Serdar Ben Gazi Cemevi'nde |
Serdar Ben 1982 Dersim Ovacık doğumlu ... İnşaat-İş’in son 2 yılda örgütleyip gerçekleştirdiği eylemlerde yer aldı. Konfeksiyondan Tuzla Tersanelerine kadar değişik sektörlerde çalıştı. Çağlayan tekstil atölyelerinde çalıştığı yıllarda Konfeksiyon İşçileri Derneği’nde (KİD) faaliyet yürüttü. 10 Ekim 2015 günü Ankara'da düzenlenen Emek, Barış, Demokrasi mitingine İnşaat İşçileri Sendikası kortejiyle katılmıştı. Patlama anında sendikadan arkadaşları Kemal Tayfun Benol, Tekin Aslan, Erol Ekici ve İsmail Kızılçay ile birlikteydi. Patlama bölgesine çok yakınlardı. Gün boyu teşhis edilemediler. Beş arkadaş arasından Serdar Ben en son teşhis edilen oldu. Cenazesi dün (14 Ekim) akşam İstanbul'da Gazi Mahallesi'nde Gazi Cemevi'ne getirildi. |
Seyrek sakallı, beyaz tenli yüzünde dikkati hemen mavi gözleri çekerdi. Çakmak çakmak bakardı o gözler...
Romanlardan fırlamış bir Rus devrimcisi izlenimi yaratırdı ilk bakışta insanda. Benim aklıma “Ve Çeliğ Su Verildi” romanının kahramanı Pavel Korçagin gelmişti mesela…
Öfkesini de sevgisini de o kadar dolaysız ve yalın yansıtırdı ki, ayrıca konuşmasına gerek kalmazdı çoğu kez.
Dersimli olduğunu bilirdim. Kumral ya da sarışın, renkli gözlere sahip başka Dersimli arkadaşlarım olmuştu. Ama “Maviş”te uzun süre çözemediğim bir farklılık vardı.
Bu farkın nedenini 24 Nisan vesilesiyle Alınteri sitesi için kaleme aldığı bir yazıda yakaladım: Meğer anası Ermeniymiş, baba tarafı ise Kürt…
Türkiye’de sadece rejimin değil onlarca yıldır beyni yıkanan toplumun gözünde de herbiri başlı başına dışlama ve aşağılama nedeni sayılan bu aykırılıkları yetmezmiş gibi bir de yoksul bir Aleviydi.
Bu dört yanından kuşatılmışlığın ortasında yaşamayı nasıl da etkileyici bir dille anlatıyordu Remzi Amo (Serdar Ben)…
Sınıf bilinçli bu yiğit işçiye dair söylenecekler ve söylenmesi gerekenler bununla sınırlı değil elbette. Ama bir başlangıç olarak sözü önce ona bırakmak herhalde en doğrusu…
Serdar Ben, İnşaat İşçileri Sendikası'nın örgütlenme uzmanı olarak 7 Eylül 2014'te İstanbul'da yaşanan Torun Center iş cinayeti sonrası HDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü, İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel ve İnşaat İşçileri Sendikası yöneticileri ile Meclis'te düzenledikleri basın toplantısında konuşmuştu. |
"Ermeni tohumu"
Kimlik karmaşası yetmez bizim durumumuzu tarif etmeye. Bir şizofreninin tam içine doğduk biz...
Remzi Amo (Alınteri okuru) - 27 Mart 2015
Ermeni Soykırımı'nın 100. yılındayız. Yarı Ermeni biri olarak yazılanları, anlatılanları anlamaya, “dışımda”ki acılarla duygudaşlık kurmaya çalışıyorum. Dışımda çünkü, bizde Ermeniliğin anlamı, kötü bir şey yaptığımızda 'Ermeni tohumu' olarak aşağlanmakla özdeşti. Hemen hemen Türkiye'deki her çocuk gibi ben de Ermeni kelimesiyle ilk böyle karşılaştım, onu bu “kötü” anlamıyla kavradım. Böyle kavramama ilk 'yardımcı' olan Kürt babam mıydı, Ermeni annem mi hatırlamıyorum. Ama mütemadiyen bu cümleyi her ikisinin de tekrarladığını hatırlıyorum.
Serdar Ben'in abisi anlatıyor |
Ali Haydar Ben, kardeşi ve yaşanan patlamayla ilgili olarak, "Ben direkt alana geçecektim, mitinge katılacaktım. Kardeşim İstanbul'dan geldi, ben bir hafta öncesinden Ankara'ya geldim. Kardeşim miting sabahı buraya geldi. Olayı duyar duymaz hem kardeşimi hem de oradaki bütün dostları, yoldaşları aramaya çalıştım telefonla. Kimseye ulaşamadım. "Numune hastanesinde ismini olduğunu söylediler. Gittik yaralıların içerisine baktık yoktu. O günden sonra ben direkt Adli Tıp'a geldim, birebir tanıdığım için, teşhis işlemleri için... Hukukçular, vekiller, bizim arkadaşlarla ekipler halinde bütün hastaneleri dolaştık. Bir telaş vardı, stres vardı, 'Nerede, yaralı mı acaba, parçalanan bedenler içerisinde mi?' hep böyle düşünüyorduk. "Kardeşim güleç yüzlü bir insandı, hep ezilenlerin yanında oldu. Ezilenlere karşı mücadele ediyordu. Bütün insanların sorunlarıyla elinden geldiği kadar ilgilenmeye, yardımcı olmaya çalışan biriydi. Herkesle samimiydi, herkes sever, sayardı". |
Bomba çay içerken patlamış |
Serdar Ben'in arkadaşı Murat Can Çoban ise olay anını şöyle anlattı: "İlk patlama anında bomba Serdar'ların yanında patlıyor. Görgü tanığı da var, onların kortejinden tek sağ çıkan arkadaşımız hastanede, bacağı kırık bir şekilde yatıyor. Arkadaşımız pankart asmaya gittiği için kurtuluyor ve birçok bilye ona yardım eden başka bir arkadaşa saplandığından hayatta kalıyor. Söylediklerine göre, Serdar o sırada çömelmiş çay içerken bomba patlıyor. Onların tam ortasında patlıyor". "Önce havai fişek değil daha tok bir ses duyduk. Birkaç saniye sonra arkamızda HDP korteji, onun içerisinde patladı. HDP'nin ses aracı bizim kortejimizi korudu". |
Ermeni kelimesinin gerçek anlamını kavrayacak yaşa geldiğim zaman da, bizim hayatımızda eski acıların, izlerin üzerinden yeni acılar silindir gibi geçmişti. Bu konuda yapabildiğimiz tek düzeltme anneme, Ermeni olmanın kötü bir şey olmadığını kavratmak oldu. Bunu da çok sonradan yapabildik, iş işten geçmişti. Malum, tarihi geri saramıyor, ölenleri geri getiremiyorsunuz. Geçmişi düzeltme şansınız olmuyor. Ki bizim hikayemizde bu olayın sadece bir yanı... Diğer yanıysa yaşadıklarımızın karmaşıklığı sanırım. O kadar karmaşık ki, hangi duygu salınımı içinde olduğumuzu anlamamıza bile olanak vermiyor.
Farkında olan biri olarak bu yüzden Ermeni Soykırımı'yla aslında sadece dışardan bir duygudaşlık kurabildiğimi düşünüyorum. Daha ötesine gidemediğimi/gidemediğimizi... Gidemedik çünkü, annem artık Ermeni olmaktan çoktan çıkmıştı. Tek cümle Türkçe bilmiyordu ama Ermenice de bilmiyordu. Artık ana dili Kürtçe'ydi. 1915’leri yaşayan bir babanın çocuğu olarak artık başka bir gerçeğin parçasıydı.
'90'lı yılların Kürdistan'ındaki dizginsiz terör ortamında yeni acılar yaşıyorduk. Güncel acılarımız Kürt olmamızdan kaynaklanıyordu. Köyler yakılıyor, insanlar işkencelerde inim inim inletiliyordu. '38 Dersim Katliamı’nı 10 yaşında bir çocuk olarak yaşayan babam halen, “Biz Orta Asya’dan gelen Türkleriz” diyordu. Bu fikri hiç değişmeyen babam, '90'lı yıllardaki devlet teröründen fazlasıyla payını alıyordu. İşte bu şizofreninin tam içine doğduk biz...
Hangi acının ağır bastığını anlamamıza bile fırsat bulamadan büyüdük. Hangisinin duyarlı yanımız olduğunu bilemeden... Bilemediğimiz için biz de çareyi benliğimizi 'unutmakta' bulduk. Ermeniliğimize 'Ermeni tohumu' diyerek bir çizgi çektik, Kürtlüğümüzü ise daha güncel olduğu için 'Orta Asya' safsatasıyla çizmeye çalıştık ama, devlet müsaade etmedi. Biz bu gerçeklikten ne kadar kaçmaya çalışsak da her defasına yakamıza yapıştı.
Bu kimlik karmaşası yetmez bizim durumumuzu tarif etmeye. Bu karmaşaya bir de Aleviliği eklemek gerekiyor... Hangisinden daha fazla çektik bilmek zor... Biz farkına varmadan hepsinin üzerini kendi kendimize çizdik.
Eğer bir de en yoksul kesimdenseniz bunları içinize gömerek yaşarsınız. Çektiğiniz acıları sadece siz bilirsiniz. Kısacası 'diasporanız' yoktur, siz ve sizinle birlikte yaşananlar vardır.
Bu coğrafyada kaç insan bizimle aynı durumda, kaçımız bu sorunları sessiz sedasız kendi kendimize yaşadık, bilemiyorum. Hem acı çeken hem de acı çektiren olmayı nasıl becerdik? Annem devletin, kendi ailesinin katillerinin kodlarıyla kendi kimliğine yüklenmeyi nasıl becerdi?
Kalıcılaşmış, artık ruhun organik bir parçası haline gelmiş yerleşik egemen kodlar, bizde hastalıklı bir ruh halini ifade etmekten öte bir anlam ifade etmiyor. Hangi parçasından tutarsan tut, tek başına çözümünün artık imkansızlaştığı bir bütünsellik ifade diyor. Ben hangisinden tutayım? Ermeni olandan mı, Kürt olandan mı, Alevi olandan mı? Hangisi daha fazla acıtıyor benliğimi, daha fazla yer kaplıyor yüreğimde ve bilincimde?
Bu kimlik bunalımı, nasıl bir şeyle başkalaşıma uğratılabilir, aşılabilir? Geride kalanı artık düzeltemeyiz, bu imkansız. Ama tarihin ileri doğru akışı devam ediyor. Değişimi yaratacak müdahaleler, geleceğe yapılabilir. Geri giderek, acıları düzelteme şansımız yok.
Her yazmaya çalıştığımda yazının sonunda en güçlü mesajı vermeye çalışırım hep. En sonuncunun en çok akılda kalan olacağını düşündüğümden... Bu sefer böyle bir dert ve kaygı duymadan yazmaya giriştim. Yazmaya başlarken tek derdim, Ermeni Soykırımı'nın 100. yılında doğrudan parçası olduğum halde “dışsal” bir ilişki kurabildiğim bu sorunla aramdaki doğrudan ilişkiye dokunabilmekti. İçine girince tek birini bile birbirinden ayıramayacağını bir kez daha anlıyor insan. İlla bir mesaj vermek gerekiyorsa, bu hikayenin mesajı da sorunlarımızın bu kadar iç içe geçtiği bir coğrafyada çıkışın tek birini yakalayarak mümkün olmadığıdır. Ben istesem de, tek bir tanesinden bakacağım desem de, hepsi bir bende toplanmış durumda...
100 yıl önce yaşanan aslında bugünde... Biçim farklılaşıyor ama, öz hiç değişmiyor... Bu devasa acılar zincirinden süzülen gücü geleceğin kurulmasına hasretmek mesele... (OA/HK)
* Bu yazı Alınteri dergisinde yayınlandı.