Gezi Parkı olayları başladığından bu yana sosyologlar AKP iktidarı tarafından çok fazla anılır oldu. Sosyologlar ilk defa 9 Haziran günü AKP Merkez Karar ve Yönetim Kurulu (MKYK) toplantısında gündeme geldi. 90 kuşağıyla ilgili raporların sunulduğu toplantıda Gezi eylemlerini değerlendirmek için sosyologlar ve toplum uzmanlarından görüş alınması kararı çıktı ve bu ilişkiyi kurma işi de eski İstanbul valisi, şimdiki İç İşleri Bakanı Muammer Güler’e verildi. Böyle bir görüşme gerçekleşti mi bilmiyorum ama bu yazının kaleme alındığı anda tekrardan biz sosyologların isminin zikredildiğine şahit oluyorum. 12 Haziran’da Başbakan Tayyip Erdoğan’la görüşen kişiler arasında bulanan oyuncu Necati Şaşmaz görüşmenin hemen ardından yaptığı basın açıklamasında “tarafsız sosyologlara” karanlıkta kalan insanlara kedi gözü gibi bir aydınlatan bir rol biçti.
Anlaşılacağı üzere Gezi Parkı’nı anlama işi biz sosyologlara verildi. Nasıl oluyordu insanlar “rahat ve huzurlu” evlerinden çıkıp Hasan Kaçan’ın deyimiyle “son derece sağlıksız koşullarda” kalmayı tercih ediyorlardı; nasıl oluyordu da kimyasal silah niteliğinde olan gaz bombalarına ve ses bombalarına rağmen 16 gündür orada inatla duruyorlardı; nasıl oluyordu da insanlar “polissiz” güvenli ve üretken alanlar yaratabiliyorlardı… Bunu anlamak gerekiyordu ve üstelik “bilimsel yollarla” anlamak gerekiyordu ki Fethullah Gülen’in deyimiyle “ıslah edebilelim.” Verilen bu rol karşısında gülmemek için kendimi zor tutuyorum, bir kaç yıl öncesine kadar biz sosyologlar baş belası olarak nitelendiriliyorduk. Sonra ne olduysa MİT’e alındık, sonra tarımda neoliberal politikaların uygulanabilmesi için Tarım bakanlığına alındık... Evet, biz bir kez daha iktidarın aracına dönüştürülmek isteniyoruz. Sosyal bilimlerin bir “ıslah etme” projesine veya bir arkadaşımızın deyimiyle pansumancı anlayışa indirgenmeye çalışıldığına, iktidarın sürekliliğini sağlamak için hizmete çağrıldığına tanık oluyoruz.
Olaylar başladığından bu yana bir sosyolog olarak süreci takip ediyorum, meslek hastalığı olarak birçok akademisyenin, araştırmacının ve köşe yazarının bu süreçteki görüşlerini takip ettim -gaz bombalarının izin verdiği kadar. Olayları nasıl açıkladıklarına yoğunlaştım. Bazıları yıllardır süren parça parça eylemlerin birleşmesi olarak yorumladı; bazıları orta sınıfın yaşam tarzlarına karşı yapılan müdahalelere karşı başkaldırısı dedi; bazıları kuşak farkından söz etti. Bu sürecin bir aktivisti olarak hiç bir “bilimsel açıklamanın” Gezi Parkı ve destek eylemlerini açıklamaya yetmediğini gördüm. Sosyal bilimlerinin “açıklayıcı” gücünün ne kadar kırılgan olduğuna genç bir sosyal bir bilimci olarak şahit oldum.
Siyaset biliminde yüksek lisans yapmış bir sosyolog olarak iktidarın bu süreci nasıl yorumladığına da bakmaya çalıştım. Hükümetin açıklamalarında, istikrarlı ve borcunu kapatmış bir Türkiye’ye saldırı yorumunu ve kendi refahını başkalarının refahı sanan dili gördüm. Kendi kitlesini “sessiz yığınlar” olarak tanımlayan, güveni “satan” üslubu gördüm. AKP’nin kendi içindeki iktidar savaşını; kendi bütünlüğü sağlamak için Gezi Parkı’nı araçsallaştırmaya çalışan dili gördüm. Teknokrat kafanın teknolojiyle olan mücadalesini gördüm. Hiç bir söylemin açıklamaya güçlerinin yetmediğini fark ettim. Ama asıl önemlisi; bu zayıflığın muhazafakar sosyal bilimin tıkandığı an gerçekleşmesiydi.
Muhafazakar sosyoloji AKP'ye "yol gösteremedi."
Bir çok sosyal bilimci arkadaşım gibi ben de boş durmadım, muhafazakar sosyolojinin niyetinden çok daha farklı nedenlerle anlama çabasına dahil olmaya çalıştım. Farklı kesimden birçok insanla konuştum: neden buradasınız, talepleriniz nedir, aileniz destekliyor mu, daha önce benzer eylemlere katıldınız mı, bu süreç nereye varacak gibi…[1] sorulan yönelttim. Duvar yazılarını not ettim. “Statik” bir sosyolojik anlayışla tespit yapmaya çalıştım. Ama sonra anladım ki burası resim çekilemeyecek kadar geniş ve dinamik bir alan. Burada toplumsal değişmeyi anlamak gerekiyor: Nasıl bir toplumsal değişme yaşanıyor? Raymond Williams İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kavramların ani dönüşümlerinden söz etmişti. Bugün de kavramlar, algılar, sosyal ve siyasi yapılar radikal bir geziye çıktı ve bu gezi henüz durmuş değil; hala seyir halinde. Bu değişimi yakalamak ve anlamak gerekiyor. Bu yüzden kendi adıma artık hangi sınıfların, kesimlerin neden katıldıklarıyla ilgilenmeyi bıraktım. Değişimi izlemeye koyuldum. Ama gözlemlerimi AKP iktidarıyla paylaşmak gibi bir niyetim olmayacak. Sosyal bilimlerin iktidarın aracına dönüşmesinin aracı haline gelmeyeceğim, toplumsal değişmeyi o sürecin özneleri için anlamaya çalışacağım.
Toplumsal değişim varsa sosyal bilimler de bu değişimden nasibini alacak. Gezi Parkı eylemlerinin üçüncü dördüncü gününde ikinci sorduğum soru Gezi Parkı'nın sosyal bilimleri nasıl etkileyeceği sorusuydu; dünün teorileri ve kavramları, bugünü açıklamaya yetmediğine göre yaşamaya devam edecek mi, dönüşecek mi; bu dönüşüm nasıl olacak; hangi yeni kavramlar ve teoriler doğacak? Evet, sevgili hocalarımdan birinin söylediği gibi bu erken sorulmuş bir soru, çünkü her şey şu anda çok yeni. Ama muhafazakar sosyolojinin acelesi var, bizim gibi bekleme lüksü yok. AKP'ye yardım etmesi lazım. Biz de bu arada, AKP’ye sunulan raporla muhafazakar sosyoloji anlayışının nasıl bir dönüşüm geçirdiğini anlayacağız. Bu raporlar sadece muhafazakar sosyolojinin nasıl bir dönüşüm geçirdiğini değil, aynı zamanda bilim ve iktidar ilişkisini gözlemek için de iyi bir araştırma alanı sunacak biz eleştirel sosyal bilimcilere. (KÖ/HK)
[1] Hiç bir ses kaydı ve görüntü almadım, isim not etmedim. Mesleki gizlilik ilkelerine sadık kaldım.