Cumhuriyet tarihinde 1950’lere dek iktidar-hükümet özdeşliği yaşandı. Çünkü iktidarda olan da, hükümette olan da devletin kurucu kimlikli Cumhuriyet Halk Fıkrası / Partisi (CHF/P) idi. II. Dünya Savaşı sonunda dünyanın aldığı yeni şekil gereği, Türkiye de zorunlu olarak çok partili siyasi yaşama geçti. Demokrat Parti’nin (DP) hükümet olmasıyla birlikte Türkiye’de iktidar ve hükümet ayrışmaya ve hatta iki ayrı olgu olarak şekillenmeye başladı. Bir yanda asker-sivil üst bürokratik oligarşi iktidarı, diğer yanda bu iktidara örtü de olan temsili demokrasiyle kurulan hükümetler. Askeri darbe hükümetlerini saymazsak, o günden 2007’ye dek iktidar ve hükümet ikiliği yaşandı diyebiliriz. Bir başka deyişle Türkiye’de hükümet olunabilir, ancak iktidar olunamazdı.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümet olduğu 2002 yılından bu yana, vesayet rejimini gerileterek hükümetini iktidar yapmanın sürecini yerine getirdi. Elbette vesayet rejimi iktidarının geriletilmesinde AKP’nin güçlü bir seçim desteği tabanına sahip olmasının, Dünya konjonktürünün (iki kutuplu dünyanın yıkılması) ve özellikle de küreselleşmenin büyük payı var. 2007’den itibaren Türkiye’de iktidar- hükümet özdeşliği sağlandı denilebilir. Artık devletin tüm kurumlarına; polisine, yargısına, eğitim kurumlarına, YÖK’e, Diyanet’e ve hatta askeriyeye hâkim bir AKP’nin, yönetme adına hiçbir bahanesi kalmadı. Aslında yargı hariç, olması gereken de budur.
Ancak yine Cumhuriyet tarihinde ilk defa devlet otoritesiyle, hiç olmadığı kadarıyla geniş bir taban buluşması, AKP ile sağlandı. Bir diğer deyişle AKP iktidarı, devletin toptan baskıcılığını, geniş seçmen tabanı kanalıyla topluma yayarak onu ‘normalleştirdi’. Dünün devlet otoritesinden şikâyet edenler, bugün iktidar olunca, bizatihi kendileri otoritenin uygulayıcıları oldular. Dünün mazlumu, iktidar olgusuyla birlikte zalimleşebiliyor. İktidar dönüştürür, çürütür vs.
Dünün iktidarı kendisine neler ettiyse, bugün benzerini, kendisi muhalefete uyguluyor. Vesayet rejiminin gözündeki Tayyip Erdoğan neyse, bugün Tayyip Erdoğan’ın gözündeki muhalefette o! Örneğin, Gezi eylemleri için, “Akıllı dursaydın da gaz yemesiydin” diyor Başbakan Erdoğan. O zaman sormak gerekiyor Erdoğan’a: “Akıllı dursaydın da, hapishaneye girmeseydin!” Böyle bir bakışın özü şudur: Benim iktidarıma muhalefet olmamalı; ey millet akıllı durun, yoksa devlet cezanızı verir. Yasin Hayal’in Orhan Pamuk’a savurduğu “Akıllı olsun” tehdidiyle ne kadar da benzeşiyor değil mi? Kirlenmek budur işte!
AKP, otoriteryen iktidar siyasetinin meşruiyetini 1) Çoğunluk ve milletin değerleri söylemlerine, 2) İslami referanslara vurgu yaparak sağlamaya çalışıyor. Bir yandan, “Benim milletim”, “Benim polisim” söylemleriyle, çoğunluk iradesini devlet otoritesinin dayanağı olarak kullanılırken; diğer yandan cami, içki yasası, dindar gençlik, 3. Köprü gibi konularda İslami referanslara vurgu yoluyla seçmen tabanının inanç kodlarını okşayarak, iktidar despotluğunu, taban nezdinde haklılaştırmaya çalışıyor.
Devlet otoritesini kendi tabanının genel isteklerine, yaşam biçimine ve kültürel kodlarına uygun taleplerle ifa eden AKP, bu politikalarıyla toplumda ciddi yarılmaların da önünü açıyor. AKP, mevcut baskıcılığını kimi demokratik lafızlarla yumuşatmaya çalışsa da, gerilettiği vesayet rejimi yerine kendini vasi yerine koyuyor. Bu anlayış, toplumu yetişkin/reşit olarak görmüyor ve iktidar etmeyi de, toplum mühendisliği olarak ele alıyor. Demokrasi dışı iktidarların genel hastalığı budur. AKP ve özellikle de Başbakan Erdoğan, bu durumdan kendini azade kılmadı. AKP iktidarı, gittikçe Kemalizmin bir versiyonu olarak icraat yapmakta.
Peki neden?
İktidarın ekonomi ayağı
Bu sorunun cevabı, AKP’nin siyasal, kültürel kodlarında yattığı gibi, bunlardan daha çok, bu yapının ekonomik ayağıyla ilgilidir. Ekonomik ayağı ele alınmayan bütün iktidar tahlilleri eksiktir ve çoğunlukla yanlıştır.
İktidar, kendi iktisadi gücünü yaratıyor!
Demokratik bir sistem, şeffaflık ve eşitlik demektir. Kurumlar denetlenebilir. Özel sektöre yasalar çerçevesinde eşit davranılır ve onlara fırsat eşitliği sağlanır vb.
AKP iktidarı döneminde:
İhale yasası 15 defadan fazla değiştirildi.
Sayıştay, denetim dışı bırakıldı.
İktidara muhalif iş adamları, özellikle basın kolu olanlar tehdit edildi, teslim alındı.
Muhalif kesimlere kesilen vergi cezaları, büyük ölçüde uygulanırken; iktidara yakın işadamlarına kesilen vergi cezaları büyük ölçüde hafifletildi veya silindi.
Ekonomi, daha çok inşaat temelli bir yapı üzerine bina edildi ve iktidar, TOKİ ve belediyeler yoluyla kendi çevresine müthiş bir rant yarattı. Özellikle imar yoluyla sağlanan rantlardan büyüyen iktidar destekçisi ciddi bir sermaye kesimi oluştu. Anadolu kaplanları diye nitelendirilen kesim, zor şartlarda gelişti, ama AKP iktidarıyla birlikte devletle buluştu.
Bütün bunlar, AKP iktidarının egemen sınıfsal bir konum kazandığını gösterir. İktidarın iktisadi, sosyal ve egosal nimetlerini alabildiğine tadan AKP, bunu demokratikleşmeyle değil, otoriterleşmeyle devam ettirilebileceğini görüyor. Çünkü Türkiye’de zenginleşmenin önemli dinamiğini hala devlet/iktidar gücü oluşturuyor. Dünün vesayet rejiminin zenginleriyle bugünün AKP zenginlerinin, zenginleşmelerindeki yöntemler benzeşiyor. Ve bu benzeşmenin odak noktasını ise, iktidarın yaptırım gücü oluşturuyor. Her ne kadar AKP iktidarı finans dünyasında ve bazı alanlarda doğru iktisadi uygulamalar yapsa da, hala devlet eliyle zenginleştirme devam ediyor.
AKP’nin iktidar olmasıyla birlikte, toplumsal hayatın doğası gereği kendi tabanında bir sınıfsal ayrışma başladı ve bu iyiye işarettir. Bu ayrışma en keskin ifadesini, “Dünün mücahitleri, bugünün müteahhitleri oldular” sözünde buluyor. Ancak bu ayrışmadan kısa vadede yeni bir muhalefet çıkmaz.
AKP, kapitalizmle bütünleşen ve dünya sistemine entegre olan bir partidir.
AKP, İslami değerleri taşıyan, gelenekçi, muhafazakâr ama İslamcı olmayan bir partidir.
En önemlisi AKP, pragmatist bir partidir. Ve Kürt sorununun çözümü hususuna demokratik değerler açısından değil, gelişmelerin dayatması ve bundan fayda mülahaza etmesi açısından yaklaşmaktadır. Böyle olsa da, sonuçta çözüm doğrultusunda atılacak her adım, demokratikleşmeye katkı sunar. Ancak sürecin önündeki taşları ayıklaması gereken AKP hükümeti, pragmatistliği gereği ayak sürüyor. Fayda gördüğü yerde adım atacak, yoksa oyun bozmaya çalışacak. Örneğin seçim barajının değişmeyeceğini açıklaması, bunun tipik örneğidir.
Başbakan Erdoğan’ın tehlikeli, otoriter, üstenci, dayatmacı tavrının altında onun zihinsel şekillenmesi olduğu gibi, bana göre asıl olarak devlet otoritesiyle tabanını buluşturması yatmaktadır. Bir yanda böyle bir iktidar direnci, diğer yanda eski zihniyetin köhne taşıyıcısı bir muhalefet var. Bu durumda demokrasi mücadelesi daha bir zorlaşıyor. Ancak hayatın hızı, siyasette de hızlı değişimler yaratabilir ve devletin otoritesi, kendisiyle sınırlı bir sırıtkanlığa düşebilir. Tıpkı Gezi Direnişi’nde olduğu gibi! (HŞ/HK)