Türkiye’de 31 Mayısta başlayan çok sesli direniş hareketi, kendi içinde ciddi bir kazayla karşılaşmadan süregeldi ve çok farklı dünya görüşlerine sahip gruplar arasında çatışma yaşanmadı. Lice’deki katliam girişimi, ulusalcı gruplarla özgürlükçü kesimler arasında bir yarılmaya yol açabilirdi; 'çözüm süreci' yoluna aksayarak da olsa devam ederken köylülere hedef gözetilerek ateş açılmasında bu da hesaplanmıştı belki. Lice, AKP rejimine muhalefet ile baskıcı kapitalist sisteme ve bu sistemi besleyen ırkçı-cinsiyetçi değerlere itiraz arasındaki derin farkı meydanlara çağırıyor. AKP'nin gündemi tekrar ele geçirmek için sarsıcı adımlar atmaya ihtiyacı var; toplumsal hareketin yaratıcı siyasal iradesi, 30 yıldır derinleşmiş bu yarılmayı kaşıyan gelişmeler karşısında test edilecek gibi görünüyor.
Haziran hareketinin en ciddi kazanımlarından biri, parkların ve meydanların özgür kamu alanlarına dönüşmesiydi. Doğru, polis terör aygıtlarını savurganca kullandı, direnişçilerin, hatta aynı sokakta yaşayanların yaşam hakkına yönelik ciddi saldırılar süregeldi. AKP militanları tarafından parklardaki forumlara saldırılar yapıldı. Fakat geniş bir yurttaş kesimi birbirini işitmeye, Türkiye’nin şu uzun kutuplaşma ve çatışma tarihinde tahammül edemeyeceği görüşleri dinleyip tartışmaya alıştı.
Bu, Türkiye’yi kutuplaşmalar ve çatışmalar üzerinden yönetmeye alışagelmiş olan ve şimdi AKP çevresinde yeni çıkar ilişkileri içinde kenetlenmiş olan teknokrasi-silahlı bürokrasi iktidar bloku açısından kabul edilebilir bir durum değildir. Onlar ki puslu hava sever. Onlar ki 12 Eylülde kurdukları neoliberal talan mekanizmalarını, 12 Eylül rejiminin resmen sona ermesinden beri Kürt sorunu sayesinde meşrulaştırdıkları süreklileştirilmiş olağanüstü hal çerçevesinde sıkıca sağlamlaştırmış bulunuyorlar.
Kürtler Haziran direnişine temkinle bakar ve Hükümetin içine girebileceği bir krizin Kürt sorununa yönelik ‘çözüm süreci’ni baltalamasından korkarken, işbu iktidar bloku, toplumsal muhalefeti tam da bir Kürt köyünden vurmaya girişti.
Lice kuşatması
Lice’de karakol inşaatını protesto eden köylülere hedef gözetilerek ateş açan kolluk güçleri, kendi başlarına hareket etmiyorlardı. Sürekli bir olağanüstü hal içinde yaşayan bu bölgede hükümetin hiçbir hareketi kendiliğinden değildir. Bu olayın ardında pek çok hesap vardır ve bu hesaplar arasında her zaman tutarlılık yoktur. Çünkü iktidar bloku, şimdi AKP etrafında kenetlenen işbu ‘derin devlet’, pek çok çatışan çıkar ve uzun vadeli hakimiyet ihtirasları üzerine kuruludur; ‘kurtlar sofrası’na oturanların hoyrat olduğu kadar hassas dengesidir.
Bu kırılganlığa rağmen çok da sağlamdır çünkü son otuz yıldır onbinlerce Kürt ve Türkün kanı üzerine, bu kan üzerinden pompalanmış nefret üzerine kuruludur. 12 Eylül rejiminin en büyük başarısı, devlet bürokrasisinin kapalı dünyasında hüküm süregelmiş olan ırkçılığın, 1993 sonrasında toplumun her kesimine derinlemesine sinmesidir. 1993 yılını hatırlayanlar, Milli Güvenlik Kurulu’nun bütün topluma ‘ya onlardansınız, ya bizdensiniz’ demesinin ardından farklı kesimlerden sayısız Kürt öldürülür, kaybedilir ve işkence görürken (http://www.hrw.org/node/109859) Hürriyet gazetesi başta olmak üzere Türk medyasının sistemli bir psikolojik harekata geçtiğini bilecektir.
Sayısız olaydan biri de Bahçesaray katliamıydı (http://van.mazlumder.org/faaliyetler/detay/basinda-mazlumder/10/sundus-yaylasi-katliami-zaman-asimina-ugruyor/10027). O dönemde Veli Küçük bu alanda çalışıyordu. 18 Temmuz 1993’de Bahçesaray’ın Sündüz yaylasında, o zamana kadar Türkiye’nin geri kalanından tecrit edilmiş olarak yaşanan Kürt köylüler, PKK kıyafetli kişilerin baskınına uğramış ve çocukların da aralarında olduğu 24 kişi vahşice katledilmişti. Köylüler, kendilerini ziyaret eden Kürt milletvekillerine, Özel Tim’in gözleri önünde, olayın sorumlularının Özel Tim olduğunu söylemişti. Türk basını, olayı PKK baskını olarak yayınlamış ama olayın mağdurlarının görüşlerine başvurmamıştı. O dönemdeki pek çok katliama damgasını vuran bir şey daha vardı: Savcı olay mahalline gitmemiş ve bir tutanak bile tutulmamıştı.
Kürt çatışmasının bütün Türkiye’yi sarmasından önce Cizre’de kolluk güçlerine, gündelik işkenceye, evlerinin yakılmasına, çocuklarının kaybedilmesine karşı ayaklanan halkı, Ankara’da orta sınıf, kendini modern kentli değerlerle, insan ve doğa sevgisiyle tanımlayan bir ailenin evinde izledim. Hükümet televizyonu, kolluk güçlerinin protestocu halka her yerden, ağır silahlarla saldırdığını gösteriyordu. Ama protestocular arasında bulunan PKK yandaşı olduğunu varsaydığımız – ama pekala ‘kontrgerilla’ da olabilecek – kişilere odaklanıyordu. Bu insancıl çiftin nasıl ağızlarından köpükler çıkarak ‘gebertin hainleri’ diye tezahüratta bulunduğunu hatırlıyorum. Yaşlı kadınlar ve çocuklardı gebertilmesi istenen.
Ekim 1993’te sıra Lice’deydi. (O zamanlar köylerde, mezralarda, uzak kasabalarda yaşayan Kürtler gerçekten de sıralarını beklerlerdi.) Önce Jandarma Bölge Komutanı Bahtiyar Aydın’a suikast yapılmış (daha sonra suikastın JİTEM tarafından yapıldığı iddia edilecektir) ve ardından Lice’nin dünyayla ilişkisi kesilmiş ve kasabada her eve saldırılmıştı. 20 insan hayatını yitirdi. Soruşturma yapılmadığı için kaç kişinin işkence gördüğünü bilmek mümkün değil. Bu olaydan birkaç ay önce ziyaret ettiğim kasabada devlet görevlileri, Lice’nin kurutulması gereken bir bataklık olduğunu söylemişti. Hükümet ve basın, olaylardan PKK’nin sorumlu olduğunu söyledi.
Türkiye vatandaşlarının çoğu için bu yeterliydi. Yine soruşturma yapılmadı; Liceliler Türkiye hukukundan umudu kesince Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gittiler. Hükümet, ihlal kararındansa Licelilere konutlarına verilen zarar karşılığında 4 trilyon liradan fazla tazminat ödeyerek konuyu kapattı. Lice’de işkence devam etti; binlerce insan yıkılmış köylerine dönemedi, büyük kentlerin gettolarında işsiz ve yoksul yaşlandı; öfke ve çaresizlikle…
O dönemde bölgede olanlara tanık olmuş kişilerle Türkiye’nin geri kalanında Kürt olmayanlar arasında büyük bir çatlak oluştu. Kürt sorununa yönelik devlet politikasını haklı bulan orta sınıf, sosyal demokrat veya Kemalist tanıdıklarıma bu deneyimlerimi anlattığımda, gerçekten de işitmediklerini görüyordum.
Bunları hala anlatabileceğimi sandığım 2002 senesinden başka bir sahne: Avrupa Parlamentosu’nda, Türkiye’de bir çocuğun işkence görmesini kınayan bir bildiri yayınlanmıştı. Hem sağ hem de şimdi ulusalcı dediğimiz kesimlerde AP’nu protestoya yönelik bir faks kampanyası telaşı vardı. Bu kampanyaya beni de davet eden meslektaşlarıma bir çocuğun işkence görmesine karşı kampanya yapmak gerektiğini söylediğimde karşılaştığım tepkiyle, bir şeyi anladım: Bütün bu nefret söylemlerinin ve ırkçılığın amaçladığı ve-veya başardığı şey, hedeflenenlerin dışında kalan bütün yurttaşların iktidarın aygıtları haline getirilmesidir. Bu, kanun ve nizamı korumanın ucuz ve güvenli bir yöntemidir; onlarca yıl azınlıklara, Kürtlere, sol gruplara ve İslamcı gruplara yapılan hukuksuz uygulamaların güvencesi, hemen yanıbaşımızdaki yurttaşlardır; artık ülkenizin silahsız yurttaşları havadan bombalanacak ve başka yurttaşlarınız size bunun neden haklı olduğunu anlatacaklardır.
AKP bu muazzam mirası devralmıştır ve hiçbir iktidarın kenara atamayacağı güç kaynağıdır bu. AKP’nin Kürt meselesiyle ilişkisinde ve Kürtlerin Türkiye’nin geri kalanıyla ilişkisinde temel bir belirleyen budur.
Toplumsal muhalefetin yumuşak karnı
Lice’deki saldırı, İstanbul’da, Ankara’da ve İzmir’de yankı buldu. Bu kez sadece Kürtler ve özgürlükçü sol değil, Taksim protestolarına katılan, farklı siyasal görüşlere sahip, hatta siyasal görüşlere sahip olmayan yurttaşlar da Lice’yi işitti. Lice’de arkasından vurulan insanlar için İstanbul, Ankara ve İzmir’de Türk bayraklı yürüyüşler yapılması, bugünkünden farklı bir Türkiye’ye işaret eder.
Fakat Kürt sorununa ilişkin olan, Kürtlerin deneyimlerine ilişkin olan her şey Türkiye’de tehlikeli dinamikleri harekete geçirir. Başka konularda tartışıp anlaşabileceğiniz insanlar, Kürt sorunu söz konusu olunca iktidarın aygıtlarına dönüşüverir. Tıpkı hakkında hiçbir kanıt olmayan kişiler hakkında tutuklama kararı veren mahkemeler, Tomalar ve gaz bombaları gibi. Kürt meselesi konusunda kamuda konuşmak bu yüzden tehlikelidir.
‘Derin devlet’ de dediğimiz şeyin, bürokrasinin ve çıkar çevrelerinin serbestçe at oynattığı, yıllardır çıkarlarını karşı koymasız, eleştirisiz yürütegeldiği bir alandır bu. Çünkü ne zaman Kürt halkına karşı bir propaganda girişiminde bulunsalar, karşılığını çoğalan bir şekilde alırlar. Türkiye’nin kahir çoğunluğunu arkalarına alırlar.
Şimdi toplumsal muhalefetin önünde büyük bir sınav var. Kamu hayatına, yaşam alanlarına, yaşam tarzlarına, insan bedenine ve haklarına dair iktidarın tehdit ettiği ne varsa ortaya koyan ve bu konular üzerine özgürce konuşabilen, çünkü farklı görüşleri de işitebilen toplumsal muhalefet, konu Kürtler olunca da yoluna devam edebilecek mi?
AKP rejimi, Roboski katliamını ustalıkla geçiştirebildi. Roboskili köylüler için terörist deseler, ülkenin büyük çoğunluğu kabul eder, konu kapanırdı. Kaçakçı dediler, o da yetti. Çünkü ülkenin bir kesiminde yaşayan insanların kanı ve çocukları söz konusu olunca her ne denirse densin devlete sahip çıkacak ve devlet adına kim ne yaparsa yapsın sorgulamayacak bir çoğunluk oluştu Türkiye’de.
Taksim’den Lice’ye
Taksim odaklı toplumsal direniş hareketi, Lice’de karakol yapımını protesto eden köylülere ateş açılmasını haber aldığında, iktidarın bastırmaya çalıştığı geniş tabanlı bir hareketti. Yaşamlarına, yaşam alanlarına yönelik neoliberal müdahaleye karşı koyma haklarını kullandıkları için yasadışı şiddetle karşılaşmış ve bu şiddetin nasıl meşrulaştırıldığını, medyanın kendilerine karşı nasıl kullanıldığını görmüşlerdi. AKP kitlesinin, yalan olduğu bariz demeçlerle kendilerine karşı seferber edilebildiğine tanıklık etmişlerdi. Bu aydınlanma hali de toplumsal direnişe güç kattı.
Hükümetin ve medyanın Lice konusunda terör söylemini harekete geçireceği açıktı. Nitekim anaakım medyaya görüntüler ve bilgiler ‘servis edilmeye’ başlandı. Olay PKK tarafından tezgahlanmıştı; PKK taraftarları Türk askerine saldırmıştı; köylüler esrar üreticisiydi; PKK uyuşturucu ticaretinin içindeydi.
AKP rejimi, Türkiye toplumunun büyük bir kısmının ve bu arada şimdiye kadar toplumsal muhalefete katılmış olan ulusalcı kesimlerin ve diğer milliyetçilerin kendilerine servis edilen bu bilgi kırıntılarını tüketmeye hazır olduğunu biliyor.
İktidar, hem toplumsal muhalefette derin çatlaklar oluşturmak, hem de Kürt sorununu otoriter yöntemleriyle yönetmeye devam etmek için Kürtlerin yaşadıkları bölgelerde yeni mayınlarla karşımıza çıkacak. Erdoğan, Kürt meselesi etrafındaki kutuplaşmadan ve muhalefet içindeki ulusalcı-milliyetçi blokun hassasiyetlerinden kârlı çıkacağını hesaplıyor. (YB/HK)