görülen acının miktarı"nın, suç kontrolü veya benzeri kavramlar çerçevesinde tarif edilebilecek bir toplumsal "yarar"la ilişkili olarak ortaya çıkmadığını savunur; ona göre "uygun acı miktarı" nı belirleyen, o toplumdaki insani değerler üzerinde gelişen standartlardır, bu bütünüyle kültürel bir meseledir (Bkz. Haney, 1997).
Avrupa Birliği'ne (AB) giriş sürecinde, öncelikler arasında yer almıyor cezaevleri konusu, bir gün bu süreçten kaçılamayacağı açık olsa da şimdilik AB ödevleri için çok da kökten değişiklikler gerekmediğini sanıyorum.
Özellikle son yıllarda dünyada yaşanan gelişmeler, her devlete F tipi hizaya getirme hatta Ada tipi yok etme amaçlı cezaevlerinin lazım olabileceğini gösteriyor; dünyanın her yerinde devletler, "güvenlik" gerekçesiyle "özgürlükler"i bir gecede sınırlandırabiliyorlar; bu geriye dönüşten en büyük pay, gözden ve gönülden ırak "mahkumlara" düşüyor.
Neredeyse bütün devletlerin tarihinde, cezaevlerinde "bir şekilde" kendini öldürmeyi beceren sistem karşıtlarının oluşturduğu kirli ve utanç dolu sayfalar var ve belki bu nedenle birbirlerine göz yumma konusunda en çok sözbirliği yaptıkları politik alan bu.
Cezaevleri konusu, "gündem"de kalabilmeyi hak edebilmek için hiç bir küresel ya da yerel hesap kitaba gelmiyor, dolar kurunu etkileyemiyor, piyasaları tedirgin etmiyor. Ateş düştüğü yeri yakıyor en çok, "tedirgin olan" tutuklu aileleri, onların içi yanıyor ve bu ülkede piyasaların duyarlı olmadığı her konuya duyarlı olan insan hakları savunucularının...
Oysa, aşağıda özetlemeye çalıştığım akademik tartışmaların yapıldığı Amerika'da, "insani" koşullarda bir ceza ve islah sistemini ve insanca cezaevlerini, "suç"un ve suçluluğun izole edilmesinin sadece suç oranlarını arttırmaya yaradığını savunan ve bütün güçleriyle "yüksek güvenlikli" cezaevlerine karşı çıkan sosyal bilimciler, liberal demokratlar.
Bizim ülkemizin liberalleri, demokratları, ekonomik liberalleşmeyle dolaysız bir bağı olmayan herhangi bir alandaki özgürlükler ve daha iyi yaşam koşulları konusunda ne yaparlar?
"İzolasyon"un, "izole edilen"e şu ya da bu şekilde "iyi gelen bir şey olduğunu" kanıtlayan bir tek araştırma bulgusu olmamasına karşın sosyal bilimciler genel olarak neden bu kadar sessiz?
Statükoya ve egemen söyleme karşı her söz söyleme durumu neredeyse kendiliğinden "ideolojik" olarak etiketleniyor ve dolayısıyla bu "söz"ün bilimden sayılması mümkün değil. Dahası, bu toplum, hayatın ve "normal" gündemlerin dışına fırlatılmış cezaevleri gibi konularda söz söylemenin, taraf olmanın, insanı bir anda tehlikeli sularda dolaşan "aktivist"lerden sayılma ihtimaliyle yüzyüze getirebileceğini ve devletin yazılı ya da değil hiç bir "sicil"i hiç unutmadığını iyi biliyor. Sicil'den kurtarsanız, en hafifinden, tuhaf şüphelilerden olmanız mümkün.
Oysa biz sosyal bilimciler, biliyoruz ki, ürettiğimiz bilgiler sadece hayatı dönüştürebilmede etkili olabildikleri ölçüde varlık nedenlerini doğrulayabilirler.
Suç, günah ve "çevresel-bağlamsal adalet"
F tipi cezaevleriyle ilgili yaşanan ve yaşanmakta olan onca acıya rağmen Adalet Bakanlığı'nın, kimsenin tam olarak niteliklerini bilmediği, yeni bir tür "yüksek güvenlikli", D tipi cezaevi sistemini hayata geçireceği biliniyor.
Sadece ölümlere, acılara, utançlara değil; ilgili bütün meslek kuruluşlarının; insan hakları dernekleri, vakıfları ve girişimlerinin bütün çabalarına, yayınladıkları bütün raporlara rağmen.
Suç olgusuna yaklaşımda ise giderek daha çok, "suç"u, adeta bir günah gibi algılayan, onu giderek kişiselleştirip bağlamından koparan yaklaşımlar ağırlık kazanıyor; her gün yeni bir "terör" tipi icat ediliyor, trafik terörü, kapkaç terörü...
"Çevresel-bağlamsal adalet"in (Haney, 2002) sağlanmasına yönelik ne bireysel ne de bütüncül önlemler alınmazken, örneğin "kapkaç"ın hayatımıza neden tarihin bu döneminde girdiğini hiç sorgulamazken, kapkaççıların DGM'lerde yargılanmasıyla bu sorunun çözülebileceği düşünülüyor.
Daha çok "terörist"i, olabildiğince hem hayatlarımızdan hem birbirinden uzaklaştırmaya; hatta onları, bir daha temiz hayatlarımıza, aramıza dönmeyi başarabildiklerinde kimseye zarar veremeyecekleri kadar, temel insani gelişimlerini sekteye uğratabilecek biçimde kurgulanmış cezaevlerinde olabildiğince uzun tutmaya dayalı politikaların geçerliliğine inanılıyor. Oysa, tarih, hayat, bunun böyle ol-a-madığını gösteriyor.
Bu yazının bundan sonraki bölümlerinde, çok ünlü Amerikalı sosyal psikologların, ülkelerinin dünyanın "en çok ve en ürkütücü tipte suç üreten" toplumu haline gelmesi sürecinde, 80'li yıllardan bu yana izlenen suç ve suçlunun toplumdan ayrılması anlayışlarının ve bu anlayışlara uygun "yüksek güvenlikli" cezaevleri sisteminin hızla yayılmasının, bu süreci nasıl belirlediği konusundaki düşüncelerini özetlemeye, ayrıca, özel olarak "izolasyon"un ve yüksek güvenlikli cezaevlerinin olumsuz etkileri konusunda yapılmış farklı araştırma sonuçlarını aktarmaya çalışacağım.
Şiddet ve suç üreten kurumlar olarak cezaevleri
Bundan 30 yıl önce, psikolojik olarak sağlıklı, normal bir grup kolej öğrencisinin, Stanford Hapishane Deneyi (Stanford Prison Experiment - SPE); Haney, Banks, & Zimbardo, 1973)* olarak bilinen çok ünlü bir sosyal psikoloji araştırmasında, gerçek bir hapishane biçiminde düzenlenmiş olan laboratuar ortamında geçirdikleri altı gün sonunda ciddi bir şekilde dönüşüp farklılaştıkları gözlendi.
Deneyden önce, nazik ve sorumluluk duygusu olan ve bir kısmı kendini barışçı veya Vietnam Savaşı "güvercinleri" olarak tanımlayan bu genç insanların çoğu, "gardiyan" rolü oynadıkları kısa bir sürenin sonunda, tamamen tesadüfi olarak "mahkum" rolü oynayan akranlarına kötü davranmaya başlamış ve eylemlerinin onlarda oluşturduğu ve açıkça görülebilen acıya duyarsızlaşmışlardı. Bazıları, mahkumları rahatsız etmek ve küçük düşürmek için sadistçe yollar bulmuş ve daha insaflı olan sahte-gardiyanlardan hiç biri tanıklık ettikleri suiistimal ve kötü muamele karşısında bir müdahale veya şikayette bulunmamışlardı.
Mahkumlara karşı en kötü davranışlar, gece vardiya değişimleri sırasında ve gardiyanların, araştırma ekibinin gözetim ve müdahalesiyle karşılaşmayacaklarını düşündükleri durumlarda gerçekleşmişti.
İki hafta olarak planlanan deney, yalnızca altı gün sonra bitirilmek zorunda kalmıştır, çünkü bu deney, katılımcıların çoğunu, araştırmacıların tahmin etmediği ve hazırlıklı olmadığı kadar ciddi ve acılı bir biçimde etkilemiştir. Deneyin altıncı gününde laboratuar hapishanenin bahçesinde, deneyin yürütücüsü Zimbardo, deneyin sonlandırılmasıyla ilgili kararını "sadece gördüklerinin dehşetinden değil, bir gün gerçek bir hapishanede olabileceği fikrinden ürktüğü..." için de aldığını söyler.
Bu deneyin amacı aslında, durumsal koşulların, bağlamın, farklı kişisel özelliklere sahip insanlarda yaratabileceği ortak etkiyi araştırmaktı. Cezaevleri, sadece örnek bir sosyal bağlam olarak seçilmişti. Oysa deney sonucunda, sıradan üniversite öğrencilerinin gardiyan ve mahkum olmakla ilgili sahip oldukları kalıplar ve gerçek olmayan-geçici bir hapishane ortamının bile insanları nasıl etkileyebileceğine ilişkin hiç beklenmedik bulgular ortaya çıktı ve bu şok edici sonuçlar kamuoyunda ve medyada büyük ilgi uyandırdı, pek çok akademik yazı ve yorumun odağı haline geldi.
Bu çalışmada gözlenen negatif, antisosyal reaksiyonların, farklı boyutlarda kötü kişilikler'in bir araya gelmesi ile yaratılan bir ortamın ürünü değil, temel olarak normal bireylerin davranışlarını bozabilen ve yönlendirebilen patolojik bir ortamın sonucunda oluşması söz konusuydu. Buradaki anormallik, bu duruma maruz kalanların değil, durumun, ortamın sosyal-psikolojik yapısında bulunuyordu. İnsanları birbirine karşı her türlü kötü muamele yapmaya teşvik eden asıl olarak hapishane ortamının kendisiydi.
Deneyden sonra gerçekleştirilen başka çalışmalarda, genel olarak suçla ilgili kurumların ve özel olarak da hapishanelerin zora dayalı gücü ve suçu anlama, açıklama ve azaltmada durumsal etmenlerin önemi, insanın sıradan deneyimlerini kısıtlayan ve gelişme potansiyelini azaltan intrapsişik "psikolojik hapishanelerin" boyutları araştırıldı; "zihin biçimlendirme" -rehabilitasyon- çalışmalarının sosyal psikolojik dinamiklerinin, bireysel yargıyı bozabilme ve davranışları olumsuz etkileyebilme riskleri üzerinde çalışıldı.
Bütün bu çalışmaların amacı, ceza ve ıslah sisteminde, insanın lehine değişim sağlanmasıydı ve sosyal-yasal kurum ve uygulamaların, insanın psikolojik gereksinimlerine karşı daha sorumlu hale gelecek şekilde dönüştürülebilmesinin yolları araştırılıyordu.
Başka araştırma sonuçları da açıkça göstermektedir ki, bütün koşullar ortalama düzeyde "olumlu" olduğunda bile, kurum yaşantısı, zihinsel, duygusal ve her anlamda geriliğe yol açar; bu geriliğe özel bir ad verilir: Yoksunluk geriliği.
Kurumsal ortamlarda yoksun olunan şey kişisel irade, mekansal kontrol ve duygusal iletişimdir.
Bence, ne denli çatışmalı ya da uygunsuz olursa olsun, insanın doğal ortamı, herhangi bir kurum ortamına göre, dış dünya üzerinde, insanın iradi kontrol ihtimalini daha çok içermektedir. Yetiştirme yurtları, hastaneler, hapishaneler ve benzer bütün kurumlar, insanın kendi seçimlerini, doğal farklılığını ve iradesini yansıtan yaşama mekanlarına göre doğal gelişim açısından en hafif söyleyişle "uygun olmayan" ortamlardır.
Cezaevleri, neredeyse evrensel olarak insani koşullar açısından en kötü koşullara sahip kurumsal ortamlardır; Goffman (1961), modern cezaevlerini, "benliğin yerle bir edildiği, tahrip edildiği" ortamlar olarak tarif eder. Doğası gereği "sağlıksız" olan cezaevi ortamlarının, suçun azaltılması ve güvenliğin sağlanması adına, izolasyon ve kötü muamele vb. ek olumsuzluklarla, mahkumların ıslah'ına değil sadece suç işlemeye daha hazır hale gelmelerine neden olacakları açıktır.
Güvenlik ve izolasyon merkezde
Ünlü deneylerinin yayınlanmasının 25.yıldönümünde, Haney ve Zimbardo (1998) yaşanan çeyrek yüzyıllık Amerikan kriminal hukuk tarihi ışığında, araştırmanın ABD'de uygulanan hapishane politikalarına yönelik sonuçları üzerine bir değerlendirme yazısı kaleme aldılar.
Bu makale, Amerikan Psikologlar Birliği'nin resmi dergisinde yayınlandı ve Philip Zimbardo, şu anda, belki de dünyanın en etkili meslek örgütlerinden biri olan Amerikan Psikologlar Birliği'nin (APA) başkanlığını yürütmektedir.
Makaledeki değerlendirmeler ve Amerika'da yaşanan gerçek olayların seyri, suç, ceza, suçlulara yönelik tutumlar ve cezaevleri konusundaki siyasi anlayışların, bazı başka özellikleri açısından çok farklı olan ABD ve Türkiye'de ne denli "benzer" olduğunu göstermektedir.
Özellikle, yazarların değerlendirdiği bu sürece damgasını vuran temel eğilimin, "mahkumların giderek toplumdan ve birbirlerinden ayrılması anlayışı" olduğu ve bu anlayışın cezaevleri tasarımlarına, güvenliğin ve izolasyonun merkeze alınması biçiminde yansıdığı düşünüldüğünde, bu tartışmanın ülkemiz açısından önemi daha açık hale gelmektedir.
Rehabilitasyonun ölümü ve medyanın rolü
Deneyin gerçekleşmesinden 25 yıl sonra yaptıkları değerlendirmede Haney ve Zimbardo (1998), Amerika'da suça, cezaya ve cezaevlerine yönelik, deneyin yapıldığı yıllarda başlayan olumlu ortamın giderek değiştiğini ve nihayet "aşırı cezalandırma" anlayışının bir karşı devrime dönüştüğünü anlatıyorlar:
"Suç ve cezadaki karşı devrim, yavaşça ve belirsizce başladı ve göz ardı edilemeyecek bir istikrar ve etkileme gücüyle ilerledi. 1980'lerde o kadar güçlü ve karşı konulmaz bir şekilde güçlendi ki, siyasi buharla işleyen, medya teşvikli suç korkularıyla yakıtını bulan, durmak bilmez bir ceza trenine dönüştü.
Şimdi, SPE'den ve psikoloji temelli hapishane reformuyla ilgili ilk olumlu gelişmelerden yıllar sonra, ülkemiz kendisini, ABD tarihindeki en kötü ıslah krizlerinin birinin ortasında buluyor ve eğer biran evvel bir şeyler yapılmazsa, koşullar giderek daha da kötüleşecek gibi görünüyor.
ABD'deki 200 yıllık hapishane tarihinde ilk kez halkın, suçun kontrolü adına hapishanelerde mahkumlara çektirilen acıların giderek arttırılması konusunda hiçbir sınır tanımadığı görülmektedir.
Emekli yargıç Lois Forer (1994), bu genel eğilime karşı çıktığı açıklamalarından birinde, 'cezalandırıcı öfke' olarak isimlendirdiği bu durumun kötü sonuçları konusunda bir uyarıda bulundu. Fakat bu öfke o kadar arttı ki, bir zamanlar bu sistemi daha şefkatli ve adil hale getirmeye çalışan insancıl adalet yaklaşımlarını bastıracak duruma geldi. ABD, ceza felsefesi 'suçluların acı çekmesi için yaratıcı stratejiler kullanmaktan daha da fazlasını yapan yeni bir kötü ıslah anlayışı dönemine girdi'.
Oysa, SPE'nin sonuçlarının yayınlandığı 70'li yıllarda kamuoyuna sunulan, Suç Hukuku Standartları ve Hedefleri Ulusal Tavsiye Komisyonu raporu, hapishanelerin, 'şok edici bir başarısızlık rekoru' kırdığı sonucuna varıyor ve bu kurumların, önlediklerinden daha fazla suça neden olduğunu iddia ediyordu.
Halkın zihninde, hapishane duvarları arkasında mahkumlara ne yapıldığı ve bunun uzun dönemli etkilerinin ne olacağı konusunda ciddi endişeler vardı. Bazı cezaevlerinde çıkan isyanları ve cezaevlerindeki eylemleri sona erdirmek için, ünlü kişilerin aracılık çabalarına karşın, hapishaneleri tekrar kontrol edebilmek için gerçekleştirilen silahlı bir baskın, pek çok tutuklu ve mahkumun ölümüyle sonuçlanmıştır. Sonradan, aşırı güç kullanımı ve olayların 'resmi olarak gizlenmesiyle' ilgili ayrıntıların ortaya çıkması, halkın hapishaneler ve bunların yöneticilerinin zihin sağlığı hakkındaki şüphelerini arttırmıştır" (Haney ve Zimbardo, 1998).
Bu dönemde psikologlar ve diğer sosyal bilim alanlarında çalışanlar, özellikle kalabalık, mahkumiyetin aşırı kullanımına yönelik insancıl girişimler ve cezaevlerindeki ortamın daha insancıl ve suçu gerçekten önleyici biçimde dönüştürülmesi konusunda önemli çalışmalar yaptılar ve bunun gerçekleştirilebileceğinden de emindiler. Yazarlara göre, daha sonra, neredeyse hiçbir uyarı olmaksızın, insancıl standartlar ve hapishane alternatiflerinin yerini başka bir şey aldı: Aşırı cezalandırma.
Haney ve Zimbardo'ya göre (1998), neredeyse bir günde, yaklaşık bir asırdır ıslah politikasının entelektüel temelini oluşturan kavram (rehabilitasyon) kamusal ve siyasi olarak gözden düşmüştü. Ülke, 1970'lerin ortalarında "insanların hapse atılmasının, topluma sağlıklı bir şekilde dönmelerine yardımcı olacağını düşündüğü için hapishaneleri onaylayan" bir toplumdan, "mahkumiyeti yalnızca kriminal suçluları etkisiz hale getirmek veya onları toplumun dışında tutmak için kullanmak gerektiğini düşünen" bir topluma dönüşmüştü.
Daha felsefi bir düzeyde, artık mahkumiyetin, insanları yalnızca hak ettikleri için veya yalnızca onları cezalandırmak için kilitlemek anlamına geldiği, hapishanelerin de "adil çöl"ler olduğu düşünülüyordu; aslında hapis cezası sadece acı verme amacına hizmet eder hale gelmişti.
Son olarak federal bölge mahkemesi yargıçları, eyaletleri iki veya üç veya daha fazla mahkumu tek kişilik hücrelere koymaktan men etti. Yeni hapishane açılmasına uzun süreler karşı çıkanlar bile, mahkumların artık bu yetersiz mekanlarda tutulamayacağı konusunda ortak kanıya vardı ve kaçınılmaz olanla isteksiz bir şekilde yüzleştiler: Tüm ülkede hapishane inşası, görülmemiş bir oranda tekrar başladı.
Bu hızlı hapishane inşası, kalabalık sorununu kısa bir süre için ortadan kaldırmakla birlikte, mahkum oranları görülmemiş oranda artmaya devam etti. Kısa bir süre sonra, yeni hapishanelerin sayısındaki büyük artışın bile mahkum sayısı için yeterli olmadığı anlaşıldı. Aslında son 25 yıl boyunca ceza uzmanları ABD hapishanelerinin durumunu "kriz" olarak tanımlamış ve her yeni kalabalıklaşma oranını "eşi görülmemiş" olarak tanımlamışlardır.
1980'ler yaklaştıkça, ABD, daha fazla sayıda insanı daha uzun süreler boyunca hapishanelere gönderdi ve bu konuda, diğer endüstrileşmiş demokrasileri büyük farkla geride bıraktı. 1997 Haziran'ında, ABD'de hapishanelerde bulunan insanların sayısı 1.7 milyonu aşıyordu ve bu oran son 11 yıl boyunca sürekli artış gösteriyordu (1985'te 744.208'den, 1996'da 1.630.940'a).
O zamandan bugüne hapsedilme oranları daha da artmıştır. Çoğu eyalet ve federal hapishane artık normal kapasitelerinin çok üzerinde çalışmaktadır. ABD'nin genellikle karşılaştırıldığı Japonya, Hollanda, Avustralya ve İngiltere gibi diğer ülkelerinkiyle karşılaştırıldığında 1990'ların başlarında ABD'deki hapsedilme oranının yüksekliği daha da belirginleşmektedir.
1990 yılında ABD, dünyadaki diğer bütün ülkelere göre, nüfusunun daha yüksek bir oranını hapse göndermiş olmasına rağmen, 1995'te, Rusya'daki siyasi ve ekonomik kriz, bu ülkede hapis oranlarının artmasına neden olmuş ve Rusya bu konuda ABD'yi geride bırakmıştır.
Bu yıllarda ABD'deki mahkum sayısının artışı, şiddet olaylarındaki bir artışın sonucu değildir. 1995'de, hapis cezasına çarptırılan insanların yalnızca dörtte biri şiddete dayalı suç işlemekle hüküm giyerken, dörtte üçü mülke girme veya uyuşturucu kullanımı ve çalıntı bir mal almak veya göç kuralları ihlali gibi hafif nitelikli suçlarla hapse gönderilmiştir. Uzun hapis cezalarının uygulanması yüksek suç oranlarıyla da ilişkili değildi.
Medyanın "yarattığı" suç dalgası mitolojisi
Haney (1999), Amerika'da, 80'li yıllarda başlayan, hapishanelerin aşırı cezalandırma kurumları haline gelmesi ve toplumun bütün bu olup bitenleri "adaletin gerçekleşmesi" olarak algılaması sürecinin, medyanın büyük desteğiyle gerçekleşen, "halkın korkutulması" politikalarının sonucunda oluştuğunu yazıyor.
O'Brien ve Jones'un (1999), suçlulara aşırı hoşgörülü davranılması sonucunda suç oranlarının ve halkın suç ve şiddet korkusunun giderek arttığı ve kamuoyunun bu yöndeki çözüm beklentilerinin sonucunda, yasal otoritelerin politika değişikliği yapmak zorunda olduğunu savunduğu makalesindeki görüşlere karşı çıkan Haney, halktaki korkunun, politik olarak da motive edilen bir "suç dalgası mitolojisi"nin bizzat medya eliyle yaratıldığını savunuyor.
O'Brien ve Jones (1999), orta bir çözüm olarak, mahkumların "üretici yurttaşlar" haline gelecekleri özel cezaevlerinin yaygınlaşmasını önermektedir. Haney, medyada suç ve suçlu mitolojileri yaratılması ve "aşırı cezalandırma" ve "kapatılmanın" tek çözüm olduğu fikrinin yaygınlaştırılmaya çalışılmasını, cezaevlerinin bir endüstri sektörü haline gelmesi yönündeki çabalarla ilişkilendirmekte ve bu anlamda medyanın rolünün pazar politikalarıyla ilişkisini vurgulamaktadır.
"Süpermaks" (yüksek güvenlikli) Hapishanenin Doğuşu ve İzolasyon
Son 25 yıl boyunca aşırı kalabalıklaşmasına ve orantısız bir şekilde azınlıklarla dolup taşmasına ek olarak, ABD hapishaneleri mahkumlara yönelik anlamlı çalışma, eğitim, tedavi ve danışma programlarından da yoksundur.
Eyalet yasalarının belirlediği kurallar dolayısıyla mahkumların mahkumiyetlerini geçirecekleri yerin giderek artan yaşanmazlığı nedeniyle, pek çok hapishane yetkilisi, kurumsal kontrolü sağlamak ümidiyle, hapishane içi ayrım şeklindeki cezalandırıcı politikalara dönmüştür.
Bu ceza felsefesi, proaktif bir mahkum yönetme politikası olarak, "supermaks" olarak isimlendirilen hapishanelerde uzun dönemli hücre cezasının kullanımına neden olmuştur; "şiddet kullanan veya yıkıcı olarak kategorize edilen mahkumların, günde 23 saat boyunca kaldıkları, ayrı hücrelere kapatılması".
Dolayısıyla, SPE'den buyana geçen 25 yılda, ülke, kriminal hukuk sisteminin "belalı veya ıslah olmaz" mahkumlara yönelik olarak yeni supermaks ceza biçimlerinin ortaya çıkışına tanıklık etmiştir.
İnsan Hakları İzleme Örgütü (1997), bu birimlerde uygulanan temel rutinleri şu şekilde tanımlamıştır:
"Mahkumlar diğerlerinden ayrılmakta ve aşırı bir sosyal yalıtım, sınırlı çevresel uyaran, düşük ayrıcalık ve hizmet, az sayıda yaratıcı, mesleksel veya eğitimsel olanak ve her hareketi üzerinde ağır bir kontrol içinde tutulmaktadırlar."
Örgüt, "süpermaksimum güvenlik hapishanelerine yönelik ulusal eğilim olarak isimlendirilebilecek bu gidişatla ilgili endişelerini bildirmiş, işlerlikte olan 57 birime ek olarak, yapım aşamasında olan yeni birimlerin, ülke çapındaki süpermaks kapasitesini yüzde 25 arttıracağını belirtmiştir.
1991'de bu tür hapishaneler 36 eyalette bulunuyordu ve bazıları da planlama aşamasındadır. Bu yeni açılan, son derece sınırlandırıcı, modern "kontrol birimleri", federal ceza sistemi tarafından ileride kullanılmayı bekliyor.
Federal mahkeme, California Süpermaks Hapishanesi'nin koşullarının, "aşırı kısır ve monoton olduğunu" iddia ederek bu hapishane modelini mahkum etmiştir. California ve Texas hapishanelerinde uygulanan izolasyonun mahkumların çoğunda "çevresel uyaranların kısıtlanması ve aşırı sosyal izolasyon nedeniyle psikolojik travmaya yol açtığı (Madrid v. Gomez, 1995)", mahkumların temel psikolojik ihtiyaçlarının çoğundan mahrum bırakıldığı ve bunun da "umutsuzluk ve gözü kara bir şekilde çılgınca herşeyi göze alma duygusu yarattığı (Ruiz v. Johnson, 1999)" rapor edilmiştir (Haney, 1999).
Haney ve Zimbardo'ya göre (1998), burada da bağlam ve durumun önemi göz ardı edilmiştir. Geniş çaplı hapishane yönetim sorunları ve çetelerle ilişkili suçlar, ancak sistematik bir bakışla anlaşılabilir.
Bu durumları daha çok, yalnızca izole edilmek ve hücrede kalmayı hak eden "problemli mahkumların" yarattığı durumlar olarak görmek, bu davranışların açıklanmasına yardım eden durumsal güçlerin rolünü görmezden gelmektir. Bu görüş ayrıca, kötü mahkumiyet koşullarının, yalıtıma alınan mahkumların rolünü üstlenecek yeni mahkumların oluşmaya devam etmesine neden olma kapasitesini de ihmal etmektedir.
Son olarak, önemli psikolojik travma ve psikiyatrik riskin varlığıyla ilgili kanıtlara rağmen yüksek düzeyde ceza yalıtımlarının kullanılmaya devam etmesi, sosyal olarak zararlı bu sosyal bağlamların maliyetinin anlaşılamadığını göstermektedir.
İzolasyon ve etkileri
Bu noktada, ülkemizde F tipi cezaevleri modelinin de temelini oluşturan, mahkumların tek başlarına ya da küçük gruplar halinde diğerlerinden ayrılması, "izole edilmesi"nin psikolojik etkileriyle ilgili olarak başka kaynaklara ve bilimsel kurulların kararlarına bakalım.
İzolasyonun tanımı ve tipleri konusunda farklı yaklaşımlar olsa da kesin olan bir şey var ki izolasyon, her insanda, fiziksel sorunlar yaratma ve ruh sağlığının kısmen ya da bütünüyle bozulması riski taşır. İzolasyon ve izolasyon yoluyla şiddet, insan onuruna yapılan bir hakarettir ve insan onuru ihlali olarak ele alınmıştır. Sosyal izolasyon, mental zorlanma, gerçeklik duygusunun bozulması, hallüsinasyon, duygusal süreçlerde güçlükler (örneğin öfke kontrolü ve saldırganlık), kişilik değişimleri vb. sonuçlara yol açabilecek duyusal ve duygusal bir yoksunluğa neden olabilir..
İzolasyon şartlarında artan en hafif etki olarak, stres yükü ve beslenmeyle ilintili olarak çeşitli sağlık sorunlarına ilişkin belirtilerde genel bir ağırlaşmanın yanı sıra aşağıda en sık rastlanan sorunlar genel başlıklar halinde gruplanmıştır: (Daha ayrıntılı bilgi için Türk Tabibler Birliği'nin Eylül.2000 tarihli ve İzmir Meslek Odaları Platformu'nun Ağustos.2001 tarihli ayrıntılı raporlarına bakılabilir).
Mental, Ruhsal ve Sosyal Sorunlar (en sık rastlanan sorunlar)
* Algı ve duyu bozuklukları, dışsal uyaranlara aşırı duyarlılık, illüzyon ve hallüsinasyonlarda artış, gerçeklik duygusunun yitirilmesi
* Agresif etki, saldırgan davranış, primitive agresif fantaziler
* Emosyonel davranışlarda değişiklik
* Dürtü kontrol problemleri
* Güvensizlik, ilişki kurma güçlüğü ve sosyal ilişki kalitesinde azalma
* Depresyon, anksiyete ve panik atak
* Uzun vadede kişilik değişimlerine yol açma
* İntihar riskinde artış
* Uyku bozuklukları
* Düşünme zorlukları, konsantrasyon bozuklukları, algı, bellek ve dikkatte azalma
* Zaman duygusunun yitirilmesi (gerçeklik bilgisinin zedelenmesi)
* Çevreye ve karşı cinse ilgi kaybı
* Sosyal kimlik algı ve kurgusunda bozulma
* Sosyal etki ve telkine açık hale gelme, belirsizlik ve kontrol kaybı
* Mekansal oryantasyonda beceri kaybı ve bozulma
* Fiziksel çevrenin uyaran çeşitliliği açısından yetersizliği sonucunda algısal, mental ve bilişsel becerilerin olumsuz etkilenmesi
Fiziksel sorunlar (yapılan çalışmalarda en sık rastlanan belirtiler)
* Görme alanında daralma
* İşitme duygusunda azalma
* Sinirsel tipte sağırlık
* Tinnitüs (çınlama)
* Hücresel immun yanıtta azalma (bağışıklık sisteminin zayıflaması)
* Tümör büyüme hızının artışı
* Viral enfeksiyonların yarattığı tahribatta artış
* Amenora sendromları
* Hirsutik değişiklikler -kıllanma
* Prematür menapoz (Erken menapoz)
Politik aktivistlerde "davranış dönüştürme"
Yukarıdaki listede belirtilen, mahkumlarla yapılan çalışmalardan elde edilmiş sonuçlardan başka, sosyal psikoloji literatüründen hareketle hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak kadar açıkça söylenebilir ki, bugüne kadar yapılmış çalışmalar, izolasyonun, insanın kendisi ve mekan üzerindeki kontrolünü kaybetmesi, temel gelişim için gerekli fiziksel ve sosyal uyaranlardan mahrum bırakılması nedeniyle, benlik saygısını düşürücü, korkuyu ve yalnızlık algısını arttırıcı ve insanı sosyal etkiye açık hale getiren sonuçları vardır.
Belki de farklı biçimlerde ve sürelerde izolasyonun bu kadar evrensel olarak kullanılmasını açıklayan asıl neden budur: 20 yıl boyunca, yüksek güvenlikli cezaevlerinde yaptığı çalışmaları aktaran Bonnie Kerness, izolasyonun, cezaevi içinde ya da dışında güvenliği sağlamaktan çok, özellikle politik aktivistlerde yaratılması amaçlanan "davranış dönüştürme" amacına hizmet ettiğini belirtir (Schaeffer-Duffy, 2000).
Yine hiç kuşkusuz 70'lerden bu yana bilinmektedir ki, yalnızlık ve "izolasyon algısı" bütünüyle algısal ve öznel deneyimlerdir, ayrıca kültürden kültüre hatta kişisel özelliklere göre mahremiyet ve sosyal ilişki ihtiyacı değişir.
Bu konudaki ilk önemli çalışmalar 1960'larda başlamıştır ve Hall (1966), farklı kültürleri karşılaştırdığı çalışmalarında Türkiye'nin de içinde bulunduğu coğrafyada yaşayan insanların ilişki ihtiyaçlarının Kuzey ve Batı kültürlerine göre daha yüksek olduğunu ve daha az soysal mesafeye ihtiyaç duyduklarını gözlemlemiştir.
Sonuç olarak gerek sosyal psikoloji gerekse kültürler arası psikoloji birikimi, izolasyonun, izolasyon koşullarındaki insanın algılarına dolayısıyla beyanına bağlı olduğunu, küçük grup izolasyonunun da süreç içinde tek kişilik izolasyonun etkilerine yol açabileceğini ve bir kültür için ideal olabilecek bir ilişki miktarının başka bir kültür için yalnızlık ve izolasyon deneyimine neden olabileceğini kanıtlamaktadır.
İzolasyonun, cezaevlerindeki intiharlarla da yüksek oranda ilişkisi olduğu saptanmıştır. Anno'nun (1985) araştırmasında Teksas cezaevindeki intiharların yüzde 97'sinin tek başına hücrede kalanlar tarafından gerçekleştirildiği görülmüştür (Hayes, 1994;1995).
Hayes, cezaevlerinde intiharları önlemek için tutukluları izole etmekten kaçınmak gerektiğini, uzun süreli izolasyonun, uyaranların kısıtlanması nedeniyle psikotik eğilimleri ve kendine zarar verme biçiminde ortaya çıkan şiddet içeren dürtüleri ortaya çıkardığını belirtmektedir.
Kapatılma ve izolasyonun etkileri, ayrı tutulma durumu ortadan kalktıktan sonra da devam etmektedir. Wadeson ve Carpenter (1976), psikiyatri hastanelerinde uygulanan izolasyonun etkilerinin hastalığın ya da hastanede olmanın hatırlanmasından çok daha uzun süre hatırlandığını ve bu yaşantının "hastalığın en belirgin görüntüsü olarak" hastaların zihninde korunduğunu belirtmişlerdir.
Ne yapmalı? Stanford Hapishanesi Deneyinden Alınan Bazı Dersler
Yukarıda özetlediğim dönüşümler zinciri ve yüksek güvenlikli cezaevi politikaları, ABD kriminal hukuk sistemini nereye taşıdı? Yazarlara göre, ulusal hapishane politikası korkutucu bir hızla daha fazla cezalandırıcı hale geldi ve mahkumiyet koşulları ülkenin pek çok yerinde giderek kötüleşti. Bu dönüşümler, ekonomik, sosyal ve insani bakımdan çeşitli maliyetlere neden oldu; devlet öncelikleriyle ilgili katı bir gerçeği açıkladı:
"Tarihte ilk kez, devlet ve yerel yönetimler, kriminal hukuka, eğitimden daha fazla para harcıyor."
Kaliforniya'da, yalnızca ıslah bütçesi, eyaletin, yüksek eğitim için ayırdığı fondan fazlasını tüketiyor. Son 25 yılda harcamalardaki artışa ve rastlanmamış ölçüdeki hapishane inşa edilmesine rağmen, pek çok yorumcu hala, "Amerikan hapishanelerindeki yaşam koşulları skandalını" dile getirmektedir. ABD'deki ıslah konusundaki hemen hemen bütün yorumlar, bize sistemin bir kriz durumunda olduğunu hatırlatmaktadır.
Bu krizin boyutları genişlemeye devam etmekte ve henüz hapishane sayısındaki büyük patlamayı yansıtmamaktadır. Halkın şiddet korkusundan yararlanmak için, pek çok yasa hazırlanmış ve hızlı bir şekilde hayata geçirilmiştir. ABD'deki suç oranlarının bir süredir azalmakta olmasına rağmen, bu yasaların pek çoğu, olası en geniş ağı oluşturacak şekilde hazırlanmaktadır.
Haney ve Zimbardo (1998) ceza politikasındaki köklü değişimlerin, psikoloji disiplininden hiçbir bilgi alınmadan gerçekleştirildiğini belirtiyorlar. "Islahçı yöneticiler, siyasetçiler ve yargıçlar yalnızca SPE'den çıkan dersleri görmezden gelmekle kalmamış, aynı zamanda psikologların, son birkaç onyılda yayınlanmış olan deneysel çalışmalardan ve teorik eserlerden çıkarılan benzer dersler üzerine yazılmış olan önceki çalışmalarından da yararlanmamışlardır."
Yazarlar, 25 yıl önce yaptıkları deneyden ve sosyal bağlamın insan davranışını şekillendirme ve değiştirme gücünü vurgulayan benzer araştırmalardan elde edilen bir dizi öneri sunuyorlar ve bu önerilerin her birinin, ABD'yi, son çeyrek yüzyıldır içinde bulunduğundan çok daha farklı bir yöne götürecek yeni ıslah gündemlerinin yaratılmasına yönelik olduğunu savunuyorlar:
"1. Öncelikle SPE, hapishane ortamlarının, olumsuz etkilerinin dikkate alınması gereken güçlü ve potansiyel olarak zararlı ortamlar olma derecesini vurgulamıştır. Gerektiğinde bu çevreler değiştirilmeli veya ortadan kaldırılmalıdır.
Bu gözlemlerin politik doğurguları açıktır. Öncelikle zararlı potansiyellerinden dolayı, -öyle ki, suç işlemeyi en çok belirleyen etken bir kez suç işleyip hapsedilmektir.- suça karşı savaşta hapishaneler çok daha az kullanılmalıdır. Hapishane ortamlarının psikolojik olarak zararlı olma eğilimi, ceza kurumlarıyla ilgili resmi bilgilerin daha gerçekçi olması gerektiğini göstermektedir. Ayrıca, kriminal hukuk kaynaklarının, geleneksel ıslah ortamlarının insancıl alternatiflerini daha ciddi olarak araştırma, yaratma ve değerlendirmesi konusunda yönlendirilmesi gerekir.
2. SPE ayrıca, küçük bir hapishanenin bile ne kadar kolay bir şekilde acılı ve güçlü hale gelebileceğini göstermiştir. Tüm karşılaştırma ölçütlerine göre, bizim (deney için hazırlanan) hapishanemiz, sıradışı ölçüde iyimser bir yerdi. "Stanford -deney- Hapishanesindeki" gardiyanlardan hiçbiri silahlı değildi ve mahkumların uyumsuzluk, isyan ve hatta kaçışlarına karşı tepkilerinin bir sınırı vardı.
Fakat bu küçük hapishane ortamında bile, "gardiyanlarımızın" tümü, hızlı bir şekilde gelişen kötü muamele kalıbına şu veya bu şekilde katılmışlardır. Mahkumların hapis süresinin son derece kısa olmasına rağmen, mahkum katılımcıların yarısı çalışma sona erdirilmeden deneyi terk etmişlerdir, çünkü bu simulasyon mahkumiyetteki acılara dayanamıyorlardı. Bu acılar hem psikolojik (güçsüzlük, aşağılanma, umutsuzluk ve duygusal stres) hem de fizikseldi (uykusuzluk, zayıf beslenme, ve sağlıksız yaşam koşulları).
Elbette katılımcılarımızın aksine gerçek mahkumlar başkaları tarafından zayıflık olarak algılanabileceği ve sömürüye davetiye çıkaracağı için, psikolojik hassasiyetlerini dışarıya belli etmemeyi öğrenirler.
Dolayısıyla, SPE ve sosyal bağlamların gücünü gösteren diğer çalışmalar, belirli durumsal koşulların, kurumsal parçaların toplamından daha zararlı bir bütün ürettiğiyle ilgili bir ders vermektedir. Bu durumsal koşulların bütünlüğünü dikkate alamayan yasal doktrinler, bu psikolojik noktayı kaçırmaktadır.
Bu tür koşullarda, besin, sıcaklık veya hareket gibi tanımlanabilir tek tek insan gereksinimlerinden ziyade "temel yaşam gereksinimleri" ön plana çıkar. Bu görüş, şu anki Anayasa Mahkemesi üyelerinin uygulayamayacağı kadar "şekilsiz" olsa da, belirli bir hapishanenin, o duvarlar arasında yaşayan insanlar üzerindeki etkilerinin değerlendirilmesinde psikolojik olarak savunulabilir tek yaklaşımdır (yazar, burada "şekilsiz" sözüyle, hapishanelerin olumsuz psikolojik etkileri konusunda yapılan bir başvuruda, Anayasa Mahkemesi'nin, bu iddiaların "şekilsiz" olduğuna karar vermesine gönderme yapıyor).
Benzer şekilde, mahkumlar tarafından gösterilebilecek küçük davranışsal sorunlar ve bozuk işlevli sosyal adaptasyonlar, diğer mahkum ve gardiyanlarla her gün etkileşim gerektiren hapishane koşullarında giderek artabilir. Hapishanelerin yapısında mevcut olan patoloji, mahkum ve gardiyanların kuruma kattıkları olası bireysel patolojilerle birlikte güçlenmektedir.
Hapishane sistemleri kurumsal düzenlemeleri optimize etme, davranışsal ve psikolojik sorunları minimize etmedeki bireysel farklara hassasiyeti koruyarak mahkumların hayatla başa çıkmalarını kolaylaştıracak önlemleri almaya yönelmelidirler.
3. Eğer sosyal bağlam önemliyse ve insanlar hapishanelere girdiklerinde sadece bu bağlam nedeniyle bile değişime uğruyorsa, aynı bağlam, hapishaneden çıktıklarında da aynı ölçüde sorun yaratacaktır. Bu çok açık bir şekilde, serbest bırakılma sonrasındaki durum ve sosyal koşulların göz ardı edilemeyeceğini göstermektedir.
SPE ve bununla ilişkili çalışmalar, suç kontrolüne yönelik birey-merkezli yaklaşımların kendini-sınırlayıcı olduğunu ve kriminojenik durumsal ve bağlamsal durumlara yönelik eşzamanlı ve sistematik başka yaklaşımların yokluğunda başarısız olmaya mahkum olduğunu gösterir. Geleneksel rehabilitasyon modelleri yapı bakımından kişi-merkezli ve mizaçsal olduğundan, ümit kırıcı suç alışkanlığı oranlarından büyük ölçüde sorumlu olan, serbest bırakılma sonrası durumsal etmenleri tipik olarak ihmal etmektedir.
Bu perspektif ayrıca, güçlü ve yıkıcı durumlara ve yapılara uzun vadeli maruz kalmanın, hapishanenin kendisinin krimojenik bir araç görevi görebileceği (hem mahkumlar üzerindeki temel etkiler hem de onlarla bağlantılı insanların yaşamları üzerindeki ikincil etkileri bakımından) dolayısıyla, bir toplumda gerçekleşen suç oranlarını düşürmekten ziyade artmasına neden olabileceği anlamına geleceğini de gösterir.
Bu konudaki veriler, şiddet içermeyen bir suçtan dolayı mahkum olan kişilerin dörtte birinin şiddet içeren bir suç işleme dolayısıyla ikinci kez cezaevine girdiğini göstermektedir. Başka neyi yansıtıyor olursa olsun, bu kalıp, hapishanenin, şiddet alışkanlıklarını ve değerlerini azaltmaktan ziyade taşınmasına, aktarılmasına hizmet etmesi olasılığını gösterir. Ayrıca bu örnek, politika üretenlerin, uzun vadeli suç kontrol stratejilerinin geliştirilmesinde, mahkumiyetin tüm sosyal ve ekonomik maliyetlerini hesaba katmaları gerektiğini gösterir.
4. Hapishane deneyimizde çeşitli geçerli kişilik testleri kullanmamıza rağmen, kimin neden ne şekilde davranacağını tahmin edemediğimizin farkına vardık. Hapishanede, disiplin ihlalleri ve şiddeti açıklamak için, bunlara yönelen mahkumlardan ziyade, gerçekleştikleri bağlam üzerinde odaklanmak gerekmektedir.
Benzer şekilde, yeniden suç işleme olasılığını ve tekrarlı suç davranışı ihtimalini tahmin edebilme yeteneği ancak, mahkumların soyut özellikleri ve eğilimlerinden ziyade, sosyal bağlam ve kişilerarası çevreyle ilgili etkenlere duyarlı olarak arttırılabilir. Bu perspektif, suçun kontrolü konusunda bazı dersler içerir.
Hemen hemen bütün sofistike çağdaş sosyal davranış yaklaşımları, durum, bağlam ve yapının deneysel ve teorik önemini kabul etmektedir. En azından akademik çevrelerde, suç ve şiddet sorunları (önceden neredeyse tamamen bireysel bakımlardan incelenirdi) artık, durumsal, topluluğa ait ve yapısal değişkenlerle, eşit derecede önemli hatta belki onlardan daha değerli analizler yoluyla anlaşılmaktadır. Fakat bu bilginin çok az bir kısmı, mevcut suç hukukunda yerini alabilmiştir.
5. Gerçek ve anlamlı bir hapishane ve suç hukuku reformu, islah politikaları konusunda egemen-güçlü çevrelerin "esiri" olan kişiler tarafından geliştirilemez.
Deney sırasında altı günlük bir döngüdeyken, bu dersi mütevazı fakat doğrudan bir şekilde öğrendik; bizim kendi bakış açımız köklü olarak değişmişti; etik, uygunluk ve insanlık algılarımız geçici bir süre için askıda kaldı. SPE deneyimlerimiz, kurumsal koşulların, bu kurumları yöneten kişilerin arzu, niyet ve amaçlarından bile bağımsız olarak adeta kendi hayatlarını sürdürdüklerini göstermiştir.
Tüm güçlü durumlarda olduğu gibi, gerçek hapishaneler, içinde yaşayanların (parmaklığın hem iç hem de dış tarafındakilerin) dünya görüşünü değiştirmektedir. Dolayısıyla SPE ayrıca, hapishane reformu hakkındaki basit fakat önemli bir mesajın (iyi niyetlere sahip iyi insanların, iyi hapishaneler yaratmak için yeterli olmadıkları) ilk bilgilerini içeriyordu. Kurumsal yapıların kendileri, hapishane hayatının kalitesini anlamlı bir şekilde arttırmak için değiştirilmelidir.
Aslında, SPE, personelin mahkumları cezalandırma yetkisine sahip olmadığı, mahkumların da, kendilerine yapılan kötü muameleyi hiçbir şekilde hak etmediği "irrasyonel" bir hapishaneydi. Fakat çevrenin, ortamın "psikolojisi", katılımcıların iyi niyet ve mizaçlarından daha güçlüydü.
Rutinler gelişir; kurallar koyulur ve uygulanır, değiştirilir ve bu kurallara sorgusuz olarak uyulur. Kısa vadeli politikalar, kurumsal statükonun bir parçası haline gelir ve değiştirilmeleri zorlaşır. Beklenmedik olaylar ve acil durumlar, mevcut kaynakları riske atar ve kriz geçtikten sonra bile uzun süre boyunca kötü muamele sürer. Hapishaneler, bu genel kurumsal dinamiklere karşı özellikle hassastır, çünkü dışardan gelen değişim baskılarına karşı çok dayanıklıdırlar.
Zararlı yapılar, ortamlar, sadece kötü niyetli kişilerin, kontrolleri altındakilere psikolojik hasar vermesini gerektirmez; bu tür yapılar, iyi insanları, iyi niyetle kötü eylemlerde bulunmaya da itebilir. "Ahlaki kopuş mekanizmaları", insanları, eylemlerinin ahlaki belirsizliğinden ve eylemlerinin acılı sonuçlarından uzaklaştırır ve pek çok yasal ve kurumsal bağlamda, yıkıcı bir güç ile çalışarak, normalde sorumluluk sahibi ve "yasaya uyan" kişilerin zalim ve sıra dışı bir davranışta bulunmasına neden olabilir.
Son olarak, Stanford Hapishanesi Deneyi, örtülü bir şekilde de olsa, psikologların, yaşadıkları dönemin, önemli sosyal ve siyasi sorunlarıyla ilgilendiği daha aktivist bir sosyal bilim anlayışını savunmuştur.
Daha insani cezaevleri ihtimali, bütün bu konuları incelemeye, suç hukukunu şekillendiren eskiye ait modellerle ve kavramlarla savaşmaya ve anlamlı ve etkili alternatifler geliştirmeye istekli sosyal bilimcilerin katılımını gerektirir.
Tarihsel olarak psikologlar, modern ıslahın kurulduğu entelektüel çerçeveye önemli katkılarda bulunmuşlardır. Geçen 25 yıl boyunca psikologlar, hapishane politikası konularındaki tartışmalarda bir sese ve otoriteye sahip olamamışlardır.
Şimdi, hapishaneleri, rehabilite etmeye çalışmadan cezalandıran, geliştirmek yerine izole eden ve azınlıkları korumak ve güçlendirmek yerine onları parçalayan birer sosyal kontrol aracı olarak kullanmak isteyenlerle entelektüel mücadeleye girmekten daha önemli bir iş ve şu andan daha uygun bir zaman olamaz." (MG/BB)
Yararlanılan Başlıca Kaynaklar:
Goffman, E. (1961). Asylums: Essays on the social situations of mental patients and other inmates. NewYork: Anchor Books.
Hall, E. T. (1969). The Hidden Dimension, New York, Doubleday.
Haney, C. (1997).Psychology and the limits to prison pain. Psychology, Public Policy, and Law. December, Vol. 3, No.4, 499-588.
Haney, C. (2002). Making law modern: Toward a contextual model of justice. Psychology, Public Policy, and Law. March, Vol.8, No.1, 3-63.
Haney, C. ve Zimbardo, P. (1998). The past and the future of U.S. Prison Policy: Twenty-five years after the Stanford Prison Experiment, American Psychologist, July, Vol.53, No.7, 709-727
Hayes, L. M. (1994). Prison suicide: and overview and guide to prevention (Part.1), Crisis, 15 (4), 155-158.
Hayes, L. M. (1995). Prison suicide: and overview and guide to prevention (Part.2), Crisis, 16 (1), 9-12.
Schaeffer-Duffy, C. (2000). Long-term lockdowns: Psychological effects of solitary confinement and stun devices. Issue: Dec. 8. National Catholic Report.
Wadeson, H. ve Carpenter, W. (1976). Impact of the seclusion room experience. The Journal of Nervous and Mental Disease. 163, 5. 318-328.
* Yazıda sözü edilen Stanford Hapishanesi Deneyi'yle ilgili ayrıntılı bilgiler ve ayrıntılı kaynakça yazardan istenebilir.
* Doç. Dr. Melek Göregenli: Ege Üni. Psikoloji Bölümü