Mısırlı psikologlar/psikiyatristler, Mübarek ve Mursi dönemleri ve sonrasında, Tahrir’i ve genel olarak yaşananları nasıl yorumladılar ve bu gelişmelerin neresinde yer aldılar? Bu çifte soru, Gezi Direnişi’yle birlikte, daha büyük anlam kazanıyor; çünkü Mısır örneğinde, hem asker ve polis dahil olmak üzere iktidar yanlıları içinde büyük itaatsizlik vardı; hem de bugün, Mısır, AKP kurmayları tarafından, Türkiye’deki muhalefeti itibarsızlaştırma aracı olarak kullanılıyor. Üstelik, Mısır’da, psikoloji biliminin oluşumu ve gelişimi, Türkiye’dekiyle büyük benzerlikler gösteriyor (bkz.1; 2; 3; 4). Diğer bir deyişle, bu sorular, mesleksel açıdan da anlamlı.
‘Mısırlı psikologlar/psikiyatristler’ ifadesi, Türkiye’de de olduğu gibi, türdeş (homojen) bir gruba karşılık gelmiyor. Nasıl ki, Türkiye’de, Gezi Direnişi yanlısı ve karşıtı meslektaşlar var(dı); aynısı, Mısır için de geçerli. Kimi Mısırlı psikologlar, “Nazileri çok iyi anlıyorum” türünden İsrail karşıtlığı ile anti-semitizmi ve faşizmi birbirine karıştıran televizyon konuşmaları yaparken (bkz.); başkaları ise, polis şiddetini psikoloji penceresinden açıklamaya çalışıyor ve süreçten zarar görenlere (özellikle çocuklara ve kadınlara) psikolojik yardım sağlamaya çalışıyor (bkz.).
Mübarek ile Mursi arasında başta olan askeri yönetimin zor durumda kaldığı anlardan biri, Tahrir’de, mavi sütyenli bir göstericinin askerler tarafından soyularak dövülüp yerlerde sürüklenmesiydi (bkz.). Mısır gazetesi El Ahram’ın görüş sorduğu Mısırlı psikologlar (bkz.), bu konuda, Türkiye’de bilindik ve bolca eleştiriye açık yorumlar (bkz.) yapıyorlar: Birisi, Milgram’ın elektroşok deneyini anlatıp şiddet uygulayanların emirlere uyduğunu söylüyor. Öteki, doğru olarak, insansızlaştırma boyutuna dikkat çekiyor. İnsansızlaştırma, diğer bir deyişle, karşıdakini insan olarak görmeme, “onlar, terörist”, “onlar, vatan haini”, “onlar, insan bile değil”, “dış mihrak”, “yabancı” vb. ifadelerle, her tür şiddetin reva görülmesine yol açıyor. Adorno’nun Doğan Şahiner çevirisiyle raflarda yer alan ‘Otoritaryen Kişilik Üstüne: Niteliksel İdeoloji İncelemeleri’ adlı kitabı, Yahudi karşıtlığı bağlamında, bu insansızlaştırmanın çok çeşitli örnekleriyle dolu (bkz.).
Bu insansızlaştırma sürecine daha ayrıntılı girilmesinde fayda var: İnsansızlaştırma, aslında, iki uçlu bir süreç. ‘Ötekiler’, insan değilmiş gibi tariflenirken; ‘bizden’ olanlar, insani özellikleri aşırı vurgulanarak sunuluyor. Örneğin, başbakanın falanca için ağladığı vurgulanırken, bir yandan da, ‘düşman’ların ne kadar acımasız olduğunu gösteren örnekler sunuluyor. İnsanlaştırma süreci, insanları duygularla donatma yoluyla gerçekleşiyor. Bizden olanın üzüntüsüne, ötekilerin gaddarlığı eklemleniyor. Bu bağlamda, Mısır özelinde, Müslüman Kardeşler, silahsız masum Müslümanlar olarak gösterilirken; silahlı oldukları gerçeği, katlettikleri Şiiler ve Hıristiyanlar ve yaktıkları kiliseler, gündeme bile getirilmiyor. İki tarafın da silahlı olduğu bir iç savaş, halk ve darbe eksenine sokularak, AKP’nin kendini meşrulaştırmasında bir payanda haline geliyor. Mübarek’in devrilmesine ‘darbe’ demeyip 12 Eylül’ün de Mısır 3 Temmuzu’nun da ‘darbe’ olarak adlandırılmasının bile ideolojik işlevleri var. Ekim Devrimi de, bu zihniyetle, bir devrim değil, ‘darbe’ olarak adlandırılabilir nasılsa. 4 Temmuz 2013’te yayınlanan ilgili yazıda bu konuya girilmişti:
“Mursi’nin Amerikan çıkarlarını korumakta başarısız olduğu noktada ordu, yönetime el koyup “ben o çıkarları daha iyi korurum” iletisi geçiyor. Darbe şefinin ABD ile bağlantısını böyle okumalı. Bu açıdan, durum, 12 Eylül’le benzeşiyor. Kimi kesimlerdeki yaygın kanının tersine, sanki harika bir demokrasi varmış da ona darbe vurulmuş gibi bir varsayıma dayanan ‘12 Eylül darbesi’ sözü, doğru değil. 12 Eylül 1980, ‘darbe’ye değil, ezenlerin sınıfsal ittifakının, diğer bir deyişle oligarşinin yönetme yöntemini değiştirmesine karşılık geliyor. 12 Eylül, sivil faşizmden askeri faşizme geçiş demektir; bir ‘darbe’ değildir. 12 Eylül’e ‘darbe’ denmesi için, ondan önce çok başarılı bir biçimde işleyen sosyal bir demokrasinin olması gerekirdi.” (bkz.)
Bu süreçler, söylem çözümlemelerine oldukça yatkın. ‘Ötekiler’ sempatikse, Mısır’da da, Türkiye’de de, resmi söylemde, onların kandırıldığı/ kullanıldığı vb. söyleniyor. Böylece, onlara özne olma hakkı bile verilmemiş oluyor. Bu söylem, gençleri ayrı bir yere koyuyor. Onları gençlik ateşiyle yanıp sönen saman alevlerine benzetiyor. Onların yaptıkları, büyüklere saygısızlık olarak görülüyor. Genç fobisi (efebifobi) ile ilişkilendirilen bu durum, the Guardian’da, 6 bin yıllık bir Mısır mezartaşındaki şu ifadeyle birlikte anılıyor: “Çürümüş bir çağda yaşıyoruz. Gençler artık ebeveynlerini saymıyorlar. Kaba ve sabırsızlar. Sık sık meyhanelere gidiyorlar ve kendilerini kontrol edemiyorlar.” (bkz.).
Mısırlı psikologlardan gelen bir diğer açıklama, anti-sosyal kişilik bozukluğu. Sonunda, konunun kişilikle ilişkilendirilmesi olumlu. Ancak, bir yandan da, bu, cezasız kalma ve ortam değişkenleri gibi etmenleri gözardı etmeye yol açmamalı. Empati eksikliği biçimindeki diğer açıklama ise, dile getiren psikologun niyetine göre farklı anlamlara bürünebiliyor. Karşılıklı empati, ötekilerin de eşi dostu olduğunu, ötekilerin de ağladığını anlamaktan geçiyor. Sık sık dile getirildiği gibi, Gezi Direnişi’nde öldürülen 5 gence ağlamayanların Mısır için akıttıkları gözyaşları, gerçek olamıyor. Hele ulusal yas ilan edilebilecek çokça toplu ölüm olmuşken (ilk akla gelenler, Roboski ve Reyhanlı) yas tutmayıp Mısır için yas tutanlar, evrensel vicdan duygusundan ne kadar uzak olduklarını bir kez daha göstermiş oluyor. Ağlamak, edilgen bir eylem. Sivas yangınını bizzat başlatanların ceza almadan yaşayıp gitmeleri, bu gözyaşlarını zaten en baştan timsah gözyaşına çeviriyor.
Bir diğer açıklama, ayrışma (dissociation). Psikodinamik yaklaşıma dayanan bu görüşe göre, şiddet uygulayanlar, yoğun duygusal travma yaşıyorlar ve bir savunma mekanizması olarak, uyguladıkları şiddet ile iş dışındaki yaşamlarındaki iyi baba/iyi eş vb. davranışlarını birbirinden ayırıyorlar. Bu süreç, insansızlaşmayla atbaşı gidiyor. Oysa, başka bir açıklama şöyle olabilir: Onlar, bu iki yaşam alanını ayırmıyorlar; tersine, ‘makul vatandaş’ tariflerinde, ‘vatan haini’ saydıklarına şiddet uygulama, iyi baba/iyi eş modelinin monte edilmiş parçalarından biri. Yani burada, bir bilişsel çelişki yok; tam tersine, tutarlı bir örüntü var.
Bir diğer psikodinamik açıklama, yer değiştirme. Buna göre, Mısır polisi/askeri, düşük maaşlar, kötü çalışma koşulları vb. nedenlerle bunalmış durumda. Acısını, protestoculardan çıkarıyorlar. Bu tür açıklamaların en zayıf yönü, işin hukuksal boyutuna gelindiğinde, şiddet uygulayanları mazur görmesi, onları yaptıklarından sorumlu tutmaması ve tam da hafifletici nedenler olarak sunulma olasılıkları... Bir diğer psikodinamik açıklama ise, insan doğasındaki şiddete dikkat çekiyor. Uygarlıkla birlikte, doğamızdaki şiddetin kontrol altına alındığını ve bunun asker-polis gibi devlet aygıtları yoluyla gerçekleştiğini söylüyor. Bu açıklamanın daha da derinlik kazanması gerekiyor.
Mısırlı kimi psikologlar, ayrıca, Mübarek’in devrilmesinden sonra, Mısırlıların yeni bir kişiliğe büründüğünü ileri sürüyor (bkz. ). Edilgen kişilikler, özgüvenli ve iyimser bir yapıya kavuşuyor. İşte ve başka ortamlarda hakkını aramak, doğal karşılanıyor. Bir psikolog, bu iyimserliğin uzun süreceğini söylüyor; oysa bugün Mısır, iç savaş koşullarını yaşıyor ya da yaşamak üzere. Tahrir direnişçilerinin Mübarek devrildiğinde zafer sarhoşluğuna kapılmaması gerekiyordu belki de; daha yeni başlamıştı herşey. Kimileri ise, böyle bir kişilik değişikliği için ezberci eğitim sisteminin ortadan kaldırılması gerektiğini ileri sürüyor. Mısır’da yaşananların çocuklar üzerindeki olumlu ve olumsuz etkileri, daha kapsamlı olarak incelenmeyi bekleyen bir konu olarak karşımıza çıkıyor (bkz.).
Mısır’ın son yılları, sosyal psikolojideki kimlik modelleriyle açıklanabilir (bkz.). Ortak amaç, kimlik çimentosunu güçlendiriyor. Mübarek’in gitmesini istemek, Tahrir’i birleştiriyordu; Mursi’nin gitmesini istemek, yine Tahrir’i birleştiriyordu; ancak, Müslüman Kardeşler’in sivil değil silahlı bir güç olması ve Mursi dönemindeki katliamların ve modern yaşam karşıtı uygulamaların etkisi (örneğin, Luxor’da turistlere yönelik bombalı saldırıdan sorumlu tutulan bir Müslüman Kardeşler liderinin Luxor Valisi yapılması) dolayısıyla, askeri faşizm karşıtlığı, Tahrir’i birleştiren bir öğe olmaktan uzak.
Aslında, bugün, şunları sormalı: Mursi sonrasındaki askeri yönetime kadar, İsyan Hareketi’nin (Tamarud) topladığı 22 milyon “Mursi istifa” imzasını atanlar, şu an neredeler, ne yapıyorlar? Çalınmış devrimlerini geri alabilecekler mi? Psikoloji terimleriyle sorarsak, (protestoların siyasal değişimlere yol açacağına yönelik inanca karşılık gelen) siyasal etkililik algıları (political efficacy) hâlâ yüksek mi? Umutları var mı? Ders çıkardılar mı? Ölçülü bir iyimserlik düştü mü paylarına? Yoksa, çaresizlik mi öğrenildi siyasal labirentlerde? (UBS/HK)