Ortadoğu tarihinde çok fazla söz edilmeyen İran-Irak Savaşı, aslında tüm Arap-İsrail savaşlarından daha yıkıcı, bölge üzerindeki etkileri daha yaygın bir savaştı.
Bu savaş aslında sözü geçen iki ülkeden çok bir Körfez savaşıydı, hatta “Birinci Körfez Savaşı” olarak da tanımlanabilir. Böyle adlandırılınca/numaralandırılınca İran-Irak Savaşı'na müdahil olarak Amerika Birleşik Devletleri (ABD) 1990’da İkinci Körfez Savaşı'nın (Basra Körfezi Savaşı, Küveyt Savaşı veya Birinci Irak Savaşı), 2003'te ise Irak'ın işgali olan Üçüncü Körfez Savaşı'nın çıkmasının yolunu açmış oldu.
Ya silah ya da hiçbir şey
Ronald Reagan 1980’de Cumhuriyetçilerin adayı olarak ABD Başkanı seçildi. Jimmy Carter fazla yumuşak, ABD'nin gerçek gücünü kullanmayı başaramayan bir başkan olarak tarihe geçti.
Reagan iktidara gelince işleri daha sıkı tutmaya kesin kararlıydı. Başkanın sivil ve askeri danışmanları bölgedeki en büyük “tehdit”in bölge “devlet”leri olduğunu söylüyordu.
Bölgedeki petrol kaynaklarına güvenli bir şekilde ulaşabilmek için bu devletlerin denetim altında tutulması gerekiyordu, bunu yapacak tek güç ise ABD ordusuydu.
Reagan döneminde slogan “ya silah, ya da hiçbir şey” olarak özetlenebilir.
ABD’nin göz ardı ettikleri
ABD yönetimi bu anlayışı kabul ederek Ortadoğu ile ilgili çok önemli bazı tarihsel gerçekleri de göz ardı etti. Bunlardan birincisi Batılı emperyalist güçlerin bölgede bıraktığı izlerdi.
Özellikle Britanya Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma sürecinde izlediği politikalar, bölge halkları üzerinde oynadığı oyunlar ve yeni kurulan Arap ülkelerinin “kendi kaderlerini tayin hakkı”nı çiğneyerek İsrail devletinin kurulmasına gidecek yolu açmasıyla bölgede bir dizi sorunun doğmasına yol açtı.
İkinci önemli neden ise bölgede hakim olan İslam dininin kendi içindeki mezhep sorunlarıydı. Tek bir İslam yoktu, Sünniler ve Şiiler arasında yüzyıllara dayanan çekişmelerin yeni kurulacak Ortadoğu'ya damgasını vuracağı besbelliydi.
Osmanlı kıtalararası büyük bir imparatorluk olarak tüm bu sorunlara kendine özgü çözüm yolları üretmiş, büyük bir devlet geleneğine sahipti.
Bu geleneği yok sayarak davranan Batılı güçler bölge insanlarını tanımak veya anlamaya çalışmak yerine, tepeden inme çözümleri dayattılar. Bu dayatmanın sonuçlarını 100 yıl sonra çok kanlı bir biçimde şimdi yaşamaktayız.
Irak silahlı güçleri İran’da
Saddam Hüseyin toprak koparmak amacıyla devrimle zayıfladığını düşündüğü İran’a Eylül 1980'de silahlı güçlerini soktu.
Carter henüz iktidardaydı ve ABD'nin bu olayda tarafsız kalacağını ilan etti. Ancak her iki tarafa da Basra Körfezi’ne petrol taşıyan tankerlere geçiş izni vermelerini, petrol ticaretinin devamının önemli olduğunu da belirtti.
Irak güçleri kısa bir sürede, İran’da belirledikleri hedefleri ele geçirdiler ancak İran Saddam Hüseyin’in müzakere masasına oturma teklifini ret etti.
Ocak 1981’de İran ordusu Şah Rıza Pehlevi zamanında ABD'den alınan silahlarla karşı saldırıya geçti ve bir yıl içinde Irak ordusunu topraklarından püskürtmeyi başardı.
Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin bu durum karşısında tek taraflı ateşkes ilan etti. İran ateşkesi kabul etmedi. İranlı mollalar kazandıkları zaferden vazgeçmek niyetinde değildiler.
Diplomatik ilişki yok, destek var
Reagan İran'ın bu tutumuna olumlu bakmadı ve İran'a karşı Irak'ı destekleyerek dengeyi korumak istedi. Böylece Savunma Bakanlığı Müsteşarı Paul Wolfowitz'in ABD'nin bölgedeki çıkarlarını tehdit ettiğini söylediği Irak 1982’de ABD'nin desteğine sahip oldu.
İşi daha da güçleştiren Irak ve ABD arasında diplomatik ilişki olmamasıydı.
Irak, İsrail'e verdiği destek nedeniyle 1967’de ABD ile ilişkilerine son vermişti.
ABD'li yetkililer 1982’de Irak'ı ziyaret etmeye başladılar. ABD Dışişleri Bakanı George Shultz İranlı meslektaşına iki ülkenin işbirliğinin ne kadar önemli olduğunu anlatıyordu.
Reagan'ın özel temsilcisi Donald Rumsfield iki ülke arasındaki diplomatik ilişkileri yeniden kuran anlaşmayı 1983’te imzaladı. Rumsfield'in Saddam Hüseyin ile el sıkışması ABD'nin gerektiğinde İran ve Sünni karşıtı cepheye geçebileceğinin göstergesiydi. ABD'nin bu savaştaki tarafsızlığı geçerli olmaktan çıkmıştı.
Hem Irak’a, hem İran’a
Washington Irak'a ABD imalatı silahlar satmayı düşünmüyordu, satışlar başka ülkeler üzerinden olacaktı. Fransa ve Suudi Arabistan Bağdat'a başta tanklar olmak üzere, savaş uçakları ve diğer ağır silahları satmak için sıraya girdiler. İşin daha ilginç yanı İsrail el altından İran'a yüklü miktarda ABD silahı satmaya başladığında ABD'nin bunu görmezden gelmesiydi.
Saddam Hüseyin İran kentlerine rastgele saldırılar yapıyor, İran petrol rafinerilerini hedef alıyordu. İran ise Körfez ülkelerinden petrol taşıyan Arap tankerlerini bombalıyordu.
Bu süreç boyunca ABD, CIA'nin açtığı gizli bir kanaldan Bağdat'a özel istihbarat ve uydu görüntüleri sağlıyordu.
Washington ayrıca Irak'a iletişim ağlarını geliştirecek lojistik destekle birlikte bilgisayarlar, helikopterler, ulaşım araçlarını alabileceği fonları da veriyordu. Tüm bunlar Irak'ın savaşta yenilmesinin önünü kesiyor ama savaşın sona ermesini sağlamıyordu.
Saddam Hüseyin'e bu desteklerin verildiği dönemde ABD Beyaz Saray'ın öncülüğünde İran ordusuna da gizlice arka çıkıyordu. İran Kontra Harekatı olarak bilinen bu faaliyet ABD'nin gizlice ve yasal olmayan yollardan İran'a silah vermesiydi.
1981’de başlayan ama tam olarak 1985’de uygulanmaya başlayan bu inisiyatifin iki ana amacı vardı. Birincisi bu gizli transferlerin İran'ın rehin tuttuğu bazı Amerikalıların bırakılmalarını sağlamak, ikincisi ise İran’da “ılımlı” olarak bilinen kişilerle gizli ilişkiler kurmak.
İkili destek ortaya çıkınca
Bu ilişkiler 1986'da Beyrut’ta yayınlanan bir dergide ABD'nin liderlerini “Büyük Şeytan” olarak tanımladığı bir ülkeye gizlice silah ve istihbarat temin ettiğini yazan bir makaleyle duyuldu.
ABD'nin ikili oyunu tüm çıplaklığı ile ortaya dökülmüştü. Reagan suçlanmaktan kıl payı kurtuldu ama bu skandal onun itibarını ağır bir biçimde zedeledi.
Saddam Hüseyin'in bu olaylara tepkisi “Tanker Savaşlarını” kızıştırmak oldu. Basra Körfezi’nden petrol sevkiyatı yapan İran tankerlerine saldırılar düzenleyerek İran'ın petrol ticaretine engel olmaya başladı.
1984-87 arasında Irak hava kuvvetleri 240 İran tankerine saldırı düzenledi. İran ise mayınlar ve devriye gemileriyle 168 Irak tankerini devre dışı bıraktı. Kuveyt, ABD yönetiminden kendi tankerlerini koruma altına almasını istedi.
İran uçağının düşürülmesi
Reagan, İran Kontra olayının Ortadoğu'da yarattığı olumsuz havayı düzeltmek umuduyla bu teklifi kabul etti. Kuveyt tankerleri ABD bayrağı kullanarak Basra Körfezi’nden geçmeye başladılar.
1988 yılında İran deniz sahasına yerleşen ABD savaş gemisi Vincennes İran Hava Yollarına ait bir yolcu uçağını İran hava sahası içinde düşürerek 290 yolcunun ölümüne neden oldu.
Hiç kimse de ABD’ye ait bir savaş gemisinin İran deniz sahasında neden bulunduğunu, İran hava sahasında bir İran uçağını nasıl olup da düşürebildiğini sorgulamadı.
Ayrıcalıklı devlet statüsünde olmak ABD'ye başka devletlere tanınmayan hakları kullanmayı doğal hale getirmişti.
Libya’dan Pakistan’a
CENTCOM (ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı) artık devreye girmişti. 1983 yılı bütçesinde CENTCOM'un güvenlik çalışmaları için ayrılan miktar 7.7 milyar ABD dolarıydı.
15 kargo gemisinden oluşan bir flotilla Hint Okyanusu'nda bulunan Diego Garcia adasına konuşlanmış, CENTCOM kendisine bağlı birliklere eğitim vermeye başlamış ve yaklaşık 25 bin asker Mısır, Sudan, Somali ve Oman'a yerleştirilmişti.
Reagan döneminde ABD, Libya'dan Pakistan'a kadar uzanan bir coğrafyada bir çok askeri ve para-militer operasyona girişti. Bu operasyonlar nitelik olarak birbirlerinden farklıydı.
ABD Lübnan’da
Barışı sağlamak için giriştiği iki büyük operasyon barıştan çok felakete yol açtı. Bunlardan biri de ABD deniz piyadelerinin Lübnan'a yaptığı çıkartma idi.
Galilea İçin Barış Operasyonu
İsrail ordusu 6 haziran 1982'de, kimseye danışmadan ve haber vermeden Lübnan'ı işgal etti.
Başbakan Menahem Begin ve Savunma Bakanı Ariel Şaron, Yaser Arafat önderliğindeki Filistin Kurtuluş Örgütü'nün (FKÖ) Lübnan ve özellikle Beyrut’ta “devlet içinde devlet” haline geldiğini ve bu meseleye bir son vermek için bu işgali yaptıklarını açıkladılar.
1975’den beri süren Lübnan iç savaşı, Lübnan toplumunun dokusunu tamamen parçalamıştı. Hristiyan Maronitler, Şii Müslümanlar, Sünni Müslümanlar ve Filistinli mülteciler birbirinden nefret ediyordu. İsrail Başbakanı Begin için Lübnan artık “teröristlere yataklık eden başarısız” bir devletti.
İsrail Savunma Bakanı Şaron için bu olayın tek bir çözümü vardı; İsrail ordusunun tüm gücüyle Lübnan’a girmesi, FKÖ'yü yok etmesi, Suriyelileri ülkelerine geri göndermesi ve Hristiyan Maronitlerin başına geçtiği yeni bir hükumetin kurulması.
“Galilea İçin Barış Operasyonu” adı altında başlayan bu operasyon konusunda Begin'in Washington’a yalan söylediği, tüm bilgileri iletmediği gerekçesiyle ABD İsrail'i Birleşmiş Milletler (BM) önderliğinde bir ateşkese zorlamak istedi. İsrail görünürde bu ateşkese uymayı kabul etti, ancak Begin ve Şaron ikilisi yenilgiyi kabul etmeye niyetli değildi.
FKÖ Beyrut’u terk ediyor
İsrail Savunma Birlikleri sözde ateşkese uymak adına Beyrut şehrini kuşattılar. Arafat ve ona bağlı silahlı militanları tasfiye etmek istiyorlardı. Reagan, İsrail'e Beyrut üzerindeki kuşatmayı kaldırması için baskı yapmaya başladı. iki ülke arasındaki ilişkiler tehlike altındaydı.
İsrail, geri adım atmadı. FKÖ tamamen imha olmamak ve halkını koruyabilmek için Beyrut'u terk etmeyi kabul etti, İsrail ise FKÖ güçlerinin tahliyesine destek vereceğini açıkladı.
ABD zor bir durumda kalacağını bildiği halde, tahliye operasyonunda gözlemci olarak görev yapacak 800 denizciyi 25 Ağustos 1982’de Beyrut'a gönderdi. Dışişleri Bakanı Schultz bu askerlerin çatışmalara katılmayacaklarını, sadece güvenlik sağlamak için orada olacaklarını söyledi.
ABD Beyrut’tan ayrılıyor
FKÖ üyeleri ve aileleri Sudan, Suriye ve Tunus'a gidecek olan gemilerle Beyrut’tan ayrılmaya başladılar. 30 Ağustos günü Arafat ve yakınları Yunanistan bandıralı bir gemi ile Beyrut'u terk ettiler.
Binlerce Filistinli kendilerini bunca yıldır koruyan Arafat ve fedailere veda etmek için sahile indiler. Filistinlilerin acılı tarihlerinde bir sayfa daha böyle kapanıyordu. Ya da, ABD dahil herkes sayfanın böyle kapandığını sanıyordu.
ABD askerleri 10 Eylül 1982’de Beyrut'tan ayrılmaya karar verdi. ABD’ye göre misyon başarı ile sonuçlanmıştı.
Sabra ve Şatila katliamı
14 Eylül günü Hristiyan Falanjist Partisi lideri Beşir Cemayel ve 26 parti üyesi Beyrut’ta yapılan bir bombalı saldırıda öldürüldüler. Şaron, hiç vakit kaybetmeden bu saldırıyı geride kalan Filistinli FKÖ üyelerinin yaptığını söyledi.
Cemayel'in ölümünden bir gün sonra İsrail askeri birlikleri zor kullanarak Batı Beyrut'u işgal ettiler.
İsrail ordusu denetimindeki Falanjist güçler Beyrut’taki en büyük iki Filistin mülteci kampı olan Sabra ve Şatila'ya girdiler.
Ortadoğu'nun en kanlı katliamlarından biri olan bu saldırıda, her iki kampta yaşayan 3500 Filistinli katledildi; insanların boyunları kesilmiş, elleri arkalarından bağlı olarak kurşuna dizildiler, bazı erkekler ise hadım edildikten sonra öldürüldü.
ABD Barış Gücü’yle Beyrut’ta
Reagan İsrail askerlerinin Beyrut'tan çekilmelerini emretti ama artık çok geçti, olan olmuştu.
ABD askerleri uluslararası barış gücü ile beraber Beyrut'a girdiler. Görevleri şehirde asayişi sağlamaktı. Reagan ABD'nin cesaretli olmak gerektiğini söylüyordu: “Eğer biz o gücü koruyamıyorsak, küresel bir güç olmanın ne önemi var.”
29 Eylül’de 1200 ek asker Beyrut hava limanını korumak için geldiler. İlk gün çıkan çatışmalarda bir deniz piyadesi öldü, üç asker yaralandı. ABD güçleri Lübnan ordusu güçlenip işleri ele alabilecek, hem İsrail, hem de Suriye güçleri şehri terk edene kadar kalacaktı.
18 Nisan 1983’te bir intihar bombacısı patlayıcı yüklü bir kamyoneti ABD elçilik binasının önünde patlattı. Patlamada 17’si Amerikalı 63 insan öldü.
Aynı yılın yaz aylarında Dürzilere ait makinalı tüfekler limanda demirli ABD savaş gemilerini ve gemilerden kalkan helikopterleri hedef almaya başladı. ABD gemilere destek için tank birlikleri ve ağır silahlar yolladı.
İç savaşa doğrudan müdahil
6. Filo Lübnan sahillerinde demirlemiş bekliyordu. 3-4 Eylül 1983’te İsrail güçleri ABD'ye haber vermeden Beyrut’tan çekildiler. Bu durumda uluslararası Barış Güçleri ve ABD askerleri Müslüman milis güçleriyle karşı karşıya kaldılar. “Barışsever” olarak gelenler birdenbire kendilerini savaşın ortasında buldular.
Reagan bu kez de gemilerden ateş açılmasını, gerekirse hava kuvvetleri ile Lübnan ordusuna takviye yapılmasını söyledi. 8-19 Eylül 1983 günlerinde ABD savaş gemilerinden hükümet karşıtı milislere top atışları yapılmaya başlandı.
ABD Lübnan iç savaşına doğrudan müdahil eden bir devletti artık.
Hava destekli ayrılma
23 Ekim 1983’de, patlayıcı yüklü sarı renkli bir Mercedes kamyon ABD askerlerinin kaldığı binaların kapısını delerek dört katlı yapının içinde daldı.
241 ABD askeri personeli öldü, 100 kişi de yaralandı. Hemen yakındaki Fransa birliklerinin bulunduğu binaya yapılan saldırılarda 52 Fransız barış gücü askeri öldürüldü.
Saldırıları, Hizbullah adında Şii İslamcı bir örgüt üstlendi.
Bu arada devriye uçuşları yapan Suriye hava güçlerine ait uçaklar Doğu Beyrut’ta ABD uçaklarına saldırmaya başladılar.
1984 yılının Ocak ayında Reagan havluyu attı: “Kaçmıyoruz, sadece daha savunabilir bir konuma geçiyoruz.”
Aynı yılın Şubat ayında ABD askerleri Beyrut havalimanından hava kuvvetleri desteği ile ayrıldılar.
Ünlü gazeteci Thomas Friedman durumu özetledi: “ABD askerleri hiçbir şey başaramadılar. FKÖ gitti, yerine Hizbullah geldi.”
Friedman için sadece bir yorum olan bu gerçek, Ortadoğu açısından başka anlamlar içeriyordu. Lübnan’daki Şiilerin örgütü olan Hizbullah giderek güçlendi ve hem Lübnan hem de Ortadoğu genelinde oyun kurucu bir Şii örgütü oldu.
Neydi bu savaş?
Bu savaşın niteliği neydi? Böyle bir savaşın kazanılması olası mıydı? Bu sorular, o zaman sorulmalı ve üzerinde düşünülmeliydi.
Pentagon'da Lübnan olaylarını incelemek için kurulan komisyon doğru soruları sormak yerine “Lübnan her çeşit tehlikenin kol gezdiği bir orman” yorumunu yapmakla yetindi. Ama ABD askerlerinin bu tehlikelerle dolu ormana niçin gönderildikleri sorusunu sormadı.
Ortada çok açık bir durum vardı: Beyrut olayları ABD siyasetinin kurucularında alarm çanlarını çaldıracak boyuttaydı. Asıl acıklı olan ise ABD askerlerini Beyrut'a yollayanların neyin içine girdiklerini, niye girdiklerini bile bilmiyor olmalarıydı.
Kuzey Carolina'da, Beyrut’ta ölen ABD vatandaşları için dikilen bir anıtın üzerinde şu cümle yazılı: “Barış için geldiler”.
Bu cümle bile bir yanılsama olmaktan öteye geçmiyor. Barışın savunmak için ilk önce barışın gerçekte var olması gerekir. Lübnan’da ise barış ABD askerleri olmadan, oradayken ve ayrıldıktan sonra da olmadı. (MUT/BA)
ABD'NİN "ORTADOĞU"SU YAZI DİZİSİ
"ABD'nin 'Ortadoğu'su" Başlarken (17 Ekim 2016)
1- Petrol Denilen Kara Kuyu (17 Ekim 2016)
2- İran-Irak Savaşı ve Lübnan İç Savaşı (18 Ekim 2016)
3- Soğuk Savaş, Afganistan, Libya (19 Ekim 2016)
4- Kuveyt'in İşgali ve Körfez Savaşı (20 Ekim 2016)
5- 11 Eylül Saldırısı, Afganistan (21 Ekim 2016)
6- Irak'ın İşgali (22 Ekim 2016)
7- Irak'ta Uzun Soluklu Savaşa Doğru (23 Ekim 2016)
8- ABD Askeri Irak'tan Çekiliyor (24 Ekim 2016)
9- En Çabuk Unutulan Savaş: Afganistan (25 Ekim 2016)
10- Son Perde: Suriye (26 Ekim 2016)
11- Bitirirken; Amerika Nereye Gidiyor? (27 Ekim 2016)