Otuz üç yıldır yaşadığım ülkede daha önce hiç tanık olmadığım bağzı şeyler olurken otuz üç gün içerisinde üç ayrı ülkede üç konferansa katıldım. İzlenimlerim:
21-23 Mayıs tarihlerinde “Küresel Kalkınma için İnternet Özgürlüğü” başlıklı konferans için İsveç’teydim. İki sene önce Avrupa Komisyonu tarafından yeşil başkent unvanı verilen ilk Avrupa şehri Stockholm’de gerçekleşen konferansa Bağımsız İletişim Ağı’nı temsilen davet edildim.
Husby’den Gezi’ye direniş
Uçak penceresinin kadrajına birkaç ağaç sığsın diye kilometrelerce yükselmek icab eden kiremit ve beton denizi İstanbul’dan, nüfusunun % 90’dan fazlasının 300 metreden daha kısa mesafede yeşil alana erişebildiği Stockholm’e uçtum önce. İlk davet, her sene Nobel ödüllerinin dağıtıldığı City Hall’de ekonomik ve kültürel gelişme yolunda internet özgürlüğünün önemine dair ateşli bir savunuyla açıldı. Internet Tahsisli Sayılar ve İsimler Kurumu (ICANN) CEO’su Fadi Chehadé önce Roosevelt’in ardından da İsveç’in özgürlük fikrinden övgüyle bahsederken ne konuşmanın yankılandığı “Altın Salon”dakiler ne de binanın dışında yağmur altında kümeleşmiş katılımcılar “özgürlüğü” bir CEO’dan dinliyor olmayı yeterince önemsemiyor gibiydi. İçeridekiler daha çok yüksek duvarlara resmedilmiş İskandinav mitolojisine ve açık büfeye, dışardakilerse kümelendikleri sigara sotelerinde aşina oldukları “kader birliği”ne yoğunlaşmış gözüküyordu. Daha çok Kuzey Afrikalı ve Orta Doğulu yaşıtlarımdan oluşan bu gruba dahil olmak için fazladan hiçbir kibarlık sergilemek gerekmediği gibi “Sizde internet’in durumu nedir?” sorusunu herhangi bir soyutlama veya analize girmeden “hızlı” veya “yavaş” diye cevaplamak yeterliydi. Tek kelimeyle açılabilen bu kapının ardında Arap ayaklanmalarının, özellikle de Tahrir’in twitter hikayelerine, Afganistan’daki “Aşk-ı Memnu” veya Balkanlar’daki “Muhteşem Yüzyıl” hayranlığına dair diyaloglar türeyebiliyor, internetten indirilip topluca izlenen bu diziler sayesinde Türk bıyığının nasıl yeni bir fenomen olarak yaygınlaştığını öğrenebiliyordunuz. Birkaç sene sosyoloji eğitimi almıştım ama -fosforlu gözlerimi yeterince açmadığımdan olsa gerek- bir hafta sonra İstanbul’da olacakları görememiş, Arap ayaklanmalarını birinci ağızdan dinlerken birden bana “Sulaman, how are you?” diye seslenen Makedonyalının tuzağına düşmüştüm.
Ertesi günkü konferansın açılış panelinde İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt’in de tartışmacı olarak bulunması, dinleyicilerin konuşma ve tartışmalara sorularıyla istediği anda müdahale edebilmesi, konferans boyunca büyük bir ekranda ilgili hashtag’lerle iletilen twitter mesajlarının gerçek zamanlı paylaşımı ve ekranda akan soruların da cevaplanıyor olması etkileyiciydi. Benim bildiğim bakanlar açılış konuşmasının ardından ortadan kaybolur, sevmediği soruyu cevaplamaz hatta soruyu sorana çok kızar, onu azarlar.
Siber güvenlik ve özgürlük arasındaki karşıtlıkların tartışıldığı oturumda Bildt, devletlerin istihbari amaçlarla başvurduğu teknik izleme ve gözetimin herhangi bir sınırlama içermediğini ve kimseye bir zararı olmadığını iddia ettiğinde salondan ilk toplu alkış yükseldi. Konferans boyunca sıkça dile getirildiği üzere önümüzdeki yıllarda internet erişimine sahip olacak ilk bir milyarlık nüfusun yaşadığı Güney Yarımküreli katılımcıların elleri, benzeri protesto alkışları için yoğun bir dayanışma içindeydi. Stockholm’de üst düzeyde bir temsille bulunan Google, Yahoo ve Facebook gibi büyük şirketler veya ABD Dışişleri Bakanlığı temsilcileri ne zaman özgürlükle iktisadi gelişimi aynı cümlede telaffuz ettiyse alkışlarla ve twitter mesajlarıyla -bazen de sessizlikle- protesto edildi. Örneğin yüksek düzey bir yetkili, siber güvenliğin ne kadar önemli olduğundan bahsederken arkasındaki ekranda şöyle bir tweet akmaktaydı: “Bir cümle size absürt geliyorsa içinden “siber” kelimesini atın, anlam kazanacak!” Sanırım son bir kaç haftadır Türkiye’deki hükümet yetkililerinin konu hakkında vermiş olduğu beyanları bu basit algoritmayla okumalıyız.
Devam eden oturumlarda salondaki görünmez sınırlar, “özgürlük”, “güvenlik”, “mahremiyet”, “kalkınma” gibi kavramlar etrafındaki soyutlamalar ve kalkınmakta olan ülke katılımcılarının seslendirdiği insan hikayeleri arasındaki akslarla belirleniyordu. Bir de çok iyi İngilizce konuşanlarla anlatmak istediğini futbol analojisine başvurmadan dile getiremeyenler arasındaki boşlukta: “Beyefendi, siz ‘bir gol daha attık sevinelim’ diyorsunuz, ama aynı takımda olduğumuza emin değilim, hatta ortada bir top dahi göremiyorum...”
İzlenmeme, anonim kalma ve doğru bilgilenme haklarının tartışıldığı “Siberaktivism: Aşk ve Nefret Arasında Sıkışmak” adlı son oturumdan ayrılırken Stockholm’un kuzeyindeki Husby’de polis şiddetine karşı başlayan ayaklanmalarda yüzlerce araba yakılmış, gösteriler 18 ayrı bölgeye sıçramıştı. Büyük bir kısmı işsiz olan göçmenlerin ve Müslümanların yaşadığı bölgedeki isyanın yankısı şehir merkezine niçin ulaşmıyor diye düşünürken cevabı bir metro haritasında buldum. Daha uzak bir yere, İstanbul’a doğru yola çıkmam gerekiyordu.
Biz yayında mıyız şu anda?
11 Haziran sabahı Priştine’de düzenlenen “Sivil Toplum ve Medya İlişkileri” konferansı için Kosova’ya doğru yola çıkarken arkamda başka bir şehir, başka bir ülke bırakıyordum. Taksim Gezi Parkı’nda başlayarak Türkiye’nin her yanına yayılan kolektif tepki, on günden beri ve yüz binlerce insanın dayanışmasıyla gerçekleşen “şey” yeni bir hakikat ve yeni bir yaşam pratiğine evrilmişti. Gezi’de para geçersiz kılınmış, devlet şiddeti barikatlarla mümkün mertebe uzaklaştırılmıştı. İstanbul valisinin hayalini kurduğu ıhlamurların kokusunu oradaki tüm canlılarla birlikte içime çekerken parktaki insanlar daha kalabalık, daha mutlu; ağaçlar daha büyük, daha yeşil görünüyordu...
Öte yandan “dış mihrak” temelli ekşimiş komplo teorileri yalan haberlere ve en yetkili ağızlardan saçılan yalan bilgilere eşlik ediyor; parkta ne olduğunu anlayamayanlar ve anlamayı reddedenler “Boşuna uğraşmayın Taksim’den Tahrir çıkmaz” kolaycılığına savrularak korkularını da ifşa ediyordu. Taksim’de sadece “turistik gezi” görebilenler kendini “çevrecinin daniskası” ilan eden başbakana “2,8 milyar ağaç ve fidan nerede?” diye soramıyordu. Evet, Taksim’den Tahrir’e giden yol kimileri için oldukça uzun olabilirdi ama % 10 barajının hükmüne sabitlenmiş bir sandık demokrasisi bu coğrafyada da pekala diktatoryal devlet reflekslerine kapıyı aralık bırakıyordu. 11 Haziran sabahı itibariyle “cami düşmanlığı” ile yaftalanmış Taksim’deki kalabalığa saldıran polis, önce anti-kapitalist müslümanların mescidini ardından “faiz lobileri”nin güdümünde parayı geçici de olsa devre dışı bırakacak kadar ne yaptığını bilmezlerin marketlerinden birini yıkıyor; “darbeci” ilan edilenlerin pankartlarını indirerek AKM’nin ön cephesinde “devlet otoritesini tarafsız olarak yeniden tesis ve idame” ediyor; “sürece” zarar vermekle suçlananları “süreç” zarar görmesin diye meydanda gazla ve kimyasal madde içeren tazyikli suyla kovalıyordu. On gündür Roboski katliamındaki performansını aratmayarak Gezi’deki “şey”e belgesellerin, dizilerin ve güzellik yarışmalarının arkasından bakmayı seçen ana akım medyanın büyük bir bölümü ise o sabah itibariyle acilen asli görevinin başına dönerek “kitleyi kışkırtan marjinallere” canlı zoom yapıyordu. Bir ilçenin “Biz yayında mıyız şu anda?” ünlemiyle irkilerek kendine gelen (ya da gelmiş gibi davranan) belediye başkanı, ana akımı da aynı ünlemle “normal hayatı”na çağırıyordu sanki.
Türkiyeli katılımcıların internet üzerinden de olsa tek gözle Gezi Direnişi’ne odaklandığı ve sık sık penguenlerle ilgili soruları cevaplamak zorunda kaldığı Kosova’daki konferansı, Bosna-Hersekli bir kadın gazetecinin defterime not düştüğüm şu cümlesi özetliyordu: “Devletin ve sermayenin baskılarından bağımsızlaşamamış bir medya karşısında sivil toplumun medya okur-yazarlığını geliştirmeye çabalamak ancak ikincil bir hedeftir.”
Elinden geldiğince insan işte...
19 Haziran’da Avrupa Komisyonu’nca düzenlenen “Batı Balkanlar ve Türkiye’de İfade Özgürlüğü ve Medya” başlıklı Speak Up! 2 Konferansı için Brüksel’e indiğimde başbakanın direktifiyle Gezi Parkı’nın dağıtılmasının üzerinden birkaç gün geçmiş, Ankara’da polis kurşunuyla öldürülen Ethem Sarısülük’ün cenazesi kaldırılmış, Taksim ve civarı (ve hala onlarca şehrin kamuya açık alanları) polis denetiminde olağanüstü “korunur” hale gelmişti. Doç.Dr. Besime Şen’in tabiriyle “isyanın büyüsü” yerini tedrici bir silme-süpürme harekatıyla “otoritenin estetiği”ne terk ederken duraninsanlar bedenleriyle meydanları kuşatmaya başlamıştı. Brüksel havaalanında karşılaştığımız bir kadın ve 15 yaşlarındaki kızının bizi şehir merkezindeki Luxemburg meydanında düzenlenen Gezi protestosuna davet etmesi yorgunluğuma yegane ilaç oldu.
Konferansta söz alan hemen hemen tüm yabancı gazeteciler Türkiye’deki meslektaşlarıyla dayanışma içerisinde olduklarını ve medya özgürlüğünün Avrupa Birliği müzakarelerine tabi olamayacak bir kıstas olduğunu ifade etti. AB Genişlemeden Sorumlu Üyesi Stefan Füle, 23. ve 24. Fasıllar’ın Komisyon tarafından hayati önemde görüldüğünü bu yüzden müzakere sürecinin başında açılıp ancak sonunda kapatıldığını hatırlatarak aday ve üye devletler için aynı standartların geçerli olduğunu, bir ülkedeki demokrasinin sağlığını anlamak için medyaya bakmak gerektiğini belirtti. Türkiyeli konuşmacılardan Yavuz Baydar, içselleştirilmiş oto-sansürün ve Ankara’nın kimi ulusal ve uluslararası yayın organlarına karşı takındığı alışılageldik komplocu refleksin çıkmazlarına dikkat çekerek örneğin TRT’nin bir kamu değil devlet yayın organı olmasını eleştirdi. Yaman Akdeniz penguen tişörtüyle başladığı konuşmada, Türkiye’de geleneksel medyanın iş adamlarının denetiminde ve güdümünde olduğunu buna karşın alternatif/sosyal medyanın güçlendirilmesi gerektiğini vurguladı.
Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in muhtemelen Türkiye’nin AB’ye karşı devreye soktuğu yeni angajman kuralları gereği son anda katılmaktan vazgeçtiği son oturumda ise Müsteşar Yardımcısı Kenan Özdemir, Türkiye’de yargı alanındaki “devrim niteliğindeki” gelişmeleri anlattığı konuşması boyunca duraninsan eylemi yapan tek gözü bantlı Türkiyeli ve yabancı izleyicileri görmezden gelmeyi seçti. Aynı şekilde Av. Fikret İlkiz’in “Sosyal medya alanında herhangi bir kısıtlamaya gidilmesi düşünülüyor mu?” ve Diyarbakır Baro Başkanı Av. Tahir Elçi’nin “Birkaç istisna dışında kayda değer hangi gelişme devrim niteliğindedir?” sorularını cevaplamadı. Banu Güven Türkiye’de son bir haftadır darp edilen, göz altına alınan ve tehdit edilen gazetecilerle ilgili bir döküm sunarken de sessizlik hakimdi. Son sözü Karadağ’dan gelen bir gazeteci söyledi: “Bu toplantılara daha az hükümet yetkilisi daha çok gazeteci ve sivil toplum temsilcisi davet edilmeli.”
Ben de bu yazının son sözünü, “üç ağaç” uğruna ayağa kalktığı için canını, gözünü, eşini, dostunu, işini kaybedenlere hala “Kimsiniz?” diye soranlar duysun diye, 1 Haziran sabahı geçirdiği kalp krizi nedeniyle hayatını kaybeden ama ölmeden önce Gezi Parkı’nın büyüsüne tanıklık etmiş lise arkadaşım Kerem Can Karakaş’a devrediyorum.
“Elinden geldiğince insan işte...” (EG)