10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrası kamuoyu araştırma ve araştırmacıları tartışma konusu olmuştu. Tartışmaların temelinde kamuoyu araştırma şirketlerinin; Erdoğan’ın yüksek katılımlı (seçmenlerin yüzde 90’ınından fazlasının oy kullandığı) bir seçim sonrasında geçerli oyların yüzde 55’inden fazlasını alarak ilk turda Cumhurbaşkanı seçileceği, açıklamaları yatıyordu. Seçimde katılım oranı, araştırmacıların beyanlarından en az 15 puan daha düşük gerçekleşti ve ilk turda Erdoğan geçerli oyların yüzde 51,8’ini alarak Cumhurbaşkanı seçildi.
Araştırma şirketlerinin açıkladığı Erdoğan’ın alacağı oy oranına bakıp, “Adamlar 55 ve üzeri demiş, seçimde 51,8 çıkmış. O kadar yanılgı her yerde olur. Bunda ne var?” denebilir. Üstüne üstlük, bu söylem pek çok kişi tarafından haklı da bulunabilir. Ve o durumda konuyu anlayamayanlar “peki, sorun ne? İncir çekirdeğini doldurmaz bu konu neden uzatılıyor?” diye de sorabilirler.
Evet, konu uzuyor, ama incir çekirdeğini doldurarak.
Seçime katılım oranının yüzde 90 hatta üstünde olması; söz konusu seçimde bir adayın oy kullanan seçmenlerin yüzde 55’inin hatta fazlasının oyunu alıyor oluşu; seçimden önce seçimi kazanan adayın kim olduğunun belli olması, başka adayların ise kazanma şansının hiç kalmadığı anlamına gelmiyor mu? Geliyor. Peki, o zaman; seçimi kazanma olasılığı kalmayan adaylara oy verecek seçmenlerin sandığa gidip oy kullanmalarının -sonucu değiştirebilme açısından- her hangi bir anlam ve önemi kalmış oluyor mu? Hayır, kalmıyor.
İşte 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de durum aynen böyle olmuş, sonuç böyle gerçekleşmiş olabilir. Gerçeği tam olarak bilmiyoruz. Ama ilan edilen kamuoyu araştırma sonuçlarıyla araştırmacıların açıklamaları, seçime katılımın ve en çok oy alan adayın oy oranının düşüklüğü ortaya çıktığında, ortaya bir manipülasyon kokusu yayılmaya başlıyor. Çünkü seçmenlerin; sonucu nerdeyse kesinleşmiş ve verecekleri oyların tercih ettikleri adayın kazanmasında etkili olmayacağı önceden görünen bir seçimde sandığa gitmeleri konusunda isteksizliğe düşmeleri doğal değil mi?
Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde araştırma ve araştırmacılardan kuşku duyulmasına, böyle bir ortam ve süreç kaynaklık etti. Peki, sonra ne oldu? Sonrası biraz daha karanlık. Gelin şimdi o karanlığa bakıp, durumu aydınlatmaya çalışalım.
Türkiye Araştırmacılar Derneği (TÜAD) 2 Ekim’de (2014) bir basın açıklaması yayımladı. Bu açıklamaya göre dernek, 8 araştırma şirketinin açıkladıkları seçim araştırmalarının sonuçları nedeniyle inceleme konusu oluşturduğunu ve bu şirketlerden “İnceleme Kurulu Denetleme Formu”nu doldurmalarını istemiş. Ancak TÜAD’ın bu isteğine sadece Konda Araştırma ve Danışmanlık A.Ş.’den olumlu yanıt gelmiş. Araştırmalarını denetime açmayan 7 şirketten 2’si TÜAD’a “denetleme formunu doldurmayacaklarını” belirtirken 5’i ise verilen ek sürelere rağmen formu doldurmadığı gibi, TÜAD’a yanıt verme gereğini bile duymamış.
TÜAD’ın basın açıklamasında, araştırma model ve verilerini denetime açan şirketin kimliğine ve denetim sonuçlarına yer verilirken, araştırmalarını denetime açmayan şirket ve yöneticilerinin adlarından hiç söz edilmiyor. Bu, TÜAD’ın üstlenmeye kalktığı denetim ve kamuoyunu bilgilendirme işlevini gereği gibi kavramadığını da gösteriyor. Çünkü Türkiye Araştırmacılar Derneği, şeffaflık ve hesap verebilirlik açısından sınıfta kalan araştırma şirketleri için kalkan görevi üstlenerek -en azından- araştırmacılık ve onun kaçınılmaz gereği şeffaflık adına ancak kırık, hem de çok kırık bir not alabiliyor.
Görünen o ki, 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde siyasi kamuoyu araştırması yapan şirketler arasında hesap verebilecek, araştırma sürecini denetime açabilecek şeffaf yapıya sahip bir tek şirket varmış gibi görünüyor. Bu şirket de Tarhan Erdem’in Konda’sı.
TÜAD adına denetimi, Türkiye’de özel araştırmacılık yaşamına 80’li yıllarda katılmış, akademik geçmişleri ve mesleki saygınlıkları olan Bülent Gündoğmuş ve Güntaç Özler’in yanı sıra (kendisi hakkında bilgi sahibi olmadığım) Handan Bilgiç yapmışlar. Denetim sonrası Konda’nın siyasi kamuoyu yoklaması konusunda ulaştıkları sonuçlar üç noktada özetleniyor. Bulgu ve eleştiriler açıklamada:
* Çalışma sonuçları ile seçim sonuçları arasındaki farkın “sampling variability” yani örneklem değişkenliği kavramı ile açıklanabileceği, bunun araştırma şirketinden bağımsız bir davranış değişikliği anlamına gelebileceği,
* Soru kağıdı yapılanması içinde seçime katılma eğilimi ile ilgili belirlemenin öncelikle yapılmasının, seçime katılmanın düştüğü ve bunun heterojen dağıldığı noktalarda öngörülemeyen farklılıklar yaratabileceği konusunun üzerinde daha detaylı durulması,
* Seçim araştırması sonuçlarının sadece müşterilerle paylaşılması, müşteri özel olarak medya olmadığı müddetçe kamuoyu ile paylaşılmamasının bir uygulama kültürü haline dönüşmesinin doğru olacağı,
şeklinde sergileniyor.
Diyebilirsiniz ki, açıklamalar teknik. Denetim raporunda ne söylenmek istendiğinin açık ve herkesin anlayacağı dile çevrilmesi şart, yoksa tam olarak anlaşılması güç. O zaman gelin biz de yukarıda söylenenleri birlikte anlamaya çalışalım.
Konda’nın seçim sonucunu ilan ettiği araştırması, bulguları kamuoyuna açıklanmak üzere yapılmamış. Bulguları özel müşterilere sunulmak amacıyla yapılmış. Denetçiler bu nedenle “Seçim araştırması sonuçlarının sadece müşterilerle paylaşılması”na vurgu yaptıktan sonra, sonuçların “müşteri özel olarak medya olmadığı müddetçe kamuoyu ile paylaşılmamasının bir uygulama kültürü haline dönüşmesini” önerip, bunun bir davranış kalıbı oluşturmasına değiniyorlar.
Konda’nın araştırmasında seçime katılım oranını irdeleyecek soruların sorulmadığı, araştırma kitlesine doğrudan seçimdeki parti tercihlerinin sorulduğu anlaşılıyor. Bu da hangi nedenle olursa olsun, seçimlerde oy kullanmamanın bir seçmen davranışı olma gerçeğinin yadsınması anlamına geliyor. O zaman da ortaya eksik modelli araştırma tasarımı çıkıyor (planı olmayan apartmanlar gibi). Çünkü araştırma “n” sayıdaki kişiye, “x” sayıdaki soruyu sormak değil, en azından kuramsal çerçevede irdelenecek olay ve olguların tüm yönlerini kapsayan bir bütünlük içerisinde oluşturulmuş soru kağıdıyla, konunun incelenmesi süreci olabilir. O durumda da seçime katılım düzeyiyle ilişkili “sampling variability” sorunuyla karşılaşıldığında örneklem planına geri dönerek “seçime katılmanın düştüğü ve bunun heterojen dağıldığı noktalarda öngörülemeyen farklılıklar”ın örneklem dağılımı içindeki kaynakları araştırılabilirdi. Bu da, bir sonraki araştırma ve örneklem modellemesinde daha sağlıklı yaklaşımlara ulaşmamız için önemli bir hareket noktası oluştururdu. Bilindiği gibi bilim, bilimsel çalışmalar ve onların kamuya yansımaları, bilgilerin doğrulanması yoluyla değil, yanlışlanma ve reddi yoluyla gelişir. Yeter ki, biz bu hata ve yanlışlardan ders çıkarabilelim.
Sonuç yerine
7 Haziran 2015 seçimlerine yaklaştıkla gazeteler, internet siteleri ve TV ekranlarında çok sayıda siyasi kamuoyu araştırma sonuçlarıyla karşılaşmamız kaçınılmaz olacak. Bu araştırma sonuçlarını veri kabul etmeden önce birkaç nokta üzerinde düşünmekte yarar olabilir. Bu noktalar arasında da;
* Araştırmayla ilişkili;
* Kim için, ne zaman yapıldığı ve parasının kim tarafından ödendiği,
* Hangi kesim ve kesimleri temsil ettiği,
* Örneklem yapısı ve büyüklüğü,
* Özgün bir siyasi kamuoyu yoklaması ya da genel bir araştırmanın özel bir bölümü olup/olmadığı,
* Oy kullanacağını ve kullanmayacağını beyan eden seçmenlerin oranı,
* Araştırma bir zaman serisinin parçasıysa, hem katılım hem de oy dağılımları açısından zaman içindeki oran değişimleri.
* Araştırmacıyla ilişkili;
* Araştırmasını ve bulgularını uzman kamu denetçilerinin incelemelerine açma konusundaki tavrı,
* Objektif bir araştırmacı gibi bulgular üzerinden konuşup/konuşmadığı,
* Siyasi parti ya da grup temsilcisi gibi davranıp/davranmadığı,
konularındaki açıklama, tutum ve davranışları önemli yer tutacaktır. Tüm bunlara her birey seçmen olarak aldatılmamak, yayıncılar ise manipülasyonun aracı olup kitleleri etik olmayan biçimde yönlendirme durumuna düşmemek için dikkat etmeli.
Siyasi kamuoyu yoklamaları her an değişebilen durum ve eğilimleri ölçme amacıyla yapılan araştırmalardır. Bu araştırmaların en önemli değişkenlerinden birinin zaman olması, araştırma ânıyla seçim arasındaki zaman aralığında öngörülemeyen birçok değişimin yaşanabilirliğini ortaya çıkaracaktır.
Kamuoyu araştırmaları bizi eğilimler konusunda bilgilendiren araçlar olup seçimlerin yerine hiçbir koşulda ikame edilebilecek araçlar olamazlar. Buna karşın kamuoyu araştırmalarının algı yaratma aracı olarak kullanılabileceği ve Türkiye’nin de bu tür tehlikelere büyük oranda açık olduğu asla göz ardı edilmemesi gereken bir gerçek. Yani ne kamuoyu araştırmalarını seçimlerin yerine koyalım, ne onlara gözü kapalı inanalım, ne de kamuoyu yoklamalarının ortaya koyduğu eğilimlere gözümüzü kapatalım. Yeter ki araştırmaları doğru okumasını bilelim ve manipülasyonun aracı olmamaya özen gösterelim. (ST/HK)
Not: Pazartesi, “2015 Seçimlerinde Rakamların Seçimcesi”yle devam...