Haberin Kürtçesi / İngilizcesi için tıklayın
Aile kavgalarının sonunda hep kadınların ve kızların dayak yediğini ilk öğrenmeye başladığımda zannediyorum beş altı yaşlarındaydım. Bu kavgaların nedenini pek bilmez ve merak da etmezdim.
Yaşım ilerleyip de büyümeye başladığımda, giderek bu dayakların nedenini de, anlamsızlığını da öğrenmeye başlamıştım. Bunların en başında da düşünce özgürlüğü geliyordu, cennet ayaklarının altındaydı ama düşündüklerinin ve attıkları her adımın hesabını erkeklere vermek kaydıyla.
Evimize gelip giden komşu kadınlar ve hısım akraba eşlerinde gördüğüm değişiklikler hemen hemen hep aynıydı. Kiminin arada bir gözü morarır, kiminin kafası veya kolu kırılırdı. Bunları görüp duyan için ise bu durum çok olağan karşılanırdı.
“Ne olacak canım kocası dövmüş.”
Bu lafı da erkeklerden çok kadınlardan duyardım, hem de en yaşlı başlı olanlarından.
“Kocan bu kızım, hem döver hem sever. Dilini tut, dizini kır, otur.”
O dönemlerde şimdiki gibi kadın cinayetleri ya yoktu ya da biz duymazdık. Şimdiki gibi kitle iletişim araçları olmadığı için iki sokak ötedeki bir kadın cinayetinden haberimiz ya aylar sonra olur ya da hiç olmazdı.
Kadın veya kız ölümlerinde en çok duyduğumuz şey ise intiharlardı. İntiharların en kolay yolu, insanın kendini asıp, kendi ipini çekmesiydi.
Duyardık, arka mahallede yeni gelin Maya kendini asmış.
Bütün mahalle asılı kadını görmeye gider, ölüyü görenler ve görmeyenler hep birlikte, uzun, anlaşılması zor ve acılı ağıtları hep birlikte söylerlerdi.
Genç kızların yüreğindeki sevdalar daha da bir mücadele isterdi. Bir genç kızın sevdiği varsa bunu çok gizli tutmalıydı. Abilerinin veya babasının, daha da ötesi bir uzak akrabanın dahi bu aşktan haberi olsa işin sonu yüzde seksen cinayetle biterdi.
Gurbete çıkmadan önce şahit olduğum son hikaye on sekiz yaşındaki Suna’nın hikayesiydi.
Sevdiğine verilmeyen Suna, Taş Köprü’nün üzerinden kendini Seyhan nehrine atmış, ölüsü üç gün sonra Karataş’ta Akdeniz’in köpüklü sularında bulunmuş, ardından da destanlar yazılıp ağıtlar yakılmıştı. Her ölümde olduğu gibi, Suna’nın ölümü de unutulup gitmişti.
Ölüm kokusu karışırken tüm Çukurova’ya yeniden çiçeklenirdi kadının kara yazısı. Tarlada, kavgada, acıların tam ortasında, kan dökülür ak başaklı pamukların yüzüne, duvaklar ağlar, yanar Çukurova, yanar ki yanar…
Öldürülen kadınların çoğu da pavyon kadınlarıydı.
Adana’nın durumu malum, Türkiye’deki pavyonların, kahvehanelerin ve yazlık sinemaların en çoğu kesinlikle burada bulunurdu. Hemen hemen şehrin her yanına dağılmış olan pavyonların birçoğu nehir kıyısındaydı.
Pavyonların yanı başında bulunan, Fransızların yaptığı demir köprünün üzerinden sadece yayalar ve doğuya gidip gelen trenler geçerdi, ayrıca bugün de aynen eskisi gibi bu seferler ve geçişler devam etmektedir. Bizim mahalle neredeyse köprünün tam karşı kıyısına düşerdi.
Mahalleden, pavyona müşteri olarak giden çok sayıda insan bulunduğu için, pavyon haberlerini de kahvehanelerde ve her yerde herkesten daha önce duyardık.
Her ay mutlaka ya bir pavyon kadını öldürülür ya da kadının biri kendisini demir köprüden aşağı atardı.
Erkekler tarafından zorla pavyonda çalıştırılan kadınlara “Pavyon Kadını” adını koyanlar ise yine erkeklerdi.
Erkeklerin kendi aralarında yaptıkları muhabbet ise hep aynıydı: Kadını demir köprüden atmışlar, canım kardeşim, o da yan masaya yanlış yapmış.
Bu ve buna benzer muhabbetler uzar giderdi. Neticede kadın ölümü hak etmiştir, erkek ne yapsa haklıdır, gurur meselesidir, hatta kadına yalvarmıştır: “Etme gitme, kendini bana öldürtme…” Hikayeler böyle başlar ve kısa zaman sonra da pavyonların hüzünlü ışıkları altında son bulurdu…
Bir gece, Beyoğlu’nun arka sokaklarından geçiyordum ki, bir kadın çığlığı ortalığı yıkıyor, insanın içini yakıyordu. Hava buz gibi soğuk, incecik giysilerinin her yanı yırtılmış, bütün eli yüzü kan içindeydi.
Kadın avazı çıktığı kadar bağırıyordu “Evet ulan evet, biz orospuyuz, ama siz orospuluğu yaratıp pezevenk olduğunuz için biz orospuyuz. Biz anamızdan böyle mi doğduk, bizi bu yola siz erkekler düşürdünüz ulan şerefsizler.”
Kadının bu feryadını duyduğumda, Adana pavyonları ve çaresiz kadınlar geldi gözlerimin ve yüreğimin önüne… (MS/ŞA/APA)
* Görseller: Kemal Gökhan Gürses