Gün itibariyle üç haftadır piercingli, topuklu ayakkabılı, şortlu göstericiler polisle çatıştı, bulvarları ve meydanları işgal etti ve şimdi halk meclisleri kuruyorlar... Bu durum, birçokları için kafa karıştırıcı bir durum. Bu öyle bir kafa karışıklığı ki göstericiler birbirine bakıp “bu insanlar nereden çıktılar” sorusunu yöneltebiliyorlar. Devam eden süreç Beyaz Türkler’in ve/veya küçük burjuvazinin ayaklanması mı? Göstericilerin sınıfsal pozisyonu tam olarak nedir?
Öncelikle göstericilerin sınıfsal konumlarının heterojen olduğu vurgulanmalı. Varoşlardan meydanlara akan birçok mavi yakalı proleter sürecin devamlılığını sağlayan en önemli bileşenlerden biri.
Yine de gösterilerin kitlesel medyada yansıması ve birçoğumuzun algısı daha çok bu ‘beklenmedik katılımcılar’ tarafından şekillendi. Bu katılımcıların kim olduğu ve siyaseten eylem potansiyellerinin nereye evrilebileceği sorularına bu bağlamda cevap aranmakta. Bu sorular da bizi, göstericiler içinde yer alan bu grubun sınıfsal konumunu sorgulamaya itiyor.
Gündelik yaşamda genel olarak ‘sınıf’ kavramından anladığımız şey aslında ‘sosyo-ekonomik statü’. Yani eğitim, gelir ve meslek kombinasyonundan oluşan bir toplumsal konum. Buna göre, yüksek bir maaş kazanan teknik lise mezunu bir vinç operatörü, kendisinden az maaşı olan bir doçentten daha düşük bir sosyo-ekonomik statüye sahip olabilir. Benzer şekilde düşük maaşla çalışan ve şık giyinmesi gereken bir banka memuru, fazla mesaiyle kendisinden daha yüksek gelir elde eden ve tekstil atölyesinde çalışan ilkokul mezunu bir ustabaşından yüksek bir sosyo-ekonomik statüye sahiptir.
Bu algı farklı mesleki pozisyonları değerlendirirken çok büyük bir sorun teşkil etmez ve sınıf kavramı ile sosyo-ekonomik statü kavramı birçok durumda birbirinin yerine kullanılabilir. Fakat bazı başka durumlarda bu kavramları birbirine ikâme etmek imkânsız hale gelir. Örneğin varoşta gecekondusunu apartmana çevirmiş ve ayda bazı durumlarda onbinlerce lira kira geliri elde eden bir kimseyi işçi sınıfının bir mensubu olarak görmek yanlış olacaktır çünkü bu kişi gelirini doğrudan çalışanların gelirinden elde ettiği rant sayesinde temin eder. Oysa ki metropol varoşlarındaki nüfusun yüzde 5 ila 10’u bu kitleye mensuptur ve bu kitle varoşun siyasetini şekillendirir. Birçoğumuz için varoşta yaşayan herkes işçi sınıfının mensubuyken diğer semtlerde yaşayanlar ise küçük burjuvazinin mensubudur. Bu yaygın ve yanlış algı, devam eden gösterilerin sınıfsal dinamiklerini okumayı güçleştirmekte: Topuklu ayakkabılı ya da döğmeli her göstericiyi “orta sınıf” ya da “küçük burjuva” olarak algılama hatasıne düşülmekte. Bu türden kestirme yargılar, göstericilerin siyasi potansiyelini örseleyecek bir kanının oluşmasına neden olabilir.
Dolayısıyla devam eden toplumsal hareketliliğin sınıfsal arka planını doğru okuyabilmek için sınıf kavramının bugünün üretim ilişkileri bünyesinde nasıl somutlaştığına bakmak elzem. Bu bağlamda şu saptama yapılabilir: Mevcut gösterilerin katılımcılarının önemli ve görünür bir kısmı proleterleşen beyaz yakalılardır. Göstericiler içinde lise ve üniversite öğrencilerinin temsilinin yüksek olması da (İspanya başta olmak üzere Avrupa’da son yıllarda gerçekleşen gösterilerde olduğu gibi) bu öğrencilerin gelecekte proleterleşeceklerini bilmelerinden kaynaklanıyor olabilir. Beyaz yakalı proleterlerin göstermekte olduğu tepki, bu kesimin üretim ilişkilerinde oynadıkları rolün mavi yakalılardan farklı olması nedeniyle şu ana kadar pek alışık olmadığımız haller almakta. Beyaz yakalılar bürokratik bir ortamda çalışırlar ve nesnelerden ziyade insanlarla alâkalı işler yaparlar.
‘Yaşam tarzına müdahale’ kavramı da bu minvalde ele alınabilir: Beyaz yakalılar ekmeklerini toplumsal ilişkilerde kullandıkları sembolik kabiliyetleri sayesinde çıkarırlar. Dolayısıyla gündelik yaşam pratiklerine yapılan müdahaleler proletaryanın bu kesiminin ayakta kalma mücadelesi açısından bir ölüm kalım meselesi haline gelir. Beyaz yakalı proleterlere muhafazakâr yaşam pratiklerinin dayatılması, bir tekstil işçisine dikiş makinesini tek elle kullanmasını salık vermekten ya da işçinin çalıştığı atölyede müzik yayınının kesilmesinden çok da farklı değil.
Demek ki eğitim sisteminin dönüştürülmesi ve alkollü içeceklerin tüketiminin kısıtlanması gibi uygulamalar sadece siyasal iktidarın İslamcı eğilimleri ile bağlantılandırılmamalı. Bu tip uygulamalar aynı zamanda Türkiye’nin Doğu Asyalılaştırılma sürecinin bir parçası olarak okunabilir: Beyaz yakalıların önemli bir kısmını oluşturacağı bir “uysal proletarya yaratımı” olarak adlandırılabilecek sürecin merhalelerinden bir tanesi, bireylerin gündelik yaşam pratiklerinin kontrolünün sıkılaştırılmasına ilişkin politikalar. Dinsel ritüellerin sayısının neredeyse günün ve yılın tümünü kapsayacak şekilde genişletilmesi, öğrenimin teknik eğitime indirgenmesi, insanların kılık ve kıyafetleri üzerinde sıkı bir denetim ve siyasallaşmanın önünü açacak (birçok durumda keyif verici maddelerin tüketimini de içerebilen) sosyalleşme biçimlerinin engellenmesi çoğu zaman bu sürecin temel bileşenlerini oluşturur.
Dolayısıyla beyaz yakalıların ‘yaşam tarzına müdahale’ye karşı yürüttükleri mücadele bu kesimin proleterleşmeye karşı gösterdikleri direnişin bir parçası olarak değerlendirilmeli. Diğer bir deyişle, bu minvaldeki tepkileri salt ‘tüketim kalıpları’na ilişkin ‘kültürel’ bir olgu olarak görmek en iyisinden konuyu eksik tariflemeye yol açar. Bu nedenle İstanbul’un Etiler semtinde her gün milyonlarca liralık banka hesaplarını işleyen ve asgari ücretten hallice gelire sahip şık giyimli kadın banka memurlarının öğle tatilinde ellerinde pankartlarla hükümet karşıtı sloganlar atması herhalde bu bağlamda değerlendirilebilir.
Kısacası, beyaz yakalıların ‘yaşam tarzına müdahalelere’ ilişkin gösterdiği direnişi şımarık ve tüketimci bir küçük burjuva tepkisi olarak okumak yanlış olabilir ve daha da kötüsü siyasal iktidarın değirmenine su taşıma sonucunu doğurur. Eğer devam eden süreç (mevcut ve müstakbel) proleter beyaz yakalıların temel bileşenlerinden birini oluşturduğu bir kalkışma ise üzerinde düşünülmesi gereken de bu kalkışmanın mavi yakalılarla bağlantılarının nasıl güçlendirileceği. Bu bağlantının kurulduğu bir konjonktür, yeni bir siyasi sürecin başlamasına imkân tanıyabilir. Yani mavi tulum da ve topuklu ayakkabı da proletaryanın prangasıdır. (UB/HK)