Osmanlıcılık, Panislamizm ve Türkçülük’e karşılık gelen ‘Üç tarz-ı siyaset’i Türkçülük’ün kurucusu Yusuf Akçora (1879-1935), 1904 tarihli aynı adlı makalesinde anlatıyordu. Biz de, hükümetin ve yandaşlarının tepkilerinin tam da bu üç ayağa oturduğunu görüyoruz: Osmanlıcılık’ın esası, “padişaha biat ettiğiniz ve devlete isyan etmediğiniz sürece, farklılıklarınızı tanıyoruz” biçimindeydi. Bu biatı, hükümet ve yandaşları, direnişçilerden sık sık istiyor. Belki de, Erdoğan’ı asıl öfkelendiren, başkanlık sistemine geçilip sultan olması bu kadar yakınken, koltuğunu kaybetme noktasına gelmesi. Bu, saatlerce sıra bekledikten sonra, artık size sıra gelmişken, kaynak yapanlara aşırı öfke göstermeye benziyor. Hüseyin Çelik’in Kürt basınına Kürtçe yanıt vermesi; tam da bu biat içinde çokkültürlülüğe karşılık geliyor (bkz.). Öte yandan, bu biat kültürünün kendi içinde de çatladığı ve parti içinde yalnızlaşan Erdoğan’ın, partisini daha önce ele geçirmesinden korktuğu Melih Gökçek’e muhtaç olduğu biçiminde görüşler dile getiriliyor (bkz.). Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı bastırmak için Rus Çarı’ndan yardım istemek zorunda kalan Sultan II. Mahmut Han’ın dediği gibi: “Denize düşen, yılana sarılır.”
Hükümetin ve yandaşlarının Panislamizmi’ni, zaten, sık sık görüyorduk. Ancak, bunu, özellikle de, “camiye ayakkabılarıyla girdiler”, “camide içki içtiler”, “eylemciler, türbanlı kadına saldırdı” gibi yalanlarda görüyoruz. Geleneksel sağın yalan makinesinden onyıllardır çıkan bu tür sözler, aslında, yalnızca Türkiye’nin dindar kesimlerinden değil, İslam Dünyası’ndan da destek almak için sarfediliyor. Erdoğan, İslam Dünyası’nda en geniş hattı örmeye çalışıyor; ancak, Şiileri ve Alevileri dışarıda bırakarak. Bu biçimde, İran’ı ve Lübnan Hizbullahı’nı karşısına alan bu hat, Gülen cemaatine tosluyor. Gülen Cemaati’nin, Milli Görüş’le, başından beri, sürekli bir savaş ve barış sarmalında olduğu biliniyor. ABD’ye, “Bölgedeki Amerikan çıkarlarını en iyi biz temsil ederiz” diyen ikili, ‘ılımlı İslam modeli’ rolünü kapmak için de uzun süredir yarışıyor. 28 Şubat sonrası ve daha sonra 11 Eylül sonrası, bu rolü, Gülen cemaatine kaptıran Milli Görüş, AKP’leşerek bu tehlikenin üstesinden geldi ve ABD’nin verdiği tüm rolleri de başarıyla gerçekleştirerek günümüze ulaştı. Hakan Fidan Olayı’nda aralarının açıldığı söylenen ikilinin temsilcilerinin canlı yayında atıştığına da (bu, pek sık olan birşey değildir; o nedenle önemlidir) artık tanık oluyoruz (bkz.). Kısacası, Erdoğan, Türkiye’de de dünyada da İslam Dünyası’nın topyekun desteğini almış durumda değil.
Türkçülük ise, Erdoğan’ın retoriğine sonradan eklediği bir araç. Türk bayrağı, üç hilalli bayrak gibi öğelerde karşımıza çıkan bu siyaset tarzı, yandaş gazetelerin “Ethem Sarısülük, bayrak yaktı” gibi yalanlarında çok net görülüyor. Ancak, bu, Erdoğan’ın en zor kaşıyabileceği öğe; çünkü Gezi Direnişi’ne bir blok olarak ulusalcılar ile ülkücülerin bir bölümünün destek verdiği biliniyor.
Bu üç tarz-ı siyaset yaklaşımı, bugün, Türk-İslam sentezi ve onunla çoğunlukla kol kola giren ve hatta Burak Cop’un dediği gibi (bkz.), AKP’nin entellektüel gıdasını sağlayan liberalizme (örneğin, “bana AKP faşisttir dedirtemezsiniz” anlamına gelecek liberal tezler) karşılık geliyor. Liberalizm, bugün Osmanlıcılık’ta (biat içinde kimlik kabulü) hayat buluyor. Ancak, bu üçlü bakışta, eleştirilecek çeşitli noktalar var: Birincisi, bu üçlü bakış, özgüveni yüksek bir bakış. Osmanlı’nın ve sonrasında Türkiye’nin, dış güçlerin etki edemediği bağımsız bir yapıda olduğu varsayıyor. Bu görüşlerin, Osmanlı’nın çöküş döneminde dile getirilmesi daha da garip. Oysa, Osmanlı’da/Türkiye’de, dışarıdan medet ummak açısından, Avrupacılık ve Amerikancılık gibi iki tarz-ı siyasetten söz edilebilir. Avrupa, daha önce birlik olmadığı için, Tanzimat’tan başlayarak, sarayda ve aydın kesimde, İngiliz, Fransız, Alman ve Rus partilerine yaslananlar olduğu biliniyor. Bunları incelemek için, Taner Timur’un konuyla ilgili çalışmalarına bakılabilir. Ayrıca, cılız da olsa, yer yer Panislamizm’le çakışan bir Doğuculuk’tan söz edilebilir. Bugün bu Avrupacı-Amerikancı eksen, çok daha belirgin. Çeşitli Amerikalı gazeteciler, Obama’nın Suriye Savaşı ve olası İran saldırısı nedeniyle, Erdoğan’a muhtaç olduğunu söylüyor. Obama, bir yandan, Erdoğan’a ‘haddini bildirirken’; çözüm yelpazesinde yeni bir isim, şimdilik görünmüyor. Suriye’de savaş sürdükçe, Obama, Erdoğan’dan vazgeçemiyor. Olası İran saldırısı ise, İran’ın başına reform yanlısı olarak bilinen Ruhani’nin geçmesiyle şimdilik bertaraf edilmiş görünüyor. ABD, ancak, Suriye Savaşı’nı sürdürecek daha Amerikancı bir siyasetçinin daha başarılı olabileceğini düşündüğü sürece ya da bölgede barış yanlısı bir hareketin kitleselleşmesi dolayısıyla savaşın durdurulması durumunda, Erdoğan’dan desteğini çekecek. Bu açıdan, Gülen cemaatinin desteklediği siyasetçiler üstünden pazarlık yapılması sözkonusu. Bu süreçte, Erdoğan’ın Avrupa’nın gözünden düştüğü doğru; ancak, aynı Avrupa, Türkiye’yle çeşitli düzeylerde (askeri, ticari vb.) anlaşmalarını sürdürdüğü sürece, direnişçiler tarafından içten bulunmayacak. Bu iki yorum, Gezi Kuşağı’nın başarısının güçlü bir barış hareketi örmekle yakından ilişkili olduğunu gösteriyor. Suriye’de savaş sürdükçe, Erdoğan diktası da sürecek. Erdoğan’ın gıdası, savaş...
Bu üçlü bakışla ilgili bir diğer eleştiri noktası ise, bu çözümlemenin ezenler ile ezilenlerin çatışmalarını ve dolayısıyla ikisinin tarz-ı siyasetlerini ayrı ayrı incelememesi. Oysa, 19. yüzyılın son çeyreğinde, Osmanlı, işçi grevleriyle çalkalanıyordu. Bugün Erdoğan’ın yıktırıp AVM yaptıracağını duyurduğu Haliç Tersanesi, Osmanlı’nın ilk grevlerinden birine tanıklık etmişti. Diğer bir deyişle, “daha işçi sınıfı yoktu; o nedenle, tarz-ı siyasetleri de yoktu” sözü, yanlış. Kaldı ki, bu üçlü bakış, Osmanlı’daki halk ayaklanmalarının tarz-ı siyasetine de gözlerini yumuyor. Bu açıdan, bu üçleme, tipik bir hegemonya örneği. Ezilenler, ezenlerin çıkarının kendilerininkiyle aynı olduğuna inandırılıyor. Dolayısıyla, ezenlerin çıkarlarını koruduklarında, kendi çıkarlarını da korumuş olduklarını sanıyorlar.
Türkiye’de orta sınıf da üst sınıf da çoğunluk değil. Tersi, zaten, kapitalizmin doğasına aykırı olurdu. Madem ki, orta ve üst sınıflar çoğunluk değil; bu, AKP’yi destekleyen büyük bir alt sınıf kütlesi olduğunu gösteriyor. Demek ki, Türkiye’de, Gezi direnişine karşın, birçok alt sınıftan insan, bu üç tarz-ı siyasetin etkisi altında. Ancak, bu etki altında olmayan milyonlarca insan olduğunu Gezi Direnişi’nde herkes gördü. Resmi ağızlar, ülke çapında, Bingöl ve Bayburt dışındaki tüm illerde, 2.5 milyon kişinin protestolara katıldığını söylüyor (bkz.). Oysa direnişçiler, sayıca bunun çok üstünde olduklarını tahmin ediyor. Sohbet arasında, 10 milyon gibi rakamlar anılıyor. Direnişe bizzat katılanlarla, tencere-tava çalanlar ve evinde oturup yine de direnişe destek verenler ve özellikle de, ortaokul, lise ve üniversite öğrencilerinin katılımı düşünülürse, bu sayı, en azından şimdilik kabul edilebilir. İşte bu üçlü bakışın diğer eksiği, bu 10 milyonun, yani direnen ezilenlerin tarz-ı siyasetlerini gözden kaçırması. Bundan sonrasında, direnen ezilenlerin ‘n’ sayıdaki tarz-ı siyasetlerine odaklanıyoruz. Bu, “ayaklananlar kimler?” sorusu üstünden dönüyor. Halk, ulus, millet, sınıf, cemaat, birey, doğa, kent, gençler, yaşam biçimleri, düşünceler, medeniyetler vd. gibi yanıtlar veriliyor. Şimdi bu yanıtları ve dolayısıyla her bir siyaset tarzını tek tek ele alalım.
Halk / Ulus / Millet
Ayaklananlar kimler? ‘Halk’ yanıtı verenlerin büyük bir bölümü, ‘halk’, ‘ulus’ ve ‘millet’ sözcüklerini eş anlamlı kullanıyor. “Türk halkı / ulusu / milleti, baskılara dayanamadı; ayaklandı” deniyor. Ayaklanmanın sözü edilen ‘Türklüğü’, birkaç anlama gelebilir:
Birincisi, “Türklerin çoğunun katıldığı bir ayaklanma” anlamında olabilir; ki bunun doğru olmadığını biliyoruz. Birçok Türk, AKP’yi destekliyor. “Türklerin çoğu direnişçi; Kürtlerin çoğu AKP’ci” ifadesine herhalde kimse katılmayacaktır.
İkincisi, “katılımcılarının çoğunun Türk olduğu bir ayaklanma” anlamına gelebilir. BDP’nin bütün kitlesini getirmediği ve Türkiye’de Türklerin sayısının Kürtlerin sayısından fazla olduğu düşünülürse, bu, doğru olabilir. Ancak, karşı tarafın da çoğu Türk. Yani bu anlam da geçersiz.
Üçüncü olasılık ise, ayaklananların, etnik kökenlerinden bağımsız olarak, Türklük düşüncesi üstünden ayaklanması. “Türk olarak hakkımız yeniyor” türünden bir öneri olan bu düşünce, Uygur ayaklanmasına benzetilebilir. Ancak, bunun da sözkonusu olmadığını biliyoruz.
Bu üç olasılık da yanlış olduğuna göre, direnişçiler içerisinde çok sayıda ulusalcı olmasına karşın, “Türk halkı/ulusu/milleti, baskılara dayanamadı; ayaklandı” sözünün yanlış olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, kimi solcu yazarlar ve akademisyenler, bu ulusçu tezleri aklın süzgecinden geçirmeyip olduğu gibi aldığı için, “Türklerin ilk kez ayaklandığını görüyoruz” gibi cümleler kurabiliyor ve bunun üstünden, Gezi’yi Kürt ayaklanmasıyla karşılaştırmaya kalkıyor. Bu da, Gezi Direnişi’ni itibarsızlaştırmanın bir başka yolu: “Kürtler hep ayaklanıyor; Türkler ilk kez ayaklanıyor ama idare eder” gibi bir sonuca gidiliyor ki; bu yaklaşım, toplumsal olayları etnik kimliklere indirgemekle kalmıyor; aynı zamanda hep eleştirilen ayrımcılığı kendisi yapıyor.
Tarihi incelemek gibi bir çaba içine de girmeyen böyle bir yaklaşım, Celali Ayaklanmaları’nı, Babai Ayaklanması’nı, Bedreddin yiğitlerini, Alevi ayaklanmalarını unutuyor. Yakın tarihimizde ise, çevreci ayaklanmaları, 15-16 Haziran 1970 ayaklanmasını, Gazi İsyanı’nı ve 68 ve 78 gençliğinin önderliğindeki daha birçok toplumsal olayı ve 12 Eylül sonrasındaki çeşitli kitlesel eylemlilikleri unutuyor. “Ama onlar bu kadar kitlesel değildi” sözü, doğru elbette; ancak, bu söz, Gezi Direnişi’ni hiç öncülü olmayan bir kopuş gibi algılamaya yol açmamalı.
Sınıf
Bu “Türkler ayaklanıyor; Kürtler ayaklanıyor” türü ulusalcı ya da ezilenlerin bakış açısından baktığı için tersten ulusalcı olan tezler, Vamık Volkan’ın politik psikolojiyi etnisite üstünden kurması örneğinde de görüldüğü gibi (bunun eleştirisi için bkz. Cemal Dindar’ın ‘Bağımsız Dergisi’nin 5-6. sayısındaki yazısı), sınıfsal bir çözümlemeye dayanmadıkları için, yanılmakla kalmıyorlar; toplumsal olguların açıklamasının ötesine geçip onu şekillendiriyorlar da (bu ‘şekillendirme’ kavramının tartışılması için bkz. Güven Gürkan Öztan’ın yazısı). Liberal hegemonyanın egemenliğiyle ‘vulgar Marksizm’ olarak dalga geçilip çöpe atılan sınıfsal bakış, tam da Gezi Parkı’nı anlamak için zorunlu olan reçete. Bu konuda, Korkut Boratav’ın (bkz.) ve Utku Balaban’ın değerli yorumlarına dikkat çekelim.
Direnişi bir sınıflar ittifakı gerçekleştiriyor. Ancak, sanıldığı gibi ya da dışarıdan göründüğü gibi, yalnızca iyi giyimli gençlerin direnişi değil bu. İşi gereği takım elbise ve/ya da topuklu giyip düşük maaşa ve güvencesiz çalıştırılanların yanında (bunlara ‘nesnel proleterler’ ya da ‘sosyolojik proleterler’ diyebiliriz), kendilerini işsizliğin ve güvencesizliğin beklediğini düşünen öğrencilerin (bunlara ‘öznel proleterler’ ya da ‘psikolojik proleterler’ diyebiliriz) direnişi, bu. Aynı zamanda, eski solcuların direnişi. Artık örgütsüz olan binlerce, onbinlerce eski solcu da vardı direnişte. Beyaz yakalılar da mavi yakalılar da vardı. Ancak, yine, direnişi, tümüyle ezilenlerin tepkisi olarak görmek, doğru değil; çünkü beyaz Türkler’in bir bölümü de başka gerekçelerle oradaydı. Hava kararınca Gezi’den ayrılan; neden ayrıldığı sorulduğunda, “hava kararınca, Gezi’nin profili değişiyor; marjinal gruplar çoğalıyor” diyen Beyaz Türkler, bunlar. Zaten onun için güçlü bir direniş bu. Tek bir sınıfa ya da mesleğe mal edilemiyor. Birine yüklenilse, ötekinden ses çıkıyor... Peki ama kim bu ‘Beyaz Türkler’?
‘Beyaz Türkler’, ilk bakışta, sınıfsal bir ifade değilmiş gibi görünüyor. Oysa, geniş anlamıyla sınıfsal bir çözümlemesi yapılabilir. Tarık Şengül’ün Türkiye’deki kentleri üç katman üstünden çözümlemesi gibi (özetle, Cumhuriyet (Ankara örneği), emek (gecekondu) ve rant (Özal ve sonrası) üçlemesi; bkz.), ‘Beyaz Türkler’in tarihsel katmanlarından söz edilebilir. Ancak, ondan önce, 10 nokta sıralayalım:
1. ‘Beyaz Türklük’, bir kere, uzamsal bir olgu. Oturulan semt ve mahalle (kiracı ve mülk sahibi ayrımını da dikkate alarak), önemli bir gösterge.
2. ‘Beyaz Türklük’, gelir ve vergi durumu ve tüketim alışkanlığı ile açıklanabilir. Ancak, Türkiye’de çeşitli yollardan vergi kaçırmak, sıradan bir olay olduğuna göre, bu, gerçekçi bir gösterge olamaz. Üstelik, Türkiye, kara para aklamanın da yaygın olduğu bir ülke olduğuna göre, tutulan kayıtlardan ‘Beyaz Türkler’i saptamak zor. Yine de, en zenginler ya da vergi rekortmenleri gibi sıralamalar, yararlı olabilir (bkz. İşte Türkiye'nin en zenginleri ve Vergi rekortmeni.değişmedi)
3. Beyaz Türkler, en iyi, tüketim alışkanlıklarıyla açıklanabilir. Belirli kafelere gidip bir kahveye yüksek meblağlar ödeyenler; semt pazarından asla alışveriş yapmayanlar, kullanım değerinden çok değişim değerinin öne çıktığı ultra pahalı telefonlar, pahalı giysiler ve yemekler, ‘Beyaz Türklük’ü niteleyebiliyor. Arabaları da unutmamalı.
4. ‘Beyaz Türkler’, (iş gereği yolculukları dışarıda bırakırsak) sürekli yurtdışına gidip gelebilenlerdir.
5. ‘Beyaz Türkler’, çocuklarını yurtdışına (görece ucuz ülkeleri dışarıda tutarak) göndermeye gücü yetenlerdir.
6. ‘Beyaz Türkler’, gelirlerini mülke çevirmiş; kira gelirleriyle ihya olanlardır.
7. ‘Beyaz Türkler’, hastalandıklarında sıra beklemezler.
8. ‘Beyaz Türkler’, beyaz oldukları kadar Türktürler. Ancak, ‘Beyaz Kürt’ bir kesimin de onları taklit ederek oluştuğunu unutmamak gerekiyor.
9. ‘Beyaz Türkler’in müzik zevkleri, türdeş değildir. Hepsinin sanata ilgisi de yoktur.
10. ‘Beyaz Türkler’, asla toplu taşıma kullanmaz. Özel araçları olmadığında taksiye binerler; taksi parası, bütçelerini zorlamaz.
Bu liste, uzatılabilir; ancak, bu 10 nokta, ‘Beyaz Türkler’in neredeyse tümünü kapsama anlamında, kullanışlı. Şimdi, tarihsel boyuta gelelim: Osmanlı’nın son döneminde, İstanbul’un tüccar ve yönetici sınıflarının mülklenmesiyle, ‘köklü aileler’ ortaya çıkmaya başlıyor. Bunlar, Osmanlı’nın son yıllarında, ya yönetici olarak ya da tüccar olarak köşklere, yalılara, büyük arazilere vb. sahipler. Cumhuriyet’le birlikte, sanıldığının tersine, yönetici aileler değişmiyor; aynı ailelerin üyeleri, bakan, vekil vb. yapılıyor (bkz.). Ancak, tüccar sınıftan milli bir burjuvazi devşiriliyor. Bu süreçte ve sonrasında, iki dinamik öne çıkıyor: Varolan pastayı bölüşme ve yeni pastalar sunma.
1915’le birlikte büyük oranda yok edilen gayrımüslim tüccarların yerine, onların mallarına mülklerine el konularak (varolan pastayı bölüşme) ve devlet tarafından özel ayrıcalıklar verilerek (yeni pastalar sunma), bir Türk burjuvazisi oluşturuluyor. Fakat buna karşın, yine de, gayrımüslim burjuvazinin önemli bir etkisi var (bunu İstiklal Caddesi’ndeki yapıların geçmişlerini inceleyenler çok iyi görür); çünkü o dönemler, Türkiye’deki eğitimli insanların çoğu, gayrımüslim (bir fikir vermesi için Robert College ve Boğaziçi Üniversitesi yıllıklarının etnik dağılımındaki değişimlere bakılabilir). Bunun için, Varlık Vergisi, Aşkale Toplama Kampı, 6-7 Eylül saldırıları vb. gerçekleştiriliyor. Diğer bir deyişle, bu süreçte, Türkler beyazlatılırken, beyazlar da Türkleşleştiriliyor. Menderes’le birlikte, bu kez, Amerika’ya ve Menderes’e göbekten bağlı bir ‘beyaz Türk’ oluşturuluyor. Yine yurtdışına kaçırılan gayrımüslim burjuvazinin pastasına el koyarak ve Amerika’yla ticari ilişkiler dolayısıyla, yeni pastalar sunarak (örneğin, petrol ve otomotiv sanayi için sağlanan ayrıcalıklar). 60’larda ve 70’lerde, yeni bir ‘beyaz Türk’ dalgası oluşturmak geri planda; ancak, 24 Ocak 1980 ve sonrasında, bu kez, finansallaşan ve İstanbul’un mega projelerinin rantını yiyen bir başka ‘beyaz Türk’ dalgası (Özal’ın prensleri, onların prensleri ve şürekası) yaratılıyor. Sonra, AKP geliyor; yeşil tonlarda yeni bir ‘beyaz Türk’ dalgası yaratıyor ve varolan yeşil sermayeyi palazlandırıyor. Dolayısıyla, ‘beyaz Türkler’in birkaç katmanı var. Beyazlar, Gezi Direnişi’nde küçük bir azınlık olsa da, “hangi Beyaz Türkler?” diye sormak gerekiyor.
Cemaat
Burada, ‘cemaat’le kastettiğimiz, örgütlü ya da örgütsüz bir topluluk. Daha önceki bir yazıda belirttiğimiz gibi Gezi’de tek tek bireylerin değil arkadaş gruplarının birlikte ayaklandığını görüyoruz. Elbette, örgütlü topluluklar da ayaklandı; ancak onlar azınlıktı. Daha az dikkate alınan bir cemaat ise, Gülen Cemaati. Başlarda da dile getirildiği gibi, Gülen ile Milli Görüş/AKP çizgisi arasında sürekli savaş ve barış var. Vicdani retçi Halil Savda’nın 5 Haziran 2013 tarihli yazısından alıntı yapalım:
“Yine bir süredir Fethullah Gülen Erdoğan’ın iç ve dış siyasetinden rahatsız. Çünkü AKP hükümeti ve Erdoğan eskisi gibi Gülen’e imtiyazlar vermiyorlar ve büyümesi önünde engeller koyuyor. Taksim’de yaşanan olayların hemen akabinde Fetullah Gülen dedi ki;“zulme zulümle karşılık vermemek önemli bir kaide olduğu gibi, mesleğimizin bir esası da şefkattir. Bununla beraber, haksız yere yumruk vuran mü’minin hiç olmazsa kulağını çekmek de şefkatin ayrı bir derinliğidir. Zira, mü’min zalime tırnak ucuyla olsun dokunulmazsa, onun başına mutlaka “fayrettullah”ın tokadı iner, bunu da şefkatliler hiç istemezler.”
Gülen daha mayıs ayının başında Amerika’ya kendisini ziyarete giden gazeteciler aracılığıyla Erdoğan’a uyarısını yapmıştı. Gazetecilerle konuşmasında söylediği “Erdoğan güç zehirlemesi yaşıyor” sözleri de düşünülünce Gezi Parkı hadisesinin kanlı ve çatışmalı bir noktaya evrilmek istenmesinin cemaatin ve onun polisinin parmağı mı var kuşkusunu oluşturuyor.
(...)
Cemaatin bulunduğu yer ise net değil; gri ve bulanıktır. Polisin ilk günden başlayarak olayları tetiklemesi ve işin bu hale gelmesinde Fetullah Gülen etkin oldu mu sorusu akla geliyor. Yukarda da dediğim gibi bunun önemle irdelenmesi lazım.”
Daha önceki yazılarda dikkat çekildi (bkz. Alandan Notlar; Kibir Sendromu Tezi Neleri Örtüyor; Kadıköy Forumu Notlar: Kimliğini Kaybedip Bulmak); ancak, Savda’nın işaret ettiği noktalar, direnişçiler ve sol yazarlar tarafından hâlâ kapsamlı bir değerlendirmeye tabi tutulmadı. Gülen cemaatine bağlı olduğu söylenen polis, bir anda neden ‘AKP polisi’ olarak adlandırılmaya başlandı? Neden sokaklarda Gülen karşıtı hiç bir slogan yok? Gümüşsuyu’nda artık silinmiş olan bir duvar yazısı dışında, neden Gülen karşıtı duvar yazıları yok? Bu sorular üstünden, Gülen cemaatinin Gezi Direnişi’yle ilişkisine dair üç olasılık olduğu söyleniyor: Birincisi, Gezi, bir Gülen operasyonuydu. Cemaat, bizzat böyle bir ayaklanma çıkartarak, AKP’yi itibarsızlaştırılıp kendisini güçlendirmeyi amaçladı. Bu, mantıklı görünmüyor. İkinci olasılık, Savda’nın ima ettiği gibi, şöyle: Gülen cemaati, protestocuları ilk gün atıp heryeri boşaltarak direnişin başını ezebilecekken, ezmediğine göre, özellikle şiddetli müdahale yaptı ki; AKP itibarsızlaşsın. Bu, doğru olabilir; ancak, Erdoğan’ın şiddet yanlısı açıklamaları, polis şiddetiyle uyumlu olduğuna göre; ya Erdoğan kendisi üstünden dönen oyunun farkında değildi (farkında olmaması olanaksız) ya da başka yazarların belirttiği gibi, böyle bir şiddet ortamı sayesinde kendi seçmenini kemikleştirmeyi amaçlıyordu. Üçüncü olasılık, şu: Gezi Direnişi, zaten beklenmediğine göre, cemaat, bunun kendisini güçlendiren bir süreç olacağını bilmiyordu; ancak, bu süreçten galip çıktığı için bunu koz olarak kullandı. Elbette, bunların hepsi, spekülasyon. AKP içinde, cemaati temsilen hangi yöneticilerin yer aldığı da bilinmiyor. Ancak, şu, spekülasyon değil: Gezi Direnişi’nden birkaç gün önce, hükümet, ‘koruma polisi’ diye yeni bir kadro açılacağını; bunların başta statlarda ve okullarda olmak üzere birçok kurumda çalışacağını ve çeşitli kurumlara, polis yerine, 10 bin koruma polisi alınacağını açıkladı (bkz. ). Bunu Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması örneğinde olduğu gibi, Gülen cemaatinin yoğun olarak örgütlendiği polis teşkilatına alternatif bir AKP polisi oluşturma çabası gibi yorumlayanlar bulunuyor ve bu 10 bin kadronun ileride çoğaltılacağı düşünülüyor. Gezi Direnişi ile, bu girişimin rafa kaldırılıp kaldırılmayacağını göreceğiz. Bağlarsak, Erdoğan’ın koltuğunu kaybettiği noktada, Fethullah Gülen’in Türkiye’ye dönmesine tanıklık edebiliriz. Sonra şaşırmayalım.
Birey, doğa, kent, gençler, yaşam biçimleri, medeniyetler vd.
Hürriyet türü gazetelerde yazılanların tersine, Gezi Direnişi’nin neden bireyin ayaklanması olmadığını daha önce yazmıştık (bkz.). Peki bu, bir çevreci ayaklanması olarak okunabilir mi? Okunabilme olasılığı düşük; çünkü ayaklananların bir çevre programı yoktu ve 3-5 ağaç için ayaklanmadıklarını kendileri söylüyorlardı (kimisi ise, “evet, 1972’de astığınız 3 fidan için hepsi” diyordu). Elbette, Taksim Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme Derneği gibi, işi 3-5 ağaca indirgeyip “gerisinden biz sorumlu değiliz” diyenler de var (bkz. Dernek’in 18 Haziran 2013 tarihli açıklaması). Direnişçilerin çoğu için, bu, bir çevre direnişi olmasa da, eylem biçimlerinden ve kimi söylemlerden, bu tür bir eğilim de gözlemleyebiliyoruz. Sinan Erensü’nün çevre mücadelesiyle Gezi Direnişi arasındaki sürekliliği gözler önüne serdiği yazısına dikkat çekelim. Ancak, bu sürekliliğe karşın, “Gezi’de çevreciler ayaklandı” dersek, bu, direniş içindeki bir azınlığı kapsamış olur yalnızca.
Direnişi gençlere yükleyip ‘Y kuşağı’, ‘90’lılar’ gibi ifadeler kullanmanın daha önce sakıncalarını yazdığımız için (bkz.) burada tekrar yapmayarak, daha soyut öğelere yönelelim: “Gezi’de yaşam biçimleri çatıştı” diyenler var. Bu ifadeleri “gençleri sevmeli saymalı; onları oldukları gibi kabul etmeli” gibi sözlerle destekleyenler var. Bu, bir ölçüde doğru olabilir. Ancak, aslolan, Osmanlıcılık’la Panislamizm’in bir bulamacını yapan, biat isteyen Erdoğan’a yönelik bir ayaklanma. Yıllarca, insanlara, “benim büyüklüğümü kabul et; ben de seni Osmanlı’dan gelen hoşgörümle tanıyayım, hatta ihya edeyim” dendi.
Aslolan, yalnızca Erdoğan’ın değil, devletin de yetkilerini genişletip yatak odamıza bile girmesi. Ancak, büyük bir kesim de, bu durumdan hoşnut. Gezi direnişçileri, eli satırlılar dışında, çok nadir olarak, AKP’nin istediği türden bir yaşam biçimine sahip olanlarla ve bu tür bir yaşam biçimini destekleyenlerle çatıştı. AKP’nin destekçileriyle değil, AKP’yle bir çatışma, sözkonusu olan. Diğer bir deyişle, Gezi direnişçileri, kendilerinden başka bir yaşam biçimine sahip olanlarla çatışmıyor; devletin yaşam biçimine karar vermesiyle çatışıyor ve AKP, bunu, elbette, sınıfsal amalgamı (yeni beyaz Türk rantiyeler) üstünden yapıyor. Yani sorun, yaşam biçimleri çatışması değil; yaşam biçimlerinin devletçe belirlenmesi... ‘Medeniyetler çatışması’ tezinin mini-sürümleri de (örneğin, liberal gençlerle muhafazakar hükümet arasındaki çatışma türü tezler), bu açıdan geçersiz oluyor. Tarihin maddi koşullarını düşünceler üstünden yorumlayanlar ise (örneğin, sol düşünceyle sağ düşünce; ilerici düşünce ile gerici düşünce), direnişi somut koşullarından soyutladığı için eksik kalıyor.
Sonuç olarak
“Gezi’de kim ayaklandı?” tartışması, bitmez. Bundan sonraki yıllarda da sürecek. Tartışma, tartışmacıların ve direnişçilerin tarz-ı siyasetiyle yakından ilgili. Bu siyasetlerin sayısı, açık uçlu olduğuna göre, ‘‘n’ sayıda tarz-ı siyaset’ demek, daha doğru... AKP’nin yaptığı tahribatı onarmak ve bu onarımı gerçekleştirirken, özgürlükçü, çoğulcu, laik ve anti-kapitalist bir alternatif oluşturmak için belki bir 10 yıl daha gerekiyor. 10 yıl, çünkü direniş ateşinin tersine, hayat, yavaş değişiyor ve 10 yılda, her gün her gün okullarında slogan atan ortaokullular da, üniversite yaşlarında olacaklar. O zaman da, köşe yazarları, “ne varsa, 2000’lilerde” yazacak; şaşırmayalım... (UBG/HK)