7 ilin 21 ilçesinde ilan edilen sokağa çıkma yasakları ve özel güvenlik bölgeleriyle uygulama bölgelerinde yaşayan 2 milyondan fazla insan, insani tüm haklardan, elektrik, su, telefon, eğitim gibi temel ihtiyaçlardan yoksun, ne zaman, nerede ve nasıl öleceğini bilmeden yaşarken, ölüm sayısı her geçen gün artıyor.
Daha önce “Operasyonları Arka Planı” başlıklı yazımda bir kısmına değindiğim bu konuyu değişik açıdan tekrar açmak istiyorum.
Başbakanın “2013 yılı kasım ayında yaptığımız değerlendirmede 12 kritik ilçeyi öngörmüştük” demesi, operasyonların hendek yüzünden çıkmadığını, hendeklerin bahane edildiği açık bir şekilde görünmekte.
Bu durumda bölgede uygulanan ve adı ne olursa olsun baskı, şiddet ve ölüm getiren sokağa çıkma yasaklarının daha farklı sebepleri olması gerektiğini de anlamış oluruz.
Operasyonların gerçek nedeni hendek olmadığına göre nedir?
Resmi açıklamalarda, yapılan harcamalardaki astronomik rakamlar bir tarafa,15 bin güvenlik görevlisi, Tank, uçak, helikopter ve ağır silah ve mühimmatla 150 günden fazladır sürdürdüğü operasyonlarda, toplamda öldürülen terörist! Sayısının 120 civarında olması da bu operasyonların amacının ya da hedefinin teröristleri temizlemek olmadığını, bize gözümüzün içine sokarak anlatıyor.
Asıl neden ne olabilir diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz.
7 Haziran’da HDP 3. Parti olarak meclise girip tüm kendi muhaliflerini şoka sokunca ülkenin tekeri ters dönmeye başladı.
20 Temmuz Suruç katliamından 2 gün sonra 22 Temmuzda Ceylanpınar da 2 polisin öldürülmesi ve PKK’nin akıl almaz bir şekilde üstlenmesi, ülke genelinde katliamların yaşanmasının miladı oldu.
O tarihlerde Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç şöyle bir belirlemede bulunmuştu;
“Bu provokasyonu kim planladıysa 10 Ağustos cumhurbaşkanlığı ve 7 Haziran genel seçimlerinde Demirtaş'ın yakaladığı rüzgarı tersine çevirmeyi, yine demokratik mücadeleyi seçen Kürt siyasetini militarize etmeyi amaçlıyor.”
Tespit doğru ama eksikti. Provokasyonu kimin yapabileceği konusunda açıklık yoktu.
Amaç ne? “Kürt siyasetini militarize etmek”, “Demirtaş'ın (HDP’nin) yakaladığı rüzgarı tersine çevirmek”
Kimin çıkarına? Çok açık. Söylemek, isimlendirmek gereksiz.
MHP gibi milliyetçi bir partinin bile yaşananları “Bu adı konulmamış, üstü örtülü etnik tasfiyedir" diyerek ifade ettiği nefret ve kin dolu şiddetin uygulanmasının nedenleri elbette bu kadar basit olamaz.
HDP’nin Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi Türkiye’deki tüm muhalefet ve sol yapılarla ittifaka gitmesi meclis dışı muhalefetin birleşmesine ve birlikte hareket etmesine olanak sağlamış, Kürtlerin mevcut gücüyle sol muhalefet birleşince seçim barajı da aşılmıştı.
İktidarın karşısındaki tek ciddi muhalefet olan HDP yüzde 5-6’lık gücünü yaptığı ittifaklar, Selahattin Demirtaş’ın konuşma tarzının, sempatikliğinin ve kişiliğinin birleşmesiyle bir defada iki katına çıkarmıştı. Bu gelişme devam edecek, büyüyecekti. İktidarı asıl korkutan şey de bu oldu.
Ancak, seçimler bazında baktığımızda bu sonuca varsak da, operasyonların, Barış süreci henüz başlamışken, Cumhurbaşkanlığı seçimi tamamlanmasının ertesinde Kasım 2014 de karara alınması, operasyonların nedeninin tek başına bu olamayacağını, farklı nedenlere de dayanacağını gösteriyor.
Güneybatı da, Suriye’nin Rojavasında yaşanan gelişmelerin de etkisi büyük. Rojava’da Kantonların ilanı, şanlı Kobane direnişi, Kürtlerin bağımsızlık ya da özerklik yolunda hızlı ilerleyişi de iktidarın Suriye’deki hedeflerinin önünde engel olmaya başlamıştı.
“Fırat’ın batısı” olarak ilan edilen kırmızı çizgi ve o bölgede yaratmaya çalıştıkları ama bir türlü başaramadıkları güvenlik bölgesi, İktidarın Suriye üzerindeki hedefleri doğrultusunda Suriye’ye uzanan koridordu. Bu koridorun kapanması Suriye ile ilişkisinin kesilmesi olacaktı. PYD ise bu koridoru ele geçirip kantonları birleştirmeye çalışıyordu.
Üstüne üslük HDP, iktidarın yapmak istediği yeni düzene kökten karşı çıkmış, “Seni başkan yaptırmayacağız” demiş ve dediklerini de yapmışlardı. HDP’nin asıl gücü ise Kürtlerdi.
Kısacası Kürtler iktidarın başına bela olmuştu ve sorun kökten temizlenmeli, intikam alınmalı, günleri gösterilmeliydi.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrası yapılan ilk Milli Güvenlik Kurulu’nda konu masaya yatırıldı. HDP’nin en fazla oy aldığı yerler seçildi ve düğmeye basıldı.
Hem intikam alınacak, hem terör estirilecek, hem o merkezin nüfusu değiştirilecek hem de devletin gücü gösterilecekti. Planlanan baskı ve şiddet ortamında evlerin ve iş yerlerinin yıkımı da dahil uygulanacak tüm yöntemler açıkça belirlenmişti. Sadece öldürmeler olmayacak, Kürtlerin ekonomisi de çökertilecek, birlik ve beraberliklerine darbe vurulacak, batıyla ilişkileri yandaş medya kanalıyla zayıflatılacaktı.
Evlerin tahrip edilmesinin tek nedeni geri dönüşün engellenmesi içindi. Operasyon yapılan yerlerde maddi tahribat öylesine abartılacaktı ki oralara insanların bir daha dönüşü mümkün olmayacaktı. Oradaki insanlar nasıl olsa zorunlu olarak göç edecekti. Ayrıca resmi olarak sürgün etmek gereksizdi.
Planlar aynen uygulamaya koyuldu. Özellikle Diyarbakır’ın Sur ilçesinde bu proje sonuna kadar, en vahşi şekliyle uygulandı.
(Bilmeyenler için tarif etmek istiyorum. Sur ilçesi Diyarbakır’ın dışında değil, kendi içinde, Ankara’nın Çankaya’sı gibi bir ilçedir.)
Sur, Diyarbakır’ın kendi iç dinamikleriyle yaşayan ekonomisinin merkezidir. Şehrin kalbidir. Şehrin tarihidir. Şehrin kendisidir.
Sur’u yıkmak şehri yıkmaktır.
Sur’u yıkmak şehri yok etmektir.
Sur’u öyle tahrip ettiler ve etmeye devam ediyorlar ki bir daha oraya geri dönüş mümkün olmayacak. İçinde yaşamaya çalışan az miktardaki aile de zorla çıkarılıp insansızlaştırılıyor. Ekonomik olarak çökertildi.
Öldürmekle bitiremeyeceklerini bildikleri için, bölgenin kimlik yapısı ve nüfus hareketleri değiştirilmeye çalışılıyor. Demogratif yapıyı bozmaya çalışıyorlar.
Ve özellikle de Kürtlere “Seni Başkan Yaptırmayacağız” lafını yedirmeye çalışıyorlar.
Yiyecek miyiz? (NT/HK)
* Fotoğraf: Refik Tekin