Ancak "Loizidou davası"ndan sonra, Türkiye aleyhine Kıbrıslırumlar onlarca dava açmaya başlamıştı... Titina Loizidou, "mülküne dönmesinin engellendiğini" mahkemeye kanıtlamadan önce, "kuzeyin Türkiye'nin denetimi altında olduğunu kanıtlamak zorunda kaldığını" anlatıyor... Bu açıdan da "Loizidou davası" Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde görülmüş önemli davalardan biriydi...
Kıbrıs'ın kuzeyinde medyayı besleyen "bilgi kaynaklarını" denetim altında bulunduranlar, Titina Loizidou'nun medyamızda her zaman "çirkin, Türklerden nefret eden, tuhaf bir kadın olduğu" şeklinde bir imaj çizmişlerdi.
Bugüne dek Kıbrıslıtürk gazetecilerin hiçbiri onun nasıl bir insan olduğunu, neden böyle bir dava açma gereği duyduğunu, davaya nasıl hazırlandığını, davayı kazanmanın onun için ne gibi bir anlamı olduğunu bizzat kendisine sorma gereği duymamıştı...
İlk kez bir Kıbrıslıtürk'ün, Dr. Ahmet Cavit An'ın da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde Türkiye aleyhine açarak kazandığı dava ardından, "Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuru" güncel bir konu haline geldi. Ahmet An, iki toplumlu etkinliklere katılmak üzere kuzeydeki rejimin güneye ya da Birleşmiş Milletler denetiminde bulunan ara bölgeye, "Yeşil Hat"ta geçişini engellemesi üzerine Türkiye'yi böylesi bir platformda "mahkum eden" ilk Kıbrıslıtürk olmuştu...
Ahmet An'ın davayı açma nedenleri ve dava hakkındaki düşünceleri gerek Yenidüzen'de, gerekse diğer gazetelerde haberler ve röportajlar şeklinde ayrıntılı biçimde yer aldı son haftalarda... Peki ama Titina Loizidu gerçekte kimdi? Neden böyle bir başvuru yapmıştı? Medyada iddia edildiği gibi "Türklerden nefret eden, tuhaf bir kadın" mıydı?
Titina Loizidou'nun medyamızda çizilen "çirkin" imajıyla alakası olmadığını hayretler içinde kalarak gördük... Son derece şık ve pratik bir işkadını imajı vardı... Mesleği turist rehberliği, daha önce de Kıbrıslırum Turist Rehberleri Birliği başkanlığı yapmış. İki hafta önce babasını kaybetmiş, bu yüzden babasının adı geçtiğinde, birkaç damla gözyaşı süzülüyor gözlerinden...
Titina Loizidou'yla Kıbrıs'ın güneyindeki evinde konuşuyoruz... "Hush Puppies" reklamlarındaki köpeciklere benzeyen hüzünlü köpeğini içeri almak için usulca cam kapıları aralıyorum, o kahve yaparken... Biliyorum, bu evin her köşesinde Girne'yle ilgili anılar sinmiştir - Girne'nin masmavi gökyüzü, uçuşan bulutları, kimi zaman öfkeli dalgaların tüm şiddetiyle dövdüğü limanında insanı sarhoş eden o tuz kokusu, köpükler, kayaların üstünde şuraya buraya kaçışıp duran yengeççikler...
Biliyorum, o altın sahillerde yürüdü bir zamanlar ve tıpkı çocukluğumun "Ayşegül" kitapçıklarında olduğu gibi, merakla eğildi bir denizyıldızını incelemek için... Akşamları annesi babasıyla o harika limanda yürüyüşlere çıktı, gözü hep denizde, yelkenlilerde, yabancı ülkelerden gelmiş o büyülü yatlarda... Bir an önce büyüyüp girmesine belki kolaylıkla izin verilmeyen yetişkinlerin dünyasına katılmayı özledi limanda oturup dondurmasını yerken... Biliyorum, bu ev anılarla örülü... Köklerinden sökülüp alınmış bir kadının köksüz mekanında soruyorum sorularımı ve içtenlikle yanıtlıyor:
Medyada her zaman sizinle ilgili pek çok haber yer aldı ancak "Titina Loizidou" yalnızca bir "isim"di - ardındaki insan yüzü hiçbir zaman görünmüyordu bu haberlerde... Azıcık tanımaya çalışalım sizi. Nerede doğdunuz? Nasıl büyüdünüz?
Girne'de doğup büyüdüm. Babam ve büyükbabam, ailemin esas bölümü Girnelidir...
Girne'nin hangi bölgesindendiler?
Yukarı Girne'den... Saint. George Kilisesi yakınlarında yaşıyorduk, bu bölge ağırlıkla Kıbrıslıtürklerin bölgesiydi. Kıbrıslıtürklerle Kıbrıslırumlar karışık yaşıyordu burada. Büyükbabam doktordu, adı Spiros'tu, eminim insanlar onu hatırlıyordur... Bütün çocukluğum, gençliğim Girne'de geçti, Girne'de evlendim...
1972'de evlenmiştim, sonra Lefkoşa'ya geldim 72'de ama her haftasonu Girne'ye gidiyordum... Hatırlayacaksınız, 1963'ten 1974'e kadar konvoy vardı, konvoyla gidiyorduk Girne'ye. Eşim Lefkoşalıydı, işi Lefkoşa'daydı...
Yalnızca pratik nedenlerle Lefkoşa'da bir apartman dairesi kiralamıştık, durum daha iyiye gidince Girne'ye yerleşmek istiyorduk. Ben Girne'de çalışıyordum, turizm alanında çalışıyordum. Girne o günlerde yeni yeni iyice gelişmeye başlıyordu ama aslında Girne, Kıbrıs'ın diğer bölgelerinden çok önce turizm bakımından gelişmişti, Dome Otel'le falan...
Turizm acenteniz mi vardı?
Turizm acentesi benim değildi... Yabancı bir turizm şirketi için çalışıyordum, "Exchange Company" için. Ofisten ben sorumluydum, müşterilerle görüşüyordum...
Şimdi geriye dönüp baktığında Girne'de en çok özlediğin ne? En çok hatırladığın? Işığı mı? Kokusu mu? Denizi mi?
İnsanın geldiği yerle ilgili duyguları o kadar kendi parçası oluyor ki... Yalnızca deniz değil, dağlar, Girne'nin renkleri, ama en çok da insanları... Girne'deki atmosfer, o günlerdeki toplumsal, sosyal yaşam...
Ne tür bir sosyal yaşamdı bu?
Yalındı, sadeydi... Yitirdiğime en çok üzüldüğüm şey bu... O yalınlık... Günlük yaşamdaki yalınlık, insanlar arasındaki ilişkilerdeki yalınlık, Kıbrıslıtürklerle Kıbrıslırumlar arasındaki ilişkilerdeki yalınlık, çevredeki sadelik ki bu da çevrenin güzelliğidir...
Bir de insanların dağılmış olmasına üzülüyorum en çok... Bu travmatik birşeydi, tümümüz için, hem Kıbrıslıtürkler, hem de Kıbrıslırumlar için travmatik bir deneyimdi...
1974'te ada bölündü, artık Girne'den uzaktaydınız... Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne ne zaman başvurdunuz? Birisi size böyle yapmanızı mı söyledi? Oturup düşünerek mi böyle bir karar almıştınız? Sizi dava açmaya götüren şeyler nelerdi?
O günlerde Avrupa İnsan Hakları Komisyonu hakkında ta başından bilgim vardı çünkü babam doktordu... 1974'ten sonra Girne'de kalmıştı... Bildiğiniz gibi işgal olduktan sonra Girneliler kaçmıştı ancak çok sayıda Girneli'ye Birleşmiş Milletler ve Türk makamları, Dome Otel'de toplanmaları söylenmişti. Babam oradaydı, Dome Otel'de kalanlar arasındaydı.
Babam o dönem Girne'nin belediye başkan yardımcısıydı ve doktordu, kalmak istemişti. Yetkililer 1975'in Nisan ayında babamın Girne'den ayrılmasını istemişti çünkü bazı insan hakları ihlallerini rapor etmişti. "Hapse gidecek değilim" diyerek Girne'den kaçmıştı o zaman... Dome Otel'deki insanlardan o sorumluydu, yaralılara bakmak, insanların ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir komite oluşturmuşlardı otelde - otelin 400 yatak kapasitesi vardı, oysa otelde binden fazla insan bulunuyordu. Bu da, hijyene büyük önem vermeleri gerektiği anlamına geliyordu, disiplinli davranmalıydılar, dikkatli olmalıydılar, insanların psikolojik ve tıbbi ihtiyaçlarını karşılamaları gerekiyordu...
O nedenle kalmıştı babam. Sorunları bildiriyordular ve elbette babamın kulağına pek çok olay çalınıyordu, ya otele gelenlerden ya da bölgede olup bitenlerle ilgili aktarılan mesajlar aracılığıyla bunları öğreniyordu. Bazı konuları bildirmişti
Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na. Son bildirdiği konu da şuydu: bir İngiliz hastaya gitmesi istenmişti ancak Türkler onun hastayı ziyaretine izin vermemişti. O da bunu duyurmanın yolunu bulmuştu. Türkler de Dome'dan ayrılmasını istediler. Özgür bölgeye geçtikten sonra babam devletler arası dava açıldığında, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'nda tanıklık yapanlardan biriydi... Yani sistemi biliyordum...
Ancak bu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi değildi...
Hayır, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'ydu. Ben eski sisteme göre gittim, bu sistem yenisiyle değişti... Ancak o günlerde insanlar Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na başvuru yapıyordu, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu da bunu mahkemeye havale edip etmeyeceğine karar veriyordu. Ancak eğer yanılmıyorsam Türkiye, hatta Kıbrıs o dönem henüz Mahkeme Anlaşması'nı başvuru yapmamıştı. O nedenle devletler arası başvurular, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na gönderiliyordu.
Babam başvuran değildi ancak bazı davalarda tanıktı... Devletler arası davada gidip tanıklık yapması istenmişti, o da gidip tanıklık yapmıştı... Bunların benim açtığım davayla ilgisi yok ancak oradaydı bunlar...
Ben "Kadınlar Evlerine Yürüyor" (Women Walk Home) hareketinin bir üyesiydim, hala da üyesiyim. Babam henüz Dome Otel'deyken gazetede bir ilan görmüştüm, "Kadınlar Evlerine Yürüyor" yürüyüşüne insanların katılıp yardımcı olmasını çağırıyordu. Bunun benim görüşlerimi yansıttığını düşündüm çünkü bu hareket adanın yeniden birleştirilmesine inanıyordu, Kıbrıs'ta insan haklarının ihlal edildiğine, Türk askerlerinin evlerimize gitmemizi engellediğine inanıyordu...
Bunun da ötesinde, aslında yapmak istediği şey eve dönme isteğini barışçıl bir yürüyüşle ifade etmekti. Bana göre bu insanların evlerine dönemediğini çok barışçıl biçimde göstermekti... Bu harekette hoşuma giden bir diğer şey, "ulusal" simgelerin olmayışıydı. Yalnızca kadınlar yürüyecekti, silah taşımıyorlardı, omuzlarında yalnızca çantaları olacaktı, barışçıl biçimde yürüyeceklerdi, beyaz bayraklar taşıyarak... Benim için bu barışın simgesiydi, bana göre bu cepheleşme yaratmıyordu yalnızca "ordu evimize dönmemize izin vermiyor" demekti...
1975'te Mağusa'da, 1988'de Lefkoşa'da, 1989'da da iki yürüyüş yapılmıştı, yani dört yürüyüşe de katıldım ben. Mesleğim turist rehberliğidir, deneyimlerim nedeniyle yürüyüşlere yardımcı oluyordum, aynı zamanda yürüyüşe katılan yabancı delegasyonlara da yardımcı oluyordum. Limbya'da, Larnaka yakınında bir dağın kenarındaki yürüyüşe de katılmıştım, burada Kutsal Haç Kilisesi var...
Diğer kadınlarla birlikte bu yürüyüşte tutuklanmıştık, 10 saat boyunca tutuklu kalmıştık, sonra Birleşmiş Milletler aracılığıyla serbest bırakılmıştık... Bu deneyim beni çok hüzünlendirmişti... Kıbrıs'taki durumu her düşündüğümde her zaman üzülüyorum... Adamızın böyle bölünmesine nasıl izin vermiş olduğumuza üzülüyorum...
Yalnızca fiziksel bir bölünme değil bu, aynı zamanda psikolojik bir bölünmüşlüktür - en dramatik olan da bu psikolojik bölünmüşlüktür. Çocukluğumdan tanıdığım yerlerden geçmek beni hüzünlendiriyordu, buraları bana çok yakın ama aynı zamanda çok uzak geliyordu. Hem tanıdıktı bunlar, hem de yabancıydı bana... Burada olma hakkım olduğunu hissediyordum, orada olduğum için de aşağılandığımı hissediyordum. Birkaç saat Luricina'da tutulmuştuk, Luricina'da insanlar gelip içinde bulunduğumuz arabaya vuruyordu - yaralanmamıştık ama aşağılanıyorduk.
Aşağılanma hissi de şuydu: her zaman Kıbrıs'ın çok daha iyi bir pozisyonda olabileceğine inanmıştım, insanların da böylesi aşağılayıcı davranışlarla karşılaşmadan birlikte varolabileceğine inanıyordum...
Bu olaydan iki hafta sonra tamamıyla farklı bir konuda danışmak üzere avukatıma gitmiştim.
Achilleos Demetriades'ti değil mi?
Evet... Achilleos Brüksel'den henüz dönmüştü, Avrupa hukuğu konusundaki stajını tamamlamıştı. Daha önce de Strasbourg'a gidip insan haklarıyla ilgili staj yapmıştı. Ben tümüyle farklı bir nedenle gitmiştim ona. Ona, turist rehberlerinin, Avrupa Turist Rehberleri Federasyonu'na üye olup olmaması gerektiği konusunu sormaya gitmiştim.
O günlerde turist rehberlerinin başkanıydım, avukatımın görüşünü almak istiyordum bu konuda... Achilleos'la akrabalığımız da var... Kadınların yürüyüşüyle ilgili haberler henüz gündemdeydi, televizyon bol bol göstermişti yürüyüşle ilgili olayları, gazetelerde yer almıştı. Achilleos bana "Titina biliyor musun, aslında sen Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na başvuru yapabilirsin" dedi. "Çünkü Türkiye şimdi 25'inci maddeyi reddetti, bu madde altında bireyler, insan hakları ihlalleri nedeniyle şikayette bulunabilir" dedi. Ben ona "Şaka mı yapıyorsun?" dedim.
Elbette, karar almam uzun sürmedi. Yalnızca prosedürleri öğrenmek ihtiyacındaydım. Hızla bunları gözden geçirerek nasıl başvurabileceğimi öğrenmeye çalıştım, elbette konuyu ailemle de tartışmalıydım. Eşimle, çocuklarımla konuyu tartıştım, elbette babamla da... Babam bana "Yap" dedi... "Duruma bir tuğla koymuş olursun" dedi... Ve böylece başvurmaya karar verdim.
Bilmediğim, sürecin bunca uzun zaman alacağıydı. Eğer başvurunun hayatımın önemli bir bölümünde bu kadar zamanımı alacağını bilmiş olsaydım, o günlerde yine de bunu yapar mıydım bilmiyorum. Sanırım yapardım... Achilleos'a "Sence bu ne kadar zaman alır?" diye sordum. Belgelere falan bakarak, üç buçuk yıldan fazla süremeyeceğine karar vermiştik.
Kaç yıl sürdü?
1989'da başvurmuştum. İlk kararlar 1995'te verildi, sonra 1996'da, sonra da 1998'de...
Yani dava 1998'de tamamlandı...
1998'de mahkemenin işi bitti... Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'ndan geçtik. Şimdi artık insanlar doğrudan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gidiyor.
Teknik terimlerle değil ama özünde neydi başvurunuz? Mülkünüze dönmek istediğinizi ve buna engel olunduğunu mu söylüyordunuz başvuruda?
Evet...
Ve "Kadınlar Evlerine Yürüyor" örneğini verdiniz herhalde...
Evet... Söylediğim şuydu: "Girne yalnızca toprağımın bulunduğu bir yer değildir" dedim. "Girne benim için bundan çok daha anlamlıdır. Bu yalnızca mülkiyetimi orada bırakmak konusu değildir, bundan çok daha büyük bir anlamı vardır. Girne benim hayatımdır, evimdir, deneyimlerimdir... Oraya dönmem engellendi..." diyordum. "Öncelikle 1974'ten bu yana Girne'ye dönmem engelleniyor. İkincisi, dört kez oraya gitmemiz engellendi..." diyordum.
İlginç olan şuydu: Herkes evimize dönmemizi engelleyenin kimler olduğunu biliyor, herkes durumun ne olduğunu biliyor... Buna karşın, bunları mahkemede kanıtlamamız gerekiyordu. Sanırım en ironik olan buydu, benim için de izah edilemez birşeydi...
Şu generalin Türkiye'nin denetiminde burada olduğunu kanıtlamamız gerekiyordu, öteki tarafın ekonomisinin Türkiye'nin kontrolü altında olduğunu kanıtlamamız gerekiyordu. Türkiye'nin askeri güç, ekonomi vs. aracılığıyla tam bir kontrol sağladığını kanıtlamamız gerekiyordu...
Bunun için hazırlanıyordunuz herhalde... Avukatınız mı sağlıyordu bu kanıtları? Çünkü 'Hayatımın önemli bir bölümünü aldı bu dava' demiştiniz... Herhalde okuyor ve araştırıyordunuz...
Evet... Öncelikle avukatım çok yeteneklidir, İngiltere Kraliçe Konseyi'nden bir avukatımız vardı, o da davanın bir bölümünü üstlenmişti. İngiliz avukat, davanın uluslararası yönlerini temsil ediyordu. Hukuki terimlerle ben bir avukat değilim, tüm yasal noktaları tümüyle kavrayamam. Tekrar tekrar okusam da, yine de anlamadığım noktalar olur.
İnsan Hakları Komisyonu'na kanıtlar sunmak durumundaydık. Öncelikle Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na şunu kanıtlamak zorundaydık: Bireysel başvuru hakkını kabul eden Türkiye, 25nci maddeyi imzalamakla, evet, bana yani Türkiye'ye karşı Türkiye Anayasası'nın geçerli olduğu, benim topraklarımdaki bireylerden dava kabul ediyorum diyordu -Türkiye'nin insan hakları ihlallerine maruz kalan bir başka ülkeden bireylerin bu madde altında başvuru yapamayacağı anlamı çıkıyordu bundan. Karşımızda bu tür hukuki engeller vardı.
Ve bu tür hukuki engellerle karşı karşıya kalan ilk kişi sizdiniz...
Evet... Çok zor bir engeldi bu çünkü Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na öncelikle Türkiye'nin o bölgenin denetimini elinde bulundurduğunu kanıtlamak zorundaydık. Ve öteki tarafta ne olup bitiyorsa illegal olduğunu ve bunun denetiminin de Türkiye'de olduğunu kanıtlamak zorundaydık.
Bir kez bu kazanıldıktan sonra davanın esasına geçildi... Bu daha kolay da değildi ama bir birey olarak davanın esasına geçilmesi için başvuru yapabilecektim... Davanın esası da Girne'deki mülküme barışçıl biçimde ulaşmak ve mülkümü kullanmaktan men edilmemdi...
Söylediklerinizden anladığım şudur: Komisyon mülkünüzü kullanmaktan men edilip edilmenize bakmadan önce, komisyona öncelikle kuzeyin Türkiye'nin denetiminde olduğunu kanıtlamanız gerekmişti. Doğru mu anladım?
Evet...
Bunu kanıtlamanız ne kadar sürdü?
Üç yıl aldı... Sonra da davanın esasları oradaydı... Mülkiyetimi barışçıl biçimde kullanmamın engellendiğini izah etmem gerekiyodu... Sana başvurunun kendisini de gösterebilirim, çoğu insan bunu görmemiştir. Sana göstermek için dosyayı bulup çıkardım. Sonra dava mahkemeye havale edilmedi...
Bu, karşımıza çıkan bir başka engeldi. Çünkü Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, hakimlerden ve ille de hakim olması gerekmeyen kişilerden oluşuyordu, bunlar davaları mahkemeye havale etmeden gözden geçiriyordu. Ve davayı mahkemeye göndermemeye karar vermişlerdi.
Sizce bu siyasi bir karar mıydı?
Buna herhangi bir boyut eklemek istemiyorum. Her neyse, mahkemeye havale edilmedi. Ancak Achilleos'un tavsiyesine uydum, Achilleos bana "Bak, bireylere yine de davalarını devam ettirmesine olanak sağlayan öğelerden birini kullanacağız" dedi. O da şuydu: Eğer Komisyon davayı Mahkemeye göndermezse, eğer davayı açan kişi yine de tatmin olmamışsa, kendi hükümetinden bunu mahkemeye göndermesini isteyebilir. O zaman oturup Başsavcı'ya bir mektup yazdım ve onlardan davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne göndermesini istedim. Hükümet açısından böylesi bir kararı almak zordu...
Neden?
Bilmiyorum... Sanırım kuşkuyla bakmışlardı olaya... Kuşkuyla bakıyorlardı çünkü bu bireysel bir davaydı...
Hangi hükümetti o dönem?
Klerides hükümetiydi... Davayı başlattığımda Vasiliu dönemiydi, bu arada seçimler olmuştu... 1993'tü... Hükümetin karar vermesi altı aylarını aldı... Ve davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne götürmeye karar verdiler. Bu hala bireysel bir başvuruydu ama duruşmalarda Kıbrıs Hükümeti'nin temsilcisi olarak Başsavcı da hazır bulunuyordu...
Mahkemede 1993'ten 1996'ya dek kararlar çıktı - 1995'te bir karar alındı mahkemede, coğrafi durumla ilgili, bu değerlendirmenin geçersiz olduğu hakkında. Davanın Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'ndan geçtiği aşamalar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nden de geçti...
Komisyon bir rapor yazıyor, bu mahkemede dava olarak görülüyor. Aynı prosedür mahkemede tekrarlandı. 1995'te coğrafi durumla ilgili karar çıktı, bu da Türkiye'nin Kıbrıs'ın kuzeyinden sorumlu olduğu yönündeydi, onların coğrafi durumla ilgili bir itiraz ortaya koyamayacakları yönündeydi... Ya anlaşmayı olduğu şekilde kabul edeceklerdi ya da etmiyorlardı. 1996'daki en önemli karardı sanırım, 1996'da mahkeme şöyle dedi: "Türkiye kuzeyde olup biten herşeyden sorumlu olduğuna göre Loizidou'yu (ki bu başka herhangi bir kişi de olabilirdi) Girne'deki mülkünün barışçıl biçimde tadını çıkarmasını engellemekten sorumludur.
Ve KKTC'nin uluslararası hukuk uyarınca herhangi bir yasal varlığı sözkonusu değildir ve KKTC Türkiyeye'ye tabi bir idaredir." Bunun da anlamı Türkiye'nin tazminattan da sorumlu olduğuydu... Burada önemli olan nokta, Türkiye'nin mülkümü kullanmadığım yıllar için tazminattan sorumlu olmasıydı. İlk kez mahkeme çıkıp diyordu ki "Şu veya bu kişi acı çekmiştir. Bu acı nedeniyle manevi tazminattan sorumludur." Ahmet Cavit'in durumunda olduğu gibi... Ahmet Cavit'e Cumhuriyet'in özgür bölgesine geçmesine izin verilmemesi nedeniyle manevi tazminat verilmesi kararlaştırıldı.
Bu çok önemlidir: mülkiyetin tapusunu yitirmeksizin, mülkiyeti kullanmadığım yıllar için tazminat ve manevi tazminat...
Sonra bize altı ay verdiler, anlaşmamız için... Türkiye'ye bir mektup yazdık, doğrudan İsmail Cem'e... O dönem Dışişleri Bakanı'ydı. Hiçbir zaman cevap vermedi.
Mahkeme devam etti ve mülkiyetimi kullanamadığım yıllar için tazminatı saptadı. Temmuz 1998'de tazminat mahkeme tarafından belirlenmişti. O günden bu yana, davayla ilgili sonuç, Bakanlar Komitesi'ne gitti. Bakanlar Komitesi, mahkeme kararlarının uygulanmasını izleyen en yüksek organdır.
Adalet bakanlarından mı oluşuyor?
Hayır, Avrupa Konseyi üyesi Dışişleri Bakanları'ndan oluşuyor. Mahkeme kararı önlerindedir. Üç kez onları görmeye gittim, onlara şunu izah etmeye çalıştım: "Bu bireysel bir başvurudur, mahkeme de şöyle demiştir: 'Bu davayla ilgili siyasi mülahazalar bulunuyor ancak yine de biz bireyin hakları temelinde bu davaya bakacağız.
Bu bir Kıbrıslıtürk, bir Kıbrıslırum, bir Ermeni ya da herhangi biri olabilirdi. Biz bu davaya bu temelde bakacağız, yani bireysel haklar temelinde. ' Bu bir hukuk davasıdır ve bir bireye ait bir davadır. Buna geniş siyasi anlamda bakılmamalıdır. Çünkü tüm Kıbrıslılar için geçerlidir bu hak..."
Tazminatın miktarı neydi? Tam karar neydi? "Türkiye ona mülkünü kullanma hakkı vermeli" mi diyordu? Hukuki terimlerle değil de özü neydi kararın?
'Loizidou'nun mülkünü kullanmadığı yıllar için Türkiye zarardan sorumludur.' Bu sorumluluk da devam etmektedir. Diyelim ki şimdi Türkiye geliyor ve "Ben Loizidou'ya parasını vereceğim ve konu kapanacak" diyor. Hayır, konu kapanmıyor çünkü devam eden bir ihlaldir.
Eğer Türkiye bana mülkümü kullanmama izin vermiyorsa barışçıl biçimde, hala sorumludur demektir. Nasıl söyleyeyim? Şöyle izah edeyim: Diyelim ki bir kadın ve bir erkek aynı işyerinde çalışıyor. Diyelim ki Andrulla kadın olduğu için daha az ücret alıyor, erkekle aynı işi yaptığı halde. Ve ayırımcılık vardır. Andrulla mahkemeye gider diyelim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne ve ayırımcılık yapıldığını söyler. Mahkeme gelir ve der ki "Andrulla'nın patronu sorumludur çünkü Andrulla'nın alması gereken ücretten onu mahrum bırakmıştır, şu kadar yıl boyunca gelirini kaybetmiştir Andrulla. Öyleyse patronu geçmiş tüm bu yıllar için ona ödeme yapmalıdır ancak şu andan itibaren patronu, artık Andrulla'ya aynı iş karşılığı erkeklerin aldığı ücreti ödemelidir. Ancak yanlızca Andrulla'ya değil, aynı durumdaki başka Andrulla'lara da ödemelidir..."
Mahkemenin sonucu şudur: Loizidou tazminatını almalıdır ve mülkünü barışçıl biçimde kullanma hakkı da sağlanmalıdır. Bu bireysel bölümdür ve bunlar almaları gereken bireye yönelik önlemlerdir. Bir de genel önlemler vardır ki bu önlemlerin tüm Kıbrıslılar için de geçerli olduğudur, mülkiyet konusunda. Bakanlar Komitesi'ne vurgulamak istediğim şuydu: Evet, ben bir bireyim. Benim davamın başka davalardan bir farkı var - benim davama bireyin hakları temelinde bakılmıştır. Bugüne dek ayırımcılığa uğradım çünkü mülkiyetimi kullanmaktan men edilmem nedeniyle almam gereken tazminat ödenmedi, yalnızca bu değil ama mülkiyetimi de kullanamıyorum. Durumun zorluklarını tümüyle anlıyorum. Ancak Türkiye en azından davanın ilk bölümüne saygı göstermeliydi.
Türkiye'nin ne kadar tazminat ödemesi kararlaştırıldı?
350 bin Kıbrıs Lirası artı masraflar, çünkü çok masrafımız olmuştu. Artı manevi tazminat - manevi tazminat da 20 bin Kıbrıs Lirası idi. Ve her yıl yüzde 8 faiz biniyor üzerine. Bunu hesaplamadım. Konu para değildir...
Bir Kıbrıslıtürk gazeteciyle bu ilk röportajım olduğu için şunu vurgulamak istiyorum: Bu Kıbrıslıtürklere karşı bir dava değildir. Hiçbir zaman böyle düşünmedim ve onlara karşı bir tehdit değildir. Bunun Kıbrıslıtürklere yönelik bir tehdit olmasını da istemiyorum. Bu dava Kıbrıslıtürklerin haklarını da güvence altına alıyor, mülkiyetleriyle ilgili, yaşadıkları ve onların da terketmek zorunda kaldığı mülkleriyle ilgili haklarını da güvence altına alıyor.
Kıbrıslıtürklerin de tıpkı bizler gibi durumun kurbanları olduğuna inanıyorum. Ben Kıbrıs'ın çok acı biçimde bölünmesini bizzat gören bir kuşaktan geliyorum. Ben öyle bir kuşaktanım ki... 1950'li yılların sonunda çok gençtim, o zamanlar yaşanan ilk sorunları görenlerdenim... Çok kötü duygularla 1955-59'lu yıllardaki ilk sorunlar sırasında ortaya çıkan güvensizlik duygularını anımsıyorum. Bizler 1963 çatışmasının kurbanlarıydık Girne'de. Girne'nin bağları tümüyle kesilmişti adanın diğer bölümünden.
Ben Kıbrıslıtürklerle birlikte yaşama deneyimine sahiptim çünkü büyükbabam Kıbrıslıtürklerin doktoruydu... Büyükbabamın adı Spiros'tu, babam da doktordu, onun adı da Xanthos'tu... Her zaman, Kıbrıslıtürklerle Kıbrıslırumların birlikte yaşamak için daha çok çaba gösterebileceğine inandım. Kıbrıslıtürkler ve Kıbrıslırumlar olarak kimliklerimizin bir cepheleşme kaynağı olması gerektiğine inanmıyorum. Bu, ortaklaşa deneyimlerimizi zenginleştirmenin kaynağı olmalıdır. Ve birlikte olabileceğimize, bu yönde çalışabileceğimize inanıyorum. Bu davanın Kıbrıslıtürklere bir tehdit oluşturmasını istemiyorum.
Çünkü Kıbrıslıtürklerle ilgili benim deneyimlerim böyle değil... Bu davayı intikamcı bir yaklaşımla da açmadım. Davayı yalnızca ailemin yaşamış olduğu yerlerden, onca çok anım olan yerden mahrum bırakılmamam gerektiğine inandığım için açtım.
1998'de sonuçta mahkeme kararı açıklandığında neler hissetmiştiniz? O günlerdeki duygularınızı hatırlıyor musunuz? Sizin için anlamı neydi?
Bunun benim için anlamı adaletin olduğuydu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne büyük değer veriyorum. Bireyin güçlü olduğunu hissettim, bu herhangi birisi olabilirdi. Onurlu biçimde bu yönde çalışmalıyız. Mahkemenin bireyi onore ettiğini hissettim bu kararla, tatmin olmuş hissettim kendimi. Ancak bu tatmin duygusu intikamcı bir duygu değildi.
Kararla birlikte Bireyin gücünü hissettim. Bireysel hakları güvence altına alan sistemin güzelliği de burada. Henüz o noktaya varamadık, tüm dünyada bu konuda bir kriz var, konularla ilgili, değerlerle ilgili ancak bu sistemden geçmiş birisi olarak, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'ndan geçmiş biri olarak, ilk kez bir birey davasının Mahkeme'ye gönderilmesini istemişti, böyle birisi olarak sistemin buna izin verdiğini gördüm...
Duruşmalar esnasında zor dönemlerden geçmiş biri olarak sonuçta gerçeğin ve değerlerin kazanacağı yönünde pozisyonumu güçlendirdi. Bu süreç boyunca bulutlu bölgeler de olsa, bu insanın moralini bozsa da... İnanıyorum sonuçta oraya varacağız, insanın düşündüğü gibi siyah beyaz şeklinde değil elbette ancak oraya varacağız, başka türlüsünü düşünemiyorum.
Bu dava bir tür emsal oluşturdu... Ve bir yol açtı... Ondan sonra kaç kişi daha aynı yolu izledi?
Sanırım insanlar başvuru yapmak için başlangıçta isteksizdiler, bekleyip görelim bakalım Loizidou davası ne olacak diye düşünüyorlardı. Farklı düzeylerde çalışıyor. Bazı insanlar paranın önemli olduğunu düşünür, eğer Loizidou parasını alırsa biz de başvururuz der. Bazı insanlar... Bazı insanlar düş kırıklığına uğradı...
Altta yatan bir düşünce var; sanırım bu Kıbrıslıtürklerin kafasının ardında da yatıyor... Ne kazandı Loizidou diyorlar... Kararlar uygulanmadı, Girne'ye dönemedi, mülkünü kullanamıyor diye düşünülüyor. Ne anlamı var? O nedenle isteksizdiler. Bir süre sonra, pek çok kişi başvuru yaptı. Annan Planı ortaya çıkınca da pek çok kişi başvuru yaptı. Birkaç yıl önce Dr. Cavit'le tanıştım. Onun başvuru yaptığını duyduğumda çok mutlu olmuştum.
Bu davayla ilgili pek çok yerde bulundum, yetkililerle her buluştuğumda, her zaman Cavit'in davasından sözediyordum. Çünkü inanıyorum ki insan hakları yalnızca Kıbrıslırumlara ait değildir, Kıbrıslıtürklere de aittir, herkese aittir... Beni tatmin eden şudur: hukuki bir örnek oluşturdu... Ancak bu egoist bir tatmin değildir, herkes için geçerlidir - Cavit'e ve diğer herhangi bir Kıbrıslı'ya başvuru yapma şansı verdiği için mutluyum.
Şu anda Kıbrıs'ı düşündüğünüzde neler hissediyorsunuz? Birşeylerin değişebileceğini hissediyor musunuz? Yoksa bölünmüşlüğün kalıcı olduğunu mu hissediyorsunuz? Kıbrıslıtürklerin barış için gösterilerini izlerken neler hissediyorsunuz? Temel duygunuz ne?
Temel içgüdüm bana her zaman bu durumun devam edemeyeceğini söylüyor. Başvuru yaparken de bu temel içgüdüm vardı. Girne'ye gidemeyişim, Girne'de bulunamayışım, orada yaşayamayışım doğru olamaz diye düşünüyordum. Bunları hissediyordum. Kesinlikle durum değişmiştir. Artık 1972 değildir, 1974 değildir, 1978 olamaz, 88 olamaz... Bir çözüm olacağına inanıyorum. Bu nasıl olacak, bunu bilmiyorum.
Şimdi Avrupa Birliği'ne girişle hepimiz için herşeyin daha iyi olacağını umuyorum. Denktaş'ın çözüm olmasın diye mümkün olan herşeyi yapmasından üzüntü duyuyorum. Hatalı olduğuna inanıyorum. Ne kadar yanlış olduğunu görecek kadar yaşayıp yaşamayacağını bilmiyorum. Çocuklarımız için, birlikte olmak için birlikte çalışma hakkımız olduğuna inanıyorum. Çözüm olmadığı için üzgünüm. Umarım başka fırsatlar da çıkar, ben başka şansımız olmayacak diyenlerden değilim. Ama hepimiz çok çalışmalıyız... (NK)
* Röportaj Yeni Düzen gazetesinde 1-2 Nisan 2003 tarihlerinde yayımlandı...