Haliç Tersaneleri from Fatih Pınar on Vimeo.
Fatih Pınar'ın İstanbul'un en eski semtlerinin "kentsel dönüşüm" projeleri kapsamında geleneksel sakinleri kovularak "soylulaştırılması" sürecine tanıklık eden kamerası bu kez Haliç'te. Aslı Odman'ın gemi inşaat sanayisinin Haliç'ten Tuzla'ya taşınmasının ekonomi-politik bağlarını kurduğu ve yol açtığı yıkımı değerlendiren makalesi, Pınar'ın tanıklığına toplumsal bir arka plan sunuyor. Pınar'ın, Perşembe Pazarı, Tarlabaşı, Süleymaniye, Fatih-Balat ve Sulukule fotoröportajlarını izleyen Haliç Tersaneleri fotoröportajı, dizinin altıncı parçasını oluşturuyor.
Videoyu izlemek için üstteki fotoğrafa tıklayabilirsiniz
2009'un Aralık ayının dördünde, Başbakan Recep Erdoğan Haliç Tersanesi'nde uzun zaman sonra inşa edilen ilk vapurlar olan Sütlüce ve Hasköy'ün denize indirilmesi töreninde konuşuyor. Sözünü kırktan fazla Tekel işçisi kesiyor, 'Tekel sizden müjde bekliyor!' sloganı atıyor. Erdoğan işçilere, bu gibi durumlarda aşinâ olduğumuz hoyratlıkla cevap veriyor 'Bunların anlayışları böyle. Bunlar 'Devlet deniz yemeyen domuz' dediler' diyor.
Bugünlerde iki ayı geçen Ankara direnişi daha henüz başlamamış. Geniş kamuoyu, özelleştirilen (Diyarbakır, İzmir, Muş, Adıyaman, Samsun, Tokat...) Tekel fabrikalarındaki onbin Tekel işçisinin işçi statüsünden çıkarılacağını, geçici istasyon olan 4C statüsünde yarı maaşa -mustafa sönmez'in isabetli ifadesi ile- istiflenip, 'özlük haklarından ve iş güvencelerinden arındırılmış bir şekilde' dışarı tükürüleceğinden habersiz.
Görünür olmanın yolunu bulmak, derdini, güçlü ve sansasyonel olanın sesinin emekçinin sesini bastırdığı kamuoyunda duyurmanın yolunu açmak için, Başbakanın ardı sıra Haliç Tersanesi'ne gelen Tekel işçileri, bilerek veya bilmeyerek, bize iki kurumun birbirine benzer kaderini hatırlattılar.
Haliç'deki kamu tersanelerinin 1993'de başlayıp 2000'de nihayete erdirilen atıllaştırılma, emekçisini kaybetme, tüm kaynaklarının kamu'dan özele transferi ve işlevsizleştirilme süreci, TEKEL fabrikalarının aynı dönemlerde yaşadıklarına çok benziyor. 1980'lerden 2000'lere gelirken TEKEL'de çalışan toplam işçi sayısı 70binlerden 20binlere, Haliç Tersanesi'nde çalışan toplam işçi sayısı ise 7000'lerden 500'lere geriliyor. 1991'de İstinye Tersanesi kapatılıyor.
Tabii ki bu süre zarfında ne daha az sigara ve içki, ne de daha az taka ve gemi üretiliyor Türkiye'de. Bilakis. Fakat artık içkiyi, gemiyi, eğitimi, sağlığı, diziyi, itfaiye hizmetini üretenler daha dağınık, daha güvencesiz, binbir türlü farklı formda, taşeronda, geçici işçi olarak, belirli süreli anlaşmalarla, sözleşmeli statüde, part-time, 4c'lerle, 50d'lerle çalışıyorlar. Eskiden düzenli ve güvenceli çalışma ilişkilerinin verdiği güven, derinlik ve tanışıklıkla örülmüş sanayi mekânları ise, auralarından teker teker arındırılıyor, emek vererek sahiplenen insandan, para vererek tüketen insana doğru içeriğini dönüştürüyor.
Haliç Tersanelerinin 'başına gelenleri', Haliç Tersanelerinden taşınagelenleri anlamadan, Tuzla Tersanelerini anlamak mümkün mü? Haliç Tersanelerinde olanlara ve müdahale edilemeyenlere bakarak, Tekel sürecine ışık tutmak mümkün mü? Haliç'ten Tuzla'ya geçişi, yolda dökülenleri, Haliç Tersaneleri ile Tekel işletmelerinin atıllaştırılma politikalarını, sanayi alanlarından kentsel rant devşirme sürecini, emek süreçlerindeki kesinti ve bellek kırılmasını ne kadar karşılaştırsak yetmeyecek! Biz bugünlük sevgili Fatih'in Haliç Tersanesi'nde tüm kayıt altına aldığı 'anıların' ayaklarını ısıtacak, bir bellek halısı sermekle yetinelim zemine...
'Devlet kuruluşları simsarlı döneme geçti!', gemi inşa sanayii ise Haliç'ten Tuzla'ya...
Tersaneler bağlamında ise 1993-2000 arasında taşınan taşınana! Kalifiye işçi, mühendis, onların belleklerindeki üretim bilgisi ve gemi siparişlerinin kamu sektöründen özel sektöre taşınması süreci aynı zamanda mekânsal olarak gemi inşa sanayiinin, Haliç Havzası'ndan Tuzla Aydınlı Koyu'na taşınması demek. Ne yazık ki bu taşınma, Haliç'deki örgütlü, iş güvenceli, biriktirilmiş işçi sağlığı ve iş güvenliği belleğinden arındırılmış bir taşınma.
Gemi inşa sanayi 1990'larda ölçek değiştirirken yalnızca Tuzla'ya kaymakla kalmıyor, hem özel sermayeye kayıyor, hem çoğunlukla armatör kökenli müteşebbis 'gemi inşa işine giriyor', hem de gemi üretim sürecinde işçinin rolü vasıfsızlaşarak artıp, üretim bin bir taşerona bölünüyor. Bugün Tuzla'nın en büyük tersaneci aileleri 1990'larda sektöre yeni girmiş, girer girmez taşeron-seven olmuş armatörler. Taşeronluk formunu da, 1980'de kamu kurumlarında ilk defa küçük çapta ve istisai olarak oluşmaya başlanan 'işçi simsarlarından' öğrenmişler.
Sonradan büyük çapta ve büyük insani sonuçları olacak kolektif taşeron sisteminin küçük çapta ilk denemeleri de Haliç Tersaneleri'nde yapılmış. Nasıl mı? 28 Eylül 1988 tarihli Milliyet gazetesinden bir haber 'Devlet kuruluşları simsarlı döneme geçti!' başlığını atıyor ve gerisini getiriyor: Bir iskele işçisi için simsarlar tersaneden 1745 lira alıyor, işçiye 725 lira ödüyor. Bu arada işçi sayısı 7000'lerden 4500'e inmiş.
İşçi açığı, daimi veya geçici işçi alımı ile karşılanacağına, simsar şirketlerden işçi kiralama vesilesi ile yapılıyor. Bir ihale açılıyor, bir şirket ihaleyi kazanıyor, bu şirket piyasadan ucuza işçi arıyor, buluyor, tersaneye yerleştiriyor. Bu işçiler ücretlerinin karşılaştırmalı olarak ne kadar düşük olduklarını görüp, şikayet edince de 'yakında kadroya geçerilecekleri' söylenerek oyalanıyor. İş Kanunu'nuna göre 'işçi simsarlığı' yasak olduğu için, kanuni zemini olan altişveren / taşeron ismi altında Tuzla'da yapılan özünde bunun aynısı.
Sene 1988'den sene 2010'a kadar geçen sürede, taşeronlaştırılmış Tuzla'da ikiyüze yakın taşeron işçisi göz göre iş kazalarında canını kaybediyor. Yani gemi inşa sanayiinde de 'hiçbir şey yoktan var, vardan yok olmuyor.' Bu sorunlar devamlı bugün keşfedilmiş veya ortaya çıkmış gibi davranılsa da. Toplumsal bellek akamasa, çoğu zaman kısa devre yepsa, yaptırılsa da...
Taşınırken yolda kalanlar I:
1997 Tuzla GEMSAN yangını
...Zamanda iki küçük yolculuk yapıp, cereyanı serbest bırakalım:
13 Şubat 1997 tarihinde saat 17.30 civarında İstanbul Tuzla Aydınlı Limanındaki GEMSAN Tersanesinde bulunan DİTAŞ'a ait TPAO tankerinde bir yangın çıkmış. Bu konuda meclise verilen araştırma önergesinin görüşüldüğü meclis tutanaklarından izini sürüyoruz:
"... 10 numaralı merkez kargo tankında çok güçlü bir patlama olmuş, yangınlar çıkmış, bu yangınlar bir diğer tersaneye ve orada bulunan gemilere sirayet etmiş, denize dökülen yanmakta olan maddeler denizde de yanmaya devam etmiş... Tuzla'da Tuzla, Pendik, Kartal, Üsküdar ve Büyükşehir Belediyelerine ait itfaiye müfreze ve grupları yangına müdahele etmiş, önce diğer tersanede bulunan gemilerdeki yangınları söndürmüşler, daha sonra olay yerine gelen Türkiye Denizcilik İşletmeleri, TÜPRAŞ ve Deniz Kuvvetlerine ait yangın söndürme ve kurtarma deniz araçları, suyla soğutma biçiminde yürüttükleri aralıksız çalışmaları sonucu 20 Şubat 1997 günü -yani tam bir hafta sonra- yangını söndürmüşlerdir...TPAO Tankerinde patlama ve patlamalar sonrası çıkan yangına bazı itfaiye görevlileri ve erlerinin elbise ve donanımlarının yeterli olmamasına, bir petrol tankeri yangınına yakından müdahale edebilmek için özel bilgi ve deneyime ihtiyaç duyulmasına rağmen, büyük cesaret işi bu fedakârlığı üstlenmeleri, olayın en üzücü yönünü oluşturmuştur... Kahraman itfaiyecilerimiz, aslında ne ihtisas alanları ne de görev alanları içerisinde olmamasına rağmen bu deniz yangınına müdahele etmişler, 20'si itfaiyeci olmak üzere 24 vatandaşımız yaralanmış; bilahara, bütün gayretlere rağmen, 2 itfaiyecimiz şehit olmuştur. Üzücü olan, günde binlerce geminin ve deniz araçlarının seyir halinde bulunduğu Boğazlar ve Marmara Denizinde, ihtisas isteyen özel bir deniz itfaiyesinin bugüne kadar kurulamamış olmasıdır..."
Deniz İtfaiyesi Birimi, bırakın 1997'yi bugün bile Haliç tersanesine girdiğinizde en göze çarpan köşelerden birindedir. Buradan geçmiş ve denizcilik içinde yetişmiş itfaiyeciler, muhtemelen bir yangın halinde labirentlerden oluşan geminin neresinde gaz birikeceğini, ateş olarak kusacağını bilen itfaiyecilerdir. Acaba nerede yetişmişlerdir? Bu belli ki çok ihtiyaç olan denizde yangın söndürme birikimlerini kendinden sonra gelenlere aktabilmişler midir? Onların az kalmış temsilcileri, bu 1997 Tuzla GEMSAN yangınını hangi hislerle izlemişlerdir?
EXKURS: Kamu'dan Özel'e transferde bir şâhika: Dok-Gemi-İş, şirket kuran sendika veya 'Özelleştirme gerçek anlamında yapılırsa güzelleştirme olur...'
Bu sorulara cevap yok tutanaklarda, fakat o dönemde henüz askeri değil, hala kamu tersanesi olan Pendik tersanesi işçilerinden bir isyan kalmış yazılı bellekte: 'Devlete ait tersaneleri ucuza satın almanın hesaplarının yapan yağmacılar özelleştirme yaygarasıyla bizim tersanemizi de Tuzla gibi ölüm tezgahlarına ve yangın yerlerine dönüştürmek istiyor' (15 Şubat 1997, Milliyet). Pendik Tersanesi işçilerinin isyanı, üye oldukları, 'kendi işkolunda şirket kuran sendika' Dok-Gemi-İş Sendikası'na! Nefes kesen bu hikâye şöyle gelişiyor:
1993 senesinde Özelleştirme İdaresi'ne bağlanan Haliç Tersanesinin, 1994 krizinden sonra 'Ekonomik İstikrar Paketi' çerçevesinde alınan kapatma kararı Genelkurmay'ın 'ülke güvenliğini koruma' temellendirmeli müdahelesi sonucunda iptal ediliyor. Bu kararın verildiği dönemde işçi sayıları şöyle: Haliç Tersanesi: 922, Camialtı: 620, Alaybey: 287, Pendik Tersanesi: 1490, Pendik Sulzer Motor Fabrikası: 111 olmak üzere toplam 3650 işçi kamusal gemi inşa sanayiinde çalışıyor. Özelleştirme kapsamına alınmış, fakat o sırada Almanya, Rusya ve Türkiye'den küçük siparişler ile oyalanan Haliç Tersanelerinin altyapısı, gemi inşa sanayii işkolundaki iki sendikadan biri olan TÜRKİŞ'e bağlı Dok-Gemi-İş'in iştahını kabartıp, müteşebbis fikirlere sevkediyor.
Başta, ölünceye kadar tam yirmibir sene sendikanın başkanlığını bırakmayacak olan Nazım Tur ve dört Dok-Gemi-İş yöneticisi, 1995 senesi sonunda Gemi Sanayi Ticaret Şirketi (GESTAŞ)'ı kuruyorlar. 22 Ekim 1995'de, mezkur dört tersane ve Pendik Tersanesi içindeki motor fabrikası Özelleştirme Yüksek Kurulu kararı ile 49 yıllığına GESTAŞ'a kiralanıyor. İşletme sözleşmesinde taşeronlaşmaya izin veren bir madde duruyor. Dönemin basınında şirketin sermaye dağılımına dair çelişkili haberler var. Melih Aşık, Milliyet'teki köşesinde bu dağılımı %40 Alman sermayesi (?), % 40 Dok-Gemi-İş Yöneticileri ve %10 işçiler diye veriyor. Özelleştirmenin hemen akabindeki bir haber ise, devir işleminin nominal değerini beher 1000 liradan 500 milyon hisse diye verip, bu hisselerin % 1,2'sinin işçilere, % 98,2'sinin de Nazım Tur ve dört sendikacı arkadaşına kaldığını yazmış.
Bu dönemde yapılan Dok-Gemi-İş Genel Kurul'unda ise ilk kez bir sendika özelleştirmeye olumlu bakan bir pankart asılıyor: 'Özelleştirme gerçek anlamında yapılırsa güzelleştirme olur!'. Aynı yıl Aralık ayında özelleştirme ve GESTAŞ'a kiralanmaya karşı çıkan Pendik Sulzer Motor Fabrikası işçileri, işlemin iptali için Avukat Metin Günday aracılığı ile idari mahkemeye başvururlar. Bu süreçte, Dok-Gemi-İş Sendikası bizzat Özelleştirme Yüksek Kurulu tarafından, 'GESTAŞ işçi şirketi değil. Tersaneleri istiyorsan ya işçi şirketi kur, ya da GESTAŞ'ı işçi şirketi yap' uyarısı alır. Akabinde Haliç tersane işçilerinden de tam destek alan Pendik işçileri davayı kazanır ve Haliç ve Pendik Tersanesi'nin özelleştirme ve GESTAŞ'a kiralanma ihalesi Ocak 1996'da iptal olur...
Haliç Tersanesi'nin üretken olduğu dönemin cenaze namazına şirket kıyafetlerini giyerek katılan Sendika Dok-Gemi-İş, böylece sendikal tarihe geçiyor...1996-1998 arasında gemi inşası ve tamiri küçük ve küçülen çapta devam ediyor. 1998'dan itibaren üç sene boyunca 'teknik nedenler' öne sürülerek Galata Köprüsü açılmıyor. Aynı dönemde basında sık sık 'tersaneler Haliç'i kirletiyor; tersaneler devlet bütçesine yük oluyor' haberlerine rastlıyoruz. 1999 Depremi ise tersenelerin mülkiyet yapısında önemli bir değişiklik getiriyor:
Bu depremde Gölcük Askeri Tersanesi ciddi hasar görüyor. Türkiye'nin en büyük ve en büyük tonajdaki gemilerini üretebilecek kapasiteye sahip Pendik Tersanesi, zarar gören askeri gemi üretimi kapasitesinin ikame edilmesi gerekliliği temellendirmesi ile Kamu'dan Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'na devrediliyor. Mülkiyet açısından olmasa da, konumlandırma açısından Haliç Tersanesi Külliyesi'nin en batıdaki parçası olan askeri Taşkızak Tersanesi'ndeki üretim de Pendik'e taşınıyor. Bu iki devirden sonra 2000 senesi üçlü koalisyon döneminde kalan kamu tersanelerdeki üretim durduruluyor.
Haliç Tersanesi İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri ve İşletmeciliği Enstitüsü'ne, Camialtı Tersanesi ise 'Polis Okulu' olarak kullanılmak üzere Vali Erol Çakır'lı İstanbul Valiliği'ne bağlı İl Özel İdaresi'ne devrolunuyor. Benzer devirler ve takaslar, 2001 sonrasında Türkiye ekonomi politikasına damgasını vuran baş döndürücü yeniden düzenlemeler döneminde hızlanıyor. Tersane, sırasıyla Türkiye Denizcilik İşletmeleri (TDİ)'ne; TDİ ise, Türkiye'nin en büyük şirketlerini bünyesinde barındıran İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı İDO'ya devroluyor. Bugünlerde İDO'nun (İGDAŞ ile birlikte) tüm mal varlıklarıyla özelleştirilmesi konuşuluyor. Haliç Tersanesinin devir çilesi bitmiyor.
Bu sırada 'vizyon sahibi' Dok-Gemi-İş çoktan özel gemi inşa sanayiinde kendine bir yer edinmiş. 2000'de üretimin durdurulmasına dair protesto eylemlerinde çıkardığı ses çabuk kısılmış, tuttuğu yas çabuk dinmiş. Fakat bugün neredeyse tamamen özel sermaye tarafından oluşturulan işkolundaki resmi işçi sayısının yüzde kırkını örgütlüyor gözükmesine ve üyelerinin neredeyse hepsi Tuzla'da çalışmasına rağmen, Dok-Gemi-İş'in merkezi hâlâ Haliç'te. Sendika Başkanı Necip Nalbantoğlu'nun ifadesi ile 'işveren çağırıyor, davetle tersanelere örgütlemeye' gidiyor Dok-Gemi-İş. 1990'larda Haliç'te kalmış bu hikâyeyi, GESTAŞ'ı, işletme sözleşmesindeki taşeronlaşmaya izin veren maddeyi, 'özelleştirme-güzelleştirme' pankartını bilince, bugün Tuzla'daki Dok-Gemi-İş'i anlamak daha kolay oluyor ...
Taşınırken yolda kalanlar II:
44 senelik Haliç Gemi Yapı Sanat Okulu'nun 1982'de kapatılması
Haliç Tersanesi'ndeki Deniz İtfaiyesi Biriminin bir komşusu da var: Mezkur meclis tutanaklarında da bahsi geçen, kırkdört sene binlerce teknisyen gemi inşa işçisi yetiştirdikten sonra, 1982'de Amiral Bülent Ulusu'nun Başbakanlığı döneminde (!) kapatılmış olan Gemi Yapı Meslek Lisesi. Bu lisenin öğrencileri, aynı zamanda tersanede işçilik yapmaktadır. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Makine Yüksek Mühendisi Ali Can olmalı. 1951'de liseden mezun oluncaya dek Haliç Tersanesi'nde işçi olarak çalışan Ali Bey, 1973 senesinde tersane müdürü olarak atanmıştır. Farklı statülerde aynı işyeri mekânını deneyimleyen Ali Bey, mekanın belleğini ve sürekliliğini tutan insanlardandır. Atıllaştırılmış Haliç Tersanesi'nin başka Ali Can'lar çıkarma ihtimali artık yoktur.
Bugün Türkiye'nin en büyük gemi inşa sanayiicisi olan ve en büyük filolarından da birine sahip olan Kalkavan ailesinden Nevzat Kalkavan'da bu okuldan mezun olmuştur. Türkiye'nin en eski denizci ailelerinden olan Kalkavan Ailesi bile, doğrudan aile tarihlerinin bir parçası olan bu okul 1982'deki askeri rejim sırasında kapatıldığında ona sahip çık(a)mamışlardır. Bugün başkanı gene bir Kalkavan, Metin Kalkavan olan Deniz Ticaret Odası, denizcilikte eğitim faaliyetlerine yatırım yaptığı zaman, bunu gemi inşa teknisyen ve işçilerine değil, gemi adamlarına yapmaktadır. Geçen sene Tuzla'da açılmış olan Piri Reis Üniversitesi'nin müfredatında gemi inşa faaliyetlerine dair, sanayiiye dair hiçbir vurgu bulunmamaktadır. Taşeron işçileriyle ('zayiatlı' da olsa) 'bir şekilde' taşeron firmalar üzerinden ucuza kotarılıveren gemi inşa işçiliğine yatırımın, belli ki böylesine nezih bir üniversitede yer yoktur. Geriye dönüp bakıldığında, Gemi Yapı Meslek Lisesi'nin kapatılması, tersanecilikte ölçek büyümesi, kamudan özele kaynak transferi, işçiliğin vasıfsızlaşması ve taşeronlaşması sürecinin 'engellenemez bir veçhesi' olarak gözükmektedir. Bu lisenin kapatılması ile de, aynı deniz itfaiyecileri gibi üretime dair, iş güvenliğine dair birikimler özel tersaneciliğe, Tuzla'ya aktaramadan kaybolup gitmiştir. Sonra sorar olmuşuzdur 'Tuzla'da işçiler neden ölüyor?' diye. Sermaye birikimi belleksizdir, hep yeniden yeniden yıkar ve yapar, varolan bellekleri de bir girdaba sokar, önce dağıtır, unufak eder, sonra parça parça derleyerek, müzeleştirerek pazarlar.
'Haliç Tersanesi yaşayan müze olacak?: Müze yaşar mı yaşamaz mı?'
Haliç Tersanesi'nin 1995 yılında SİT alanı ilan edilmesinden sonra müze haline getirilmesine dair şu ana kadar pek çok proje söylentisi yayılmış. Haliç'i İstanbul'un ilk endüstri havzası olarak algılayabilen, buradaki endüstriyel alanları ise bütüncül bir anlayış içinde aralarında, mahalleleriyle ve su ile ilişkileri dahilinde ele alan ve kamu yararını gözeten bir proje yerine, tekil çıkarlari yansıtan bir proje kakafonisi duyuluyor. Son iki müzeleştirme projesinin basındaki izi ise 2009'den kalma:
Osmanlı Bahriye Tarihçisi Prof. Dr. İdris Bostan'ın ifadesi ile 'Denizlere egemen olmuş...Akdeniz Coğrafyası merkezli dünyanın en etkin... devletinin ve milletinin kendi geçmiş düzeyini temsil eden iyi planlanmış, müzecilik kriterlerine uygun...geçmişte nasıl denizci millet olduğunu gösteren...' bir 'Denizcilik Müzesi' projesi. En 'kurumsallaştırılmış' gözüken proje şimdilik bu. Ön çalışmaları içerisinde Kültür ve Turizm Bakanlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, İBB, İDO ve Denizcilik Müsteşarlığı var. Projedeki tüm kurumlar, aynı devlet-millet ve dün-bugün bütünlüğü varsayımından, aynı muktedir tarih anlayışından yola çalıyorlar. Tersanecilikle ilgili işlevlerinin sistematik olarak korunacağı ifade edilse de, bu ifadelerdeki koruma anlayışı yaşayan ve karmaşık bir tarih felsefesinden çok, tek boyutlu vasat bir neo-osmanizmin üzerine kuruluya benziyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da mezkur denize indirme töreninde Haliç Tersaneleri'ne dair '..tarihine bakıldığında Sultan Abdulhamit kokuyor. Hala o tarih yatıyor' dememiş miydi? (6 Aralık 2009). Halbuki II. Abdulhamit döneminde, daha önceki dönemlerle karşılaştırıldığında hiçbir gelişme olmadığı gibi, mevcut birikmler de kullanılmıyordu. Türk-müslüman-fetihçi-yayılımcı bir Osmanlı imgesini geçmişe yansıtan bu anlayışın somutlanmasının hoşgörü katkılı bir başka somut örneğini İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin '1453 Fetih Müzesi'nde gördük. Bu müzeyi bizzat veya sanal ortamda ziyaret edenler, ne demek istediğimizi daha iyi anlayacaklardır.
Bir önceki proje söylentisi, Haliç'in 'kültür endüstrisi eksenli' soylulaştırılması sürecinin arsızlık ve parçacıllık limitlerini çarpıcı bir şekilde ortaya koymuştu. Söylenti, İstanbul'dan değil, Cumhurbaşkanının sinemacıları ağırladığı Çankaya Sofrası'ndan yayıldı. Sofraya davetli olan ve son senelerde emlâk ve eğitim (Plato Meslek Yüksekokulu) yatırımlarıyla Cihangir ve Tophane piyasasının önemli aktörlerinden biri olan Sinan Çetin, 'Haliç'te farelerin dolaştığı alanın serbest sinema bölgesi olmasını ve buraya gelecek yabancı sinemacılardan vergi alınmamasını' önerir. Cumhurbaşkanı, bu müteşebbis ruhlu öneri ile karşılaşır karşılaşmaz genel sekreterine konuyla ilgilenmesi talimatını verir. Hemen akabinde Şubat 2009'da Gemi Mühendisleri Odası, en azından altı asırdır kesintisiz gemi yapım faaliyeti yürütülen tek endüstriyel arkeolojik SİT olan Haliç Tersanesi'ne, sadece 51 hektarlık merkezi kent arsası muamelesi çekilmesine sert bir tepki koyar. Şimdilik Cihangir-Kasımpaşa rekabetinde, Kasımpaşa kazanır.
Biraz daha geriye gittiğimizde, bugün İBB Başkanı olan Kadir Topbaş'ın da, Beyoğlu Belediye Başkanlığı zamanlarında, tersaneler ile ilgi renkli, müteşebbis hayaller kurduğunu görüyoruz: dev akvaryumları olan ve birçok deniz hayvanının sergilendiği bir kültür ve su oyunları merkezi. Bu hayallerin bir kısmı Eyüp'deki muhkim yunusları barındıran Delphinarium ve İstanbul Forum Alışveriş Merkezi'ndeki akvaryum tarafından üstlenildiğinden olsa gerek, bu proje de somut bir adıma dönüşmemiş.
Somut adımlara dönüşmeyen düşlerin izlerini basından takip ettiğimizde şöyle bir projeler kakafonisi çıkıyor ortaya: 'Haliç Tersanesi Koç'a mı devrediliyor?', 'Haliç Tersanesi de mi şeyhlere satılıyor?', 'Haliç'teki tersaneler yatçılara tahsis edilmeli, bir yatın Haliç'te denize indirilmesi ve orada durması çok şık olur' ,'Beyoğlu Belediyesi'nin yeşil alanı olsun', 'Güreş ve okçuluk gibi ata sporları okulu olsun', 'Açık olimpik havuz olarak kullanılabilir', 'Sanat galerisi', 'Kürek ve yelken kulubü' ...
Türkiye'de müzeciliği besleyen kültür-sanat alanı, ne yazık ki nispi özerkliği çok düşük bir alan. İstanbul 2010 Kültür Başkenti sürecindeki 'sivil katılımıcıların' seri halinde istifasında da gözlemlediğimiz gibi ciddi ihaleci-bürokratik kaygılarla belirlenmiş bir alan. Alanda önemli bir etken de sermayenin temsiliyet kaygıları. 'Özelleştirilen kültür' (Chin-tao Wu), şirketlerin temsil masraflarının bir kalemi oluyor. Bu kaygılar ise, İstanbul'daki Rahmi Koç Endüstri Müzesi'nin gösterdiği gibi sistematik tematik bir müze yaratmaktan çok, bir iş adamının özel (motorlu araçlar) koleksiyonun sergilenmesine kolayca dönüşebiliyor. Ezcümle, Haliç Tersanesi devlet veya özel eliyle veya artık çoğu zaman olduğu gibi PPP (public-private-partnership / kamu-özel-amalgamı) şeklinde 'müzeleştirilirse', yaşanabilecek en büyük kayıplardan biri, buranın içinde oluştuğu ve oluşturduğu mahallenin organik gelişiminden ve yeniden üretiminden koparılması olacak.
Halbuki bir 'denizcilik külliyesi'olan Haliç Tersanesi, içinde ve çeperinde 'tersane halkı'nı barındıran bir civitas, medeniyet, kendi başına bir şehir idi. Tersanede çalışanlar ekseriyetle Kasımpaşa ve Galata'daki bekâr odalarında, 18.yy'da kurulan Kalyoncular Kışlası'nda kalıyorlardı. Aynı dönemde, sonradan İstanbul Teknik Üniversite'ne evrilecek 'Mühendishane-i Bahri Hümayün'ün nüvesi 'Hendese Odası' burada kuruldu. Tersane halkı demek, öğrenci-işçi-denizci, mandacı, un ve tahıl ambarlarını bekleyen, Bahriye Hastanesi'ndeki hasta ve doktorlar, Çorlulu Ali Paşa Camii ve Zindan Mescidi imamı, zindancı ve mahkum demek. Bugünün Kasımpaşa ahâlisi, hâlâ bu tersane halkının bellek ve akrabalık izlerini taşıyor ve aktarıyor. Tayyip Erdoğan'ın Rize'den göçen kaptan babası Ahmet Kaptan da ailesi ile İstanbul'da Kasımpaşa'dan başka yere yerleşmemiş. Sahildeki Denizciler Taksi'ye gidip, orada pek çoğu eski tersane halkından olan taksici ile edilecek bir sohbet de, derinden aksi duyulan sürekliliği hissettiriyor.
Düşünmeden edemiyoruz: İstanbul'daki pek çok örnekte olduğu gibi Haliç Tersanesi'nde de planlı bir atıllaştırmayı ve adım adım yaşama-üretme bütünlüğünün kırılmasını, müzeleştirme (kültür endüstrisi eksenli dönüşüm) mi takip edecek? Edince, ne olacak? Altıyüz yıllık içten devinerek dönüşen mekânın tepesine, hızlıca kotarılan bir 'proje' kondurulursa, yılların izi nereye gidecek?
Tersane; Arsenal, Dârü's-Sınâ'a demek, emek kapısı demek:
Haliç Tersanesi bir tersaneden çok, bir 'denizcilik külliyesi'dir dedik: Haliç'in kuzey dudağının ucundan, bugünkü Kasımpaşa'dan başlayarak, neredeyse iki kilometre boyunca uzanan, pek çok gemi üretim altyapısını barındıran katman katman oluşmuş tersanelerden ve arkaülkesinden oluşan bir külliye. Nam-ı diğer Tersâne-i Âmire (Devlet Tersanesi). Ayrı ayrı Haliç, Camialtı ve Taşkızak diye saymayalım. Hâli hazırda farklı kurum mülkiyetleri sözkonusu olsa da, bu yapılar yüzyıllardır hep aynı yaşamak-çalışmak bütünlüğünden doğmuş, onu beslemişler. 'Tersane halkının' bir ayağı denizde, bir ayağı karada, bir ayağı Kalyoncular Kışlası'nda, bekâr odasında, hanesinde, mescidinde, zindanında, bir ayağı 'tersane çeşm/gözünde', kuruhavuzda, haddehanede, bıçkıhanede, maçunada, gemi kızağında, atölyede olmuş.
Tersane kelimesinin etimolojisinde bile bu emek ile mekân içiçeliğini, (jean françois pérouse'un tabiri ile bu 'emekânı') görüyoruz. Arapça sanayi kapısı anlamına gelen, Dâr-ü's-Sınâ'a, italyancaya tersaná -arsenal-, oradan da gerisin geriye Osmanlı'ya Tersane olarak geçmiş. 'Hadi mekânı anladık, kapı mekâna giriştir, peki emek bunun neresinde?', derseniz, 'sanayi', 'l'industrie' kavramının latince kökenini çağıracağım sizin için: struere, katman katman işlemek; taş taş üstüne koymak, say-ü gayret göstermek, tedricen, emek vere vere ilerlemek anlamında geliyor. Saydan, gayretten, emekten ve terden arındırılmış, pür neşe ve pasif bir tüketim ve bakma kültürü, tersane kavramının kökenine yabancı. Ezcümle tersanelerin bugünkü atıllaşmış, say-ü gayretten, çalışması yaşamaktan büyük oranda uzaklaşmış ve yarınki müzeleştirilmiş tahayyülleri, 'tersaneye ters' düşüyor.
Son bir bakış...
1988'de üretilen Bahçekapı ve Fahri Korutürk vapurlarndan sonra ilk defa geçen sene, Haliç Tersanesi'nde tekrar şehir hatları vapuru üretildi. Üsküdar-Haliç hattında çalışan üç vapur; Sütlüce, Hasköy ve Kasımpaşa Haliç Tersanesi'nde doğdular. Uzun zaman sonra ilk defa yeni gemi siparişi alan tersaneler bir nebze canlanmış olmalılar.
Halbuki 1980'lerin sonuna kadar Boğaz'da ve Haliç'de seyreden tüm vapurlar Haliç Tersanesi'nde üretiliyordu. 2005'de 'Vapurumuzu Vermiyoruz' kampanyasına yol açan, şehir hatları vapurlarını Norveç menşeili katamaran cinsi deniz otobüsleri ile ikâme etme planı rafa kaldırıldıktan sonra, İBB şehir hatları filosunu yenileme kararı aldı. Bunun için 2007'de açılan yirmi vapurluk ihalenin beş vapurluk kısmını Tuzla Tersaneler Bölgesi'ndeki Çelik Trans Tersanesi kazandı ve bu gemiler ilk defa Haliç dışında üretildiler. Bu Haliç'te üretilip, Haliç'te seyreden üç ufak vapur ise, umarız Haliç Tersanesi'nin ürettiği son gemiler olmaz.(AO/EÜ)
____________________________________________________________
Kaynaklar:
--T. Gül Köksal, İstanbul'un Önemli Bir Endüstri Arkeolojisi. Haliç Tersaneleri, İstanbul Dergisi, Ekim / 2001. (1996'da İTÜ'de tamamlanmış 'Haliç Tersaneleri'nin Tarihsel-Teknolojik Gelişim Süreci ve Koruma Önerileri' başlıklı yüksek lisans tezinden kısa özet).
--Dok-Gemi-İş Sendikası'nın tersaneleri devralmak için 1995'de kurduğu GESTAŞ şirketi hakkında bilgiler, Milliyet Online Arşivi'ni 'Haliç tersanesi, Dok-Gemi-İş ve GESTAŞ' anahtar kelimeleri ile taranarak elde edilmiştir.
--13 Şubat 1997 tarihinde saat 17.30 civarında İstanbul Tuzla Aydınlı Limanındaki GEMSAN Tersanesinde bulunan DİTAŞ'a ait TPAO tankerinde çıkan yangın nedeniyle ANAP'ın verdiği araştırma önergesine dair 29 Nisan 1997 tarihli 86. meclis birleşiminin tutanakları, Meclis Tutanağı 1997, Dönem 20, Cilt: 25, Yılı: 2, TBMM Tutanak Dergisi,http://www.tbmm.gov.tr/tutanak/donem20/yil2/bas/b086m.htm
-- Haliç Tersanesi içindeki Gemi Yapı Meslek Lisesi hakkında, kendi bu liseden mezun olup, daha sonra Haliç Tersanesi'nde müdürlük yapmış olan, Ali Can'ın kitabı, Bir Tersane Bir Hayat, İstanbul: Üstün Eserler Neşriyat evi, 2000. Bu kitabın, görselleri içeren bir özeti niteliğinde bir yazı da, Ali Bozoğlu tarafından 7 Haziran 2008 tarihinde Deniz Haber portalında 'Tuzla Tersaneleri' adı altında yayınlanmış.
--Özellikle erken dönem Osmanlı Denizciliği ve Tersane-i Amire için bkz. İdris Bostan, Osmanlı Bahriye Teşkilatı, XVII. Yüzyılda Tersane-i Amire, 1992, Türk Tarih Kurumu.
*Aslı Odman, İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü