Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 12 Ocak Salı günü Sultanahmet'te meydana gelen patlamanın ardından yaptığı ilk konuşmada, Barış İçin Akademisyenler inisiyatifinin aslında epeyce mutedil açıklamasına imza veren akademisyenleri açıkça hedef göstermesi, terör yandaşı ilan etmesi ve dahası "ilgili kurumları" göreve davet etmesi şaşırılacak bir şey değil.
Değil zira evvela, ülkenin zihniyet ve duygu olarak açıkça bölünmüş olduğu, kutuplaşma ortamının bizzat devlet ağzından düşmanca ifadelerle ve bu ifadelerin fiiliyata yine devlet eliyle dökülmesiyle yaratıldığı kritik bir zamanda, bir savaş zamanında "barış" diyen herkesin "terörist" ilan edilmesine alışığız.
Ancak burada üzerinde durmak istediğim, milliyetçi, devletçi, militarist anlayışın savaş oyunundaki net ve düşmanca tavrından öte bir şey. Erdoğan'ın patlamanın ardından yaptığı ve patlamaya 44 saniye, imza veren akademisyenlere ise 10 dakika ayırdığı konuşmasının temelinde temel bir aydın düşmanlığının en belirgin izlerini görmek mümkün.
Muktedirin gadrine uğrayan "aydın"
Türkiye'de yalnızca Türk sağına mal edilemeyecek bir olgu, daha doğrusu sürekli bir durum "aydın düşmanlığı". Dünyaya bakışı, bilmeyi, ancak bunun da ötesinde bildiğini sorgulamayı ve tabii tüm bu bilgi ve sorgulama süreçlerini tartışmaya açmayı gerektiren aydının, siyasi, dünyevi ya da dinsel tabularla, daha doğrusu bu tabuların savunucularıyla arasında bitmez bir kriz vardır. Kelimenin modern anlamıyla "aydın"ın karmaşık tarihiyle bezeli Osmanlı'nın son iki yüz yılını şimdilik bir kriz mirası olarak kenara koyarsak, Kemalist kurucu iktidarın kendi organik aydınlarına (Kemalizm'in sınırlılıklarıyla da olsa) bir ülkü yaratma ve bu ülküyü eyleme dökme şansını verdiği kısa dönem de dâhil olmak üzere aydının, muktedirin gazabından nasibini almadığı bir tarih hatırlamıyoruz.
Durum Demokrat Parti’yle birlikte başka bir görünüşe büründü. Kadrosunda Cumhuriyet'in aydın tanımına uyan entelektüelleri ve seçkinci Kemalist isimleri barındırmasına rağmen Demokrat Parti'nin idrak ettiği en önemli şey, “halkın gücü” oldu. Bir tür prematüre demokrasi süreci olarak doğal sayabileceğimiz biçimde, çok partili hayatın bir şekilde işlevselleşmesi, kültürel, akademik, sanatsal müktesebatın fiili öneminin yerini halkın oy verme süreçlerindeki davranışını belirleyecek daha gündelik, sofistike olmaktan uzak bir söylemin tekrarlanabilmesi yeteneği aldı. Dahası Demokrat Parti açısından bakıldığında "aydın", bir biçimde Kemalizm'in meyvesini yemiş olan, dolayısıyla seçkinci bir sahiplik duygusuyla ülkeyi Demokrat Parti'nin değerlerine yedirmeyecek kadar sahiplenen, vesayetçi ve hâlâ güçlü bir özneydi -ki aslında bu eleştiri, epeyce doğru bir noktaya parmak basıyordu. Nitekim bu krizin en belirgin anı, Menderes'in cunta tarafından alıkonulmadan önce yaptığı son konuşmada, kendisine karşı yürüyüş yapan profesörlerle ilgili olarak ettiği "kara cüppeliler" lafıyla yaşandı.
Sağcı "aydın"ın mirasa konma çabası
Fikir temelleri 60'lı yıllarda atılan (fikir babası Necip Fazıl olan Aydınlar Kulübü, Milliyetçiler İlmi Kurultayı gibi ilk oluşumlar...) ve 1970'te 56 üyeyle kurulan (arkasında yine Necip Fazıl'ın olduğu) "Aydınlar Ocağı", böyle bir dönemde kültürel ve entelektüel sermayeyi elinde bulunduran sola ve kısmen Kemalizm'e bir tepkiydi. (Her ne kadar "aydın" sıfatını soldan devralmak amacında olsa da milliyetçi/sağcı/İslamcı aydının "aydın" yorumu, bugün siyaseten en yetkili ağızdan dökülenden farklı değildi. Soğuk Savaş yıllarında amacını açıkça komünizmle mücadele olarak ortaya koyan sağcı Aydınlar Ocağı çevresi, komünist, sosyalist yahut özetle solcu olarak yaftaladığı herkesi vatan hainliğiyle suçlayan eserlere, bildirilere imza atıyordu.)
Özal, neoliberal politikalar ve "aydın"
Aydınlar söz konusu olduğunda bir biçimde Erdoğan'ın tutumunun asıl öncülü sayabileceğimiz Özal'ın popülist söylemi, yalnızca Türkiye'de yapısal bir liberal ekonomik dönüşüme değil, bununla ilişkili olarak aynı zamanda Türkiye'de kültür endüstrisinin popüler kültürü başat değer haline getirmeye başladığı bir zamanın ruhuna karşılık gelir. Resmin bir yüzünde, yarattığı yapısal dönüşüm içerisinde aydını geçmişin vesayet rejiminin temsilcisi olarak gören mühendis bir lider (en nihayetinde, bu aydınların çoğu tarafından aşağılanan bir kültürün kahramanı olan İbrahim Tatlıses'e hayran olduğunu gizlemeyen bir liderden ve yeni bir meşru cesaretten söz ediyoruz), diğer yüzünde ise yaşanan dönüşümün anlamını kavrayamamış olan epeyce "beyaz" bir aydın tipi vardı (arabeski hor gören, kentsoylu hayat tarzının giderek yaygınlaşan halk zevkiyle, mesela "lahmacun" gibi sembolik ürünlerle tehdit edildiğini düşünen, sözde halkçı duruşu, mesele köyden kente göç olduğunda nedense bir anda yerini "ah o eski İstanbul..." nostaljisine bırakan, tiyatroda, sinemada Kürt ağzını komedi unsuru haline getirmiş olan bir tipten, aslında epeyce de yaygın bir tipten söz ediyoruz.[1])
AKP ve lümpenleşen İslamcılık
Erdoğan’ın kişiliğinde yoğunlaşan AKP tipi İslamcı siyaset modeli, ilk döneminde bir yanıyla toplumsal muhafazakârlığı yaygınlaştırmaya yönelik siyasi bir söylem benimserken diğer yandan aslında tarih-ötesi sayılan bir ideolojinin, en basit haliyle İslamcı ideolojinin de yeniden kurulması için dört koldan çabalıyordu. AKP çizgisine baştan reaksiyon göstermeyen solcu ve hatta Kemalist aydınların sözleri ciddiye alınıyormuş gibi görünüyor, devlet destekli yeni üniversitelerde bir yandan çekirdek muhafazakar kadro yapı taşları olarak yer alırken diğer yandan örneğin Kürt meselesi gibi konularda devlet söyleminin tamamen dışında laf ve siyaset üreten akademisyenler yer buluyordu. Her dönemde “sol”un tekelinde olduğu yönünde eleştirilse de Kültür Bakanlığı gibi kültür politikaları üretmesi beklenen bir konuma sol geçmişiyle ünlü bir isim getiriliyor, devlet bu ilk dönemde muhalif sayılabilecek kültür-sanat faaliyetlerini bir biçimde destekliyordu. Bunlar olurken diğer yandan “beyaz Türk” aydının faaliyet ve oyun alanı gibi görülen kültür ve sanat ortamları, AKP’nin tabanına açılıyor, bu açılmayla birlikte içerikler de giderek değişmeye başlıyordu. Bu süreç aslında topyekun bir ideoloji yaratma süreci olduğu kadar kültürel ve entelektüel sermayeye el değiştirme süreci olarak da işlev görmekteydi.
AKP'nin özellikle elindeki belediyeler ve hükümet kaynakları yoluyla kültür-sanat etkinlikleri konusunda ciddi bir atak yaptığını nicedir görüyoruz. Hatta bu atağın, çeşitli nedenlerle çoğu diğer parti belediyelerince altı doldurulamayan bir genel duruşa, bir kültür politikasına hizmet ettiğini de söyleyebiliriz. Bu "kültür politikası", esasen benzer motivasyonlardan kaynaklanan bir tür ideolojik çaba olarak okunmalı. Bu çaba, örneğin Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'da pek güzel dalga geçtiği, temelde basit, yüzeysel bir ikiliği kabul ederek, "Türk-İslam" çizgisini kültürel, sanatsal ve entelektüel anlamda Doğu'ya özgü motiflerle sınırlıyor. Bu nedenle bu belediyeler, popüler yahut (her anlamda) satılabilir olmadıkça, diyelim klasik müzik konserleri, opera temsilleri düzenlemekten imtina ederek Klasik Türk Müziği'ne, geleneksel İslam sanatlarına ağırlık veriyor.
Bu basit, yüzeysel ikilik esasen uzun sayılabilecek bir dönem (belki 70'li yıllardan başlayarak) muhafazakâr entelektüellerce de kırılmaya çalışılan tatsız bir durum ve tabii yapısal bir sorun. 90'lı yıllarda, 28 Şubat gibi dışlayıcı süreçlerde ve nihayet AKP'nin iktidar olduğu ilk yıllarda muhafazakâr entelektüel (önceleri ezilmiş olana duyduğu empatiyle sonraları ise belki de ülkenin "yeni sahibi" olduğunu düşünerek), kendisinden önceki entelektüel ve kültürel sermayeye açılmaya çalıştı. Ancak bu sınırlı çaba, bu entelektüelin "muhafazakârlığı"nın sınırlarıyla bir noktada kesilmek zorundaydı zira entelektüel özgürlük, dinin kurallarıyla, toplumsal baskı normlarıyla, "genel ahlak" gibi üstbelirlenmiş soyut nosyonlarla sınırlandırılabilecek bir şey değildi; hele hele siyasi iktidar odağıyla kurulan bağın yarattığı reaksiyoner tavır ve söz konusu bağın, aydını giderek siyasi iktidarın alanına çeken gücü, bu özgürlüğü organik olarak ortadan kaldırıyordu. Kriz tabii ki kaçınılmazdı. Bu açık görüşlülük oyununun en görünen yüzleri olarak, birbiri ardına açılan mutedil imajlı muhafazakâr kanallardaki diyalog, barış, "siyaset ötesi entelektüel paylaşım" görünümlü televizyon programları (bu mecralar giderek hükümetin saldırgan silahşörlerine dönüşürken) yazık ki ya kısa ömürlü oldu ya da bünyelerindeki "ötekiler"den kurtuldu.
Bu geçişin en görünür ve en köşeli kapısı ise tabii ki Gezi oldu. Gezi'de, sonradan Tayyip Erdoğan'ın eteklerini öpenleri de içeren çok sayıda "sanatçı", ya meydanlara akın etti yahut hareketi desteklediğini beyan etti. Akademi de büyük ölçüde Gezi'nin destekçisiydi.
Şimdi duruma mümkünse biraz uzaktan bir bakalım: Ülkede, "Gezici", "muhalif", "solcu", "Kürtçü", "bölücü" vs olarak yaftalanmış olan aydınların sayısı bir yana, bu aydınların ortaya koyduğu işlerin niteliğini dışarıda bırakırsanız yazık ki içindeki çok renkli, çok yaratıcı bazı nüvelere rağmen çorak, çok sınırlı ve fazlasıyla ideolojik bir entelektüel sermayeyle karşı karşıya kalırsınız. İşte bunun farkında olmak, muhafazakârlar açısından öfke yaratan unsurlardan biri.
Bu öfkenin, İslamcı iktidarın geçmişte bir dönem denediği ve Gezi ve 7 Haziran seçimleri gibi süreçler sonucunda mümkün olmadığına kani olduğu uzlaşmayı da bir kenara atarak muhafazakâr siyasi söylemi giderek lümpenleştirdiğini görebiliyoruz. “Hakkaniyet” ve “ezilmişin yanında olmak” gibi, geçmişte muhafazakâr entelektüellerce zaman zaman dile getirilen olgular, yerini hükümete ve Erdoğan’a koşulsuz desteğe, dolayısıyla da siyasi ağızdan desteklenen bu lümpenleşme eğilimine bırakmışa benziyor. Beş on yıl önce hükümeti destekleme, en azından siyasi söylemin altyapısını oluşturma görevini üstlenmiş olan mutedil İslamcı yazarçizerlerin yerini bugün açıkça saldırgan ve düşmanlaştırıcı bir başka söylemin temsilcileri almış durumda. AKP’nin ilk döneminde kucaklayıcı olmasa da en azından daha sakin durmaya gayret eden, hatta bir dönem epeyce anaakıma yerleşmiş olan yandaş medya kuruluşlarının hemen hepsi, militan ve düzeysiz tavrından hiç taviz vermeyen belli başlı gazetelerin söylem ve siyaset çizgisini artık benimsemiş durumda. Belli ki bu yeni durum, sürekli olarak kendisine yönelen “iç ve dış” oyunlarla başa çıktığını düşünen muktedirin de işine geliyor. Hal böyleyken, Türk sağının köklerinde yer alan aydın düşmanlığı, zamana zaman, geçtiğimiz gün olduğu gibi yeniden hortluyor. (MÇ/HK)
[1] Bu tipin özellikle 90'lı yıllarda aldığı biçimin derli toplu bir incelemesi için: Rıfat Bali, Tarz-ı Hayat'tan Life Style'a: Yeni Seçkinler, Yeni Mekanlar, Yeni Yaşamlar, İstanbul: İletişim Yayınları.