Üç-beş ağaç mıydı, Türk baharı mıydı, ulusalcı refleks miydi derken Gezi’de üretilmiş olan artı değere el koyma ve isim verme girişimleri gösteriyor ki, orada ortaya çıkan enerji yoğunluğunun halihazırda varolan algı kategorileri altına yedirilmesi çok güç olacak. Artı değer terimini tercih etmemin nedeni yeni bir kategorizasyon önermek değil; tam tersine, bir “patlama” veya “taşma” olarak zihinlerde yer eden Gezi direnişinin neden temellük edilemeyeceğine dair birkaç fikir öne sürmek, en azından bunu denemek.
Artı değer Marx’ın analizlerinde, emeğin kendi yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayacak olan asgariyi üretmesinin ardından ortaya çıkan fazladır. Toplumların yaşamsal döngüsü bu fazla sayesinde sürdürülebilir. Artı değer salt bireysel ihtiyaçları değil, bunlardan farklı olan toplumsal ihtiyaçları da karşılar, zira bireylerin olanak ve tercihlerini aşan ve/veya kapsayan ihtiyaçların karşılanması toplumsal yaşamın olmazsa olmaz şartıdır. Kamu hizmeti türünden altyapı, sağlık, eğitim gibi prensipte herkesin faydalanabileceği mal ve hizmetlerin üretimi, bu fazlayı devletin temellük ederek kamusallaştırmasıyla mümkündür. Ancak kapitalist üretim koşullarının hakim olduğu toplumlarda üretim araçlarının paylaşımındaki eşitsizlik, artı değerin tam olarak müşterekleştirilmesini engeller. Bu fazlaya burjuva sınıfı el koyar, zira sermaye büyük ölçüde onun denetimindedir. Artı değeri proletarya üretmiştir; ancak bununla toplumun tüm kesimlerini besler, tüm ihtiyaçların karşılanmasını sağlar. Neoliberalizm safhasına geçmiş olan kapitalist toplumlarda ise kamu hizmetlerinin özelleştirilmesiyle birlikte artı değer neredeyse tamamıyla özel ellerde toplanmaktadır. Üretime daha önceleri sadece hammadde olarak girebilen metalaştırılmamış doğal kaynakların (örneğin nehirlerin, tohumun, bitki çeşitliliğinin) bile devlet eliyle özel sermayeye devredilmesi, müştereklerin iyice kısıtlanmasına yol açar. Toplumsal artı değerin paylaşımda daha da eşitsiz ve adaletsiz bir durum ortaya çıkar.
Bu analizin Gezi direnişiyle ne ilgisi var diye sorulacak olursa, ekonomik indirgemeciliğe kaçmayan yanıt denemem özetle şöyle olurdu: “Gezi” adını verdiğimiz artı değer, onu oluşturan ve üreten bireyleri aşan bir kamusallık, bir anlam ve pratik fazlalığı yarattı. Nasıl ki toplumsal artı değer müşterekleştirildikçe onu “kimse” üretmez, zira “herkes” üretir; Gezi direnişi de benzer bir şekilde hiç bir zümrenin, ideolojinin, kategorinin altına sığamıyor, zira onu “kimse” üretmedi ve dolayısıyla “herkes” temellük edebiliyor. Gezi’nin çoğalan ve çeşitlenen bir enerji kaynağı olmasının sebebi kanımca bu.
Misal olarak: bir aydır Gezi’dekilerin “kim” oldukları soruluyor. Soru, “kimse”ye bir “kim-lik” atfederek onu tanınır, bilinir ve dolayısıyla kontrol edilebilir kılma arzusunu da ele veriyor. Başbakan başta olmak üzere, Gezi muhteviyatının “gençler” olduğuna dair bir kanı hakim. “Marjinaller” ve “illegal örgütler” ayıklandıktan sonra ortaya çıkan “gençler” kategorisi, 90’lar kuşağı hakkında geliştirilen tahlillerle “özne” haline getirilmeye çalışılıyor. Bazı gözlemciler “Y kuşağı”ndan bahsediyor. Bu kuşak bireyci, apolitik, teknoloji müptelası öğrencilerden oluşuyor. Kötü niyetli yandaş medya ve siyasetçiler, bu “kim”lerin “özne”liğini inkar etmek için özel bir çaba harcıyor ve ideolojik-politik emellerin manipüle ettiği duygusal bir züppe gençlik portresi çiziyor. Daha derinlikli tahliller, Gezi’nin örgütlü ve örgütsüz bileşenlerini çeper veya cephedeki devrimcilerden veya futbol taraftarlarından ayırmayı tercih ediyor. Cephedekiler polisle çatışma deneyimine sahip oldukları için Gezi’ye çevreci tepkiyle gelen “saf” gençliğin direnci bunların varlığına borçlu. “Kim”ler böylece çeşitleniyor, takribi kimliklere kavuşuyor. Ama tabii, İstanbul’un diğer semtlerinde, Tuzla’da, Gazi’de, Cadde’de, veya Türkiye’nin hemen hemen her ilinde saikleri pek de bilinmeyen, yerine ve günün saatlerine göre kimliği değişen, tencere çalmaktan polisle çatışmaya varan yüzbinlerce “kimse” var.
Polis zulmünün ve hiddet nidalarının yanı sıra yaklaşık bir aydır hız kesmeden devam eden sembolik savaş, Gezi’den türeyen sembolik artı değere isimlendirme ve kategorizasyon aracılığıyla el koyma arzusunun bir diğer tezahürü. Hükümete yakın çevrelerin verdiği her demeç, bir parktan yayılan fazla enerjiyi kontrol altına alma ve iktidarın çıkarlarına tabi kılma hırsını apaçık belli ediyor. Gezi direnişinin ürettiği sembolizmin bir “fazlalık”, bir “aşırılık” olduğunu iktidarın tam olarak kavrayamasa da, sezebildiğini düşünüyorum. Daha ilk günden Gezi’yi “üç-beş ağaca” sıkıştırma çabaları ile eşanlı olarak dolaşıma giren uluslararası komplo senaryoları arasındaki tezat da zaten buna işaret ediyor. Ağaç sevgisinden Erdoğan nefretine, oradan 28 Şubat uğrağına ve Türkiye’nin ekonomik başarısını kıskanan dış güçlere varan patolojik tamlamalar iktidar cephesinin bilinçaltını gayet güzel ele veriyor. Bu bilinçaltının sezdiği halde bastırmaya çalıştığı – daha doğrusu, sezdiği için şiddetle bastırmaya çalıştığı – korku, direnişten fışkıran fazlalığın hiç bir surette kontrol altına alınamama olasılığından kaynaklanıyor. Semboller savaşına girilmesi, afiş ve pankartlara bile diş bilenmesi, karanfillerin polis postalı altında ezilmesi, bir meydanın fetişleştirilmesi buna delalet. İktidar çevreleri; sembolleri örtmek, yok etmek, çarpıtmak, ve kirletmekle savaşın kazanılabileceği gibi fantastik bir umuda canhıraş tutunmaya çalışıyor.
Ancak sembolik artı değerin temellük edilmesi yarışında hükümet yalnız değil. Gezi direnişinin bileşenleri arasında sol gelenekten gelmiş olanlar için bu artı değer “devrimi” müjdeliyor – veya en azından oraya yönlendirilmesi gereken bir öfke ve enerjiye tekabül ediyor. Taksim Dayanışması’nın sosyal demokratları veya meslek örgütleri, bu artı değerde makul toplumsal taleplerin meşruiyetini arıyorlar. Ulusalcılar, sembolik fazlayı “gericiliğe” karşı mevzi kazanımı olarak yormak istiyorlar. Birçok destekçi Gezi’deki “patlama” sayesinde vatanı koruyor, milli sermayemizi yabancılara satılmaktan kurtarıyor, Mustafa Kemal’in kendilerine yüklediği misyona sahip çıkıyor. Feministler erkek egemen dili gayet görünür bir şekilde duvarlarda, sloganlarda, afişlerde düzeltme imkanını buluyor. LGBTT bireyler futbol taraftarlarının gözü önünde bayrak sallayıp “velev ki ibneyiz; alışın, her yerdeyiz” diye bağırmanın hazzını tadabiliyor. Direniş bazılarını görünür kılıyor, bazılarınıysa geleceğin “kim”leri olarak özneleştiriyor.
Yarışa katılmayan yegane grup sanırım Kürtler. Sembolik artı değeri ne reddediyor, ne de temellük etmeye çabalıyor; bunun yerine arafta durmayı tercih ediyorlar. Tıpkı Gezi Parkı’nın ne içinde, ne dışında, merdivenlerinin hemen üstünde, ama ağaçlıklı kısmın kenarında konuşlanmayı tercih etmiş oldukları gibi...
Oysa Gezi salt sembolik bir artı değer üretmedi. Parkı polis işgal edene dek orada yaşayan, oraya her gün giden, günlük hayatın kotarılmasında aktif veya ikincil roller üstlenen herkesin bildiği bir müştereklik de üretti. Gezi’ye gezmeye veya meydanda bayrak sallamaya gelenlerin belki de tam olarak algılayamadığı, ama parkı yaşam alanı haline getirmiş olanların orada kalmaya devam etmesinde çok önemli payı olan bu müştereklik, bileşenlerin hiç birinin tek başına ürettiği, yönlendirdiği, kontrol ettiği bir değer değildi. Gezi direnişinin “duran insanlar” ve karanfillerle farklı yönlere evirildiği şu günlerde geriye dönüp bakmak için soluklandığımızda bu deneyimin sembolik olmakla kalmadığını görmek mümkün. Gezi; başka bir toplumsallığın, alternatif bir ekonominin, farklı bir etik ve iletişim bilincinin örülmesinin mümkün olduğuna işaret eden somut bir deneyim alanıydı aynı zamanda.
Gezi’de paranın ortadan kalkması; günlük hayatın kotarılmasını sağlayan gönüllü emeğin piyasada olduğu gibi karşılık desturu üzerinden değil, dayanışma arzusu üzerinden örgütlenmesini sağlamıştı. Belki de nedensellik farklı yönde işledi: dayanışma arzu ve zorunluluğu, paranın ortadan kalkmasını ve gönüllü emek üzerinden artı değer üretilmesini sağladı. Sonuç her iki durumda da aynıydı. Ağır pet şişe paketlerini insan zinciri kurarak elden ele geçirme ve erzak deposuna ulaştırma gibi zaruretler; yemek pişirme, ihtiyaç belirleme, yerleri süpürme gibi günlük rutin işler gibi pek çok emek türü arasındaki iş bölümü belli bir organizasyon içerse de, daha çok spontane bir dönüşüm içeriyordu. Bu müşterek yaşam pratiği; Gezi’ye “turistik” amaçlarla gelenlerde bile arzu yaratıyor olsa gerek ki, eline bir çöp torbası alıp bir de eldiven geçiren, parktaki farklı mıntıkaları dolaşıp “çöpünüz var mı?” diye sorabiliyordu. Keza, elinde bir kutu, “sigarası olan bıraksın, sigarası olmayan alsın” diyerek parktakilerin nikotin ihtiyacının karşılanmasını sağlayan gönüllüler de bol sayıdaydı. Konser veya açık ders gibi sanatsal ve entelektüel faaliyetler arzu eden herkes tarafından karşılık beklemeksizin gerçekleştiriliyordu. Revirdekilere yardım edenler, parktaki hayvanları beslemeyi kendine görev edinenler, organik bostan oluşturanlar, elbirliğiyle afiş boyayanlar, ses ve ışık düzeni kuranlar, semaverle çay pişirip civar çadırlara dağıtanların saymakla bitmeyecek birçok somut pratiği; üst kurumsal yapılar, kanunlar, idareciler ve şirket yöneticileri olmadan yapılabiliyordu. Parktaki herkes ya bilfiil emekçiydi ya da potansiyel emekçi. Ve yine herkes üretilen artı değeri ya bilfiil temellük ediyordu veya potansiyel olarak edebilirdi. Emek de, artı değer de herkesindi; dolayısıyla kimsenindi. Veya tersten bakacak olursak: emek de, artı değer de kimsenindi, dolayısıyla herkesindi.
Gezi Parkı’ndaki yaşam alanının iktidar tarafından yerle bir edilmesi bu yüzden şarttı. Zira Gezi’deki artı değer; siyasal anlamda merkezi, ideolojik anlamda muhafazakar, ekonomik anlamda neoliberal AKP iktidarına alternatif olabilecek bir güç, bir muktedirlik içeriyordu. İktidarı aşırı ürküten, tüm hesaplarını ve ezberini bozan olgu, bu somut müşterekliğin devlet aygıtı tarafından temellük edilmeye karşı direnciydi. İktidarın el koyma stratejileri arasında semboller savaşının dışında polis ve savcı gücüyle kuşatma, asılsız iddialarla din sömürüsüne alet etme, penguen medyada bilfiil görünmez kılma, ortalığa saldığı sopalılar tarafından dövdürme çabalarının bulunması da bu yüzden.
İktidar, somut olarak karşısına dikilen “kimse”lerin yaşam direncini, aynı derecede somut ölüm aygıtlarıyla söndürmeye çalışıyor. Ama beher bireyin olanak ve tercihlerini aşan ve/veya kapsayan bir toplumsallıktan alınan güç sayesinde görünür olan, özneleşen, muktedir kılınan “herkes”, her gün yeniden iktidarın karşısına çıkmaya devam ediyor. (ZG/HK)
* Zeynep Gambetti, Boğaziçi Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi