İktidar erkinin bünyesinde uzun süreden beri oluşan hazımsızlıktan doğan şişkinlik, 17 Aralık yolsuzluk operasyonu ile patladı. Şişkinliğin sancısı patlayınca azalacağına, daha bir arttı ve yara mikrop kaparak cerahatlendi.
Başbakan Erdoğan dinden, imandan, ikinci kurtuluş savaşı benzetmelerinden devşirdiği söylemlerle yaraya sürecek bir merhem üretme telaşında. Toplumu ‘benim seçmenim’ ve ‘öteki’ olarak ikiye ayıran ve bu ayrılığı alabildiğine derinleştiren, araya duvar ören Başbakan Erdoğan’ın derde deva olarak ürettiğini sandığı merhem, topluma değil, ama belki kendi yarasına geçici olarak iyi gelebilir. Seçimleri kazanabilir ama bu gidiş, yeni sorunlar üretmeye ve yarayı derinleştirmeye meyilli; artık iflah olmaz!
Hükümet, 17 Aralık’tan bu yana aldığı idari ve yasal tedbirlerle kimi kurumları, Nasrettin Hoca’nın leyleği kırpması gibi ‘kuşa’ çevirdi. Emniyetteki operasyonlarla yolsuzluk, rüşvet gibi ekonomik suçların araştırılmasının önü tıkandı. Özellikle yargı kurumunda yapılan operasyonlarla da bu kurum var olan nispi bağımsızlığını yitirerek hükümetin emrine alındı. Bağımsızlığı şüphe götüren yargının artık bağımlılığı şüphe götürmez hale geldi! Adalet Bakanı, HSYK’nin ‘müdürü’ oldu! Her şey ayarlandığı için yolsuzlukla ilgili diğer operasyonlar yapılmadı ve 17 Aralık yolsuzluk operasyonları ile tutuklananların hepsi de dışarı çıktı.
Böyle bir fütursuzluk, kabalık, saldırganlık ve iftiracılık görülmedi!
Muhaliflerin ne ateistliği, ne teröristliği, ne vatan hainliği kaldı! Siyasetin kamu kaynaklarını talan için bir araç olarak kullanıldığı biliniyordu, ama bu denli balçığa sıvandığı, edepten, hayâdan bu denli koptuğu görülmedi!
Deliller karşısındaki savunmaların yalanlarla dolu bir zavallılık ve kara mizah taşıdığı görülmedi! Medyanın bu denli onursuzlaştığı görülmedi!
Peki, TSK bütün bu olanların neresinde bulunmakta?
Asli görev sınırlarının içine çekildiği düşünülen TSK, acaba tam da böyle bir konumda mı? Gündeme ilişkin nasıl bir tutum içinde?
Bu soruları, vesayet oligarşisinin savunucularının bir darbe olsa da (En azından bir muhtıra vb) AKP Hükümeti’nin bu gidişini önlese ve hatta iktidardan indirse düşüncesini taşıyanların beklentisiyle sormuyorum.
Toplumun epeyi bir kesiminin böyle bir hayali taşıdığı kuvvetle muhtemel. Elbette ordu, demokratik bir ülkede olması gerektiği gibi yürütmenin emrinde olmalı. Seçilmiş bir hükümet karşısında darbeyi desteklemeyi tartışılır dahi bulmuyorum!
Ancak ortada kuruluşundan beri Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal yapısında, yürütmesinde ve devletin ‘ruhunda’ çok önemli bir yer tutan TSK var ve bizim, bu aşamada hükümet ile TSK arasındaki ilişkiye dair yeterli bilgimiz yok.
Yansıyabildiği kadarıyla AKP Hükümeti ile TSK arasında genel bir uyum, antrakt kalma söz konusu. Bu ilişki, muhtemelen TSK’ye verilen bir kısım tavizler yoluyla sağlanmakta. Çünkü demokrasi gereğince diğer birçok şeyle birlikte bu iki kurum arasında da olması gereken yasal düzenlemeler yapılmadı.
İki zıt görüş: TSK, hükümete karşı – TSK, hükümetle birlikte!
Mevcut durum karşısında şimdilik pek dillendirilmeyen ama içten içe TSK ile Hükümet ilişkisinin ne minvalde olduğu ve TSK’nin tavrı merak edilen bir konu. İlkin belirteyim ki, ben bunu çok da merak etmiyorum. Her iki sonuç da beni eziyor! Ancak mevcut durumu daha iyi kavramak, olayların neden sonuç ilişkilerini doğru tespit edebilmek açısından hükümet ve TSK ilişkisi üzerine fikir jimnastiği yapmanın da gerekli olduğunu düşünüyorum.
Geçen gün bir konferansta darbelere karşı olan, demokrat ve entelektüel birikimine saygı duyduğum bir konuşmacı, 17 Aralık yolsuzluk soruşturmasından tutuklu olanların sonuncuların da serbest bırakılması üzerine şöyle düşündüğünü söyledi: Bu ülkede Paşalar, paşa paşa teslim oldular ve yargılandılar. Şimdi içeride paşa paşa yatıyorlar. Ancak devasa boyutlarda bir yolsuzluk soruşturmasıyla içeri alınan hükümet yakınları, iki buçuk ay içerisinde serbest bırakıldılar. Bu olay, başta askerler olmak üzere toplumun büyük bir kesiminde, bu yargılamaların adaletle bir ilgisinin olmadığı, bütün meselenin hükümet karşıtı ya da yanlısı olmaktan ibaret olduğu düşüncesini pekiştirdi; askerler hapiste yatacak, bakan çocukları ve iş ortakları serbest kalacak!
İşte bu ağır çelişkinin sonuçlarının da ağır olacağını ve bu nedenle askerin darbe yapmasının güçlü bir ihtimal olduğunu düşünüyorum diyen konuşmacı, ABD’nin 17 Aralıkla ilgili yaptığı açıklamasının da bu ortama uygunluk gösterdiğini söyledi.
Konuşmacıya haksızlık etmiş olmaktan sakınırım ama söyledikleri bu mealde olup TSK’nin bu son gelişmelerle birlikte darbeye daha yakın olduğunun altını çizdi.
Ben darbeye ihtimal vermesem de, AKP’nin ve özellikle Başbakan Erdoğan’ın AB ve ABD nezdinde çok ciddi puan kaybettiğini ve hatta uluslar arası ilişkiler ölçeğinde (Şanghay Beşlisi hariç. Başbakan Erdoğan, bunu bir koz olarak şimdilik bir kenarda tutuyor) işbirliği yapılacak bir partner olmaktan çıktığını sanıyorum.
Murat Belge’nin, Hasan Cemal’in, Ahmet Hakan’ın (başkaları da vardır) dile getirdiği ikinci görüş ise, bunun zıttı: Milli Güvenlik Kurulu’nda Gülen Hareketini fişleme ve bitirme kararları, AKP’nin hükümet olduğu dönemlerde de devam etti.
Gülen Hareketini bitirme kararının altında, kurulun hükümet üyelerinin de imzası var. Belge, Taraf’taki köşesinde şöyle yazıyor: MGK’daki konsensüsten ve cemaati bitirme iddialarından bahisle, “Yani görünüyor ki iki İslamcı hareket arasında ittifak devam ederken, aynı zamanda, günü geldiğinde ötekini haklamak aşamasının da hazırlığı yapılıyordu.”
Bu görüşün sahiplerinde, hükümet ile Gülen hareketinin çatışmasının açık cephe haline gelmesiyle birlikte Başbakan Erdoğan’ın TSK ile ilgili söyledikleri, darbe yargılamalarının müsebbibinin Gülen cemaati olduğu beyanları ve hatta Başbakan Erdoğan’ın Danışmanı Yalçın Akdoğan’ın “Orduya kumpas kurdular” diyerek cemaate taarruz eden salvoları bir araya geldiğinde, hükümetin Gülen Cemaatine karşı operasyonunun TSK bilgisi, desteği, onayı dâhilinde yapıldığı kanaati oluşmakta.
İkinci görüş bana daha doğru geliyor. (HŞ/HK)
* Fotoğraf: Mehmet Ali Özcan - Ankara / AA