Nietzsche’nin ifadesiyle devletin iyinin ve kötünün bütün dilleriyle yalan söylediğini biliyoruz. Ama Nietzsche’den bu yana dünya çok değişti ve bu nedenle günümüz dünyasında sorun ne yazık ki sadece devlet değil.
Hiç kuşku yok ki, devlet yasalar aracılığıyla insanları ve insanlar arası ilişkileri otoritenin tahakkümüne mahkûm eder. Daha önemlisi üçüncü bin yılın dünyasında yasalar ve kurumlar -Sartwell’in sözleriyle ifade edecek olursak-, gırtlağımıza dayanmış postalları şirin göstermeye çalışan incelikle işlenmiş göz bağlarımızdır. İşte bu göz bağlarımız nedeniyle devletin soğuk ceberut yüzünü fark edemeyiz. Dahası bu göz bağlarımız nedeniyle devletin reforme edilebileceğine inanırız. Ve ne acı ki bu göz bağlarımız nedeniyle devletin kirinin bizlere de bulaştığını fark edemeyiz.
Devletin otoritesine boyun eğen insan, devletin şiddet aygıtlarını rasyonalize eder. Gerçeklik karşısında yeterince güçlü olamayacağını düşünen insan, gerçeklikle savaşmaya kalkmak yerine daha kolayını seçer: Gerçeğin bir parçası olmak!
Zaman herkesin herkese “devlet” olduğu, “devlet”in toplumsallaştığı ve “devlet” ideolojisinin hayatın her bir noktasına nüfuz ettiği bir zamandır. Artık herkes bir din gibi aynı sözcükleri birbirine tekrarlamakta; aynı düşünce sistematiğince düşünmekte; övgüler, eleştiriler ve analizler birbirinin aynısı olarak sürekli aynı biçimde tekrarlanmakta ve tüm kavramlar aynı zihniyet dünyası tarafından ele geçirilmektedir. Vaclav Havel, böyle bir sistemi “bürokrasiden ibaret yönetime halk yönetimi denir, işçi sınıfı işçi sınıfı adına köleleştirilmiştir; bireyin tamamıyla aşağılanması onun nihai kurtuluşu olarak sunulur; halkın bilgi ve haber akışından mahrum edilişine bilgilendirmek denir; iktidarın güdümleme için kullanılmasına gücün/iktidarın denetimi, keyfi güç kullanımına da yasalara uymak denir; kültürün bastırılmasının adı kültürün geliştirilmesidir, sömürgeci nüfuz alanının genişletilmesi ezilenlere destek olarak sunulur; ifade özgürlüğünün yokluğu en yüksek özgürlük biçimi haline gelir; göstermelik seçimler demokrasinin en üst biçimi, bağımsız düşüncenin yasaklanması en bilimsel dünya görüşüdür” ifadeleriyle tanımlar.*
İyi ama Vaclav Havel’in “post-totaliter” olarak tanımladığı bu hayat sadece dönemin Çekoslovakya’sı için mi geçerlidir?
Örneğin yurttaşın sıradan bir sorununun dahi ancak bürokrasiden tanıdık birilerinin ya da “hizmet”in araya girmesi ile çözülebildiği Türkiye’yi halk yönetimi olarak mı tanımlayacağız? Ya da kendisi gibi düşünmeyen insanlara, gözleri görmeyenlere, işçilere, gençlere, kadınlara hemen her gün hakaret edilmesini demokrasinin yetkinleşmesi sayesinde insanların nihai kurtuluşa ulaşması olarak mı olumlayacağız?
Dünün “apoletli medya”sının bugün nöbet değiştirerek zihniyet olarak “badem bıyık”lara kavuşmuş olmasını toplumun bilgilendirilmesi olarak mı göreceğiz?
Türkiye’nin dört bir yanında ve son olarak Taksim Gezi Parkı’nda ve Lice’de yaşanan keyfi güç kullanımını yasaların gereğini yerine getirmek olarak mı aklayacağız?
Egemen ideolojiye selam durmayan her sözü yasaklamayı; interneti sansürlemeyi ve hatta basılmamış bir kitabı dahi basılmadan yok etmeyi özgürlük olarak mı savunacağız?
Ve dahası, benzeri birçok olayın sıradanlaştığı bu ülkede önümüzdeki zaman diliminde yapılacak seçimleri demokrasinin en üst biçimi diyerek mi kutsayacağız?
Bilelim ki; ancak biz inanırsak ya da inanmış gibi görünürsek tüm bu yalanlar var olur ve gerçeklerin üstü yalanla örtülür. Daha kötüsü içimizden gerçekten inanmıyor olsak bile, korkumuzdan, çıkarcılığımızdan, ya da başka bir nedenden bu yalanlara inanıyor gibi görünürsek bu düzen böyle sürer gider. Herkes yalanın yalan olduğunu bilir, ama doğruyu söylemenin bedelini ödemeyi göze alamaz ve toplum yalanı biteviye yaşar durur. Ve hiç unutmayalım ki; sistem her zaman kendisinin devamı için yalan söyleyenleri, yalana inanları ve riyakârları ödüllendirir.
Hal böyleyse oy vermeye indirgenmiş bir seçimle bu bataktan çıkmak mümkün değildir. Hiç kuşkusuz herkesin herkesi ezmeye kalkıştığı, altta kalanın canı çıktığı neo-liberal bu düzende özgürlükten, demokrasiden, eşitlikten ve emekten yana taraf olmak önemlidir. Bu nedenle Taksim Gezi Parkı sonrasında Türkiye’nin dört bir yanında yeşeren park forumlarında sürüp giden bu neoliberal temsilde farkına varmadan içselleştirdiğimiz rolümüzü ve “göz bağlarımızı” keşfedebilmeli ve dahası senaryoyu değiştirebilmenin yollarını hep birlikte var edebilmeliyiz.
Aksi halde söylemeye dilim varmıyor ama Taksim Gezi Parkı gibi olağanüstü bir deneyimi heba etmiş oluruz. (OE/HK)
* Vaclav Havel’e ait satırlar Crispin Sartwell’in Edepsizlik, Anarşi ve Gerçeklik kitabından (Ayrıntı Yayınları, 1999) alınmıştır.