“Kuş ölür/ Sen uçuşu hatırla…”
Füruğ Ferruhzad
“Fetih” sözcüğü Arapça’daki “fath” sözcüğünün karşılığıymış ve “fath” aynı zamanda “açış” anlamına gelirmiş. Açış/ fetih yoksa “akış” olurmuş ve fethetmek iktidarlara, akmak halklara yaraşırmış. Belki bundandır iktidar durdukça halkın hareketlenmesi.
İMC TV’de bir programa katılan Nazan Üstündağ, Türklerin devletle kurduğu kuvvetli bağın zedelendiğini ve Türklerin Gezi eylemleri esnasında bir halk olduklarını hatırladıklarını anlatan muhteşem bir tespitte bulundu.
Buna belki Türklerin halklardan bir halk olduklarını fark etmelerini de ekleyebiliriz. Talepleri ya da beklentileri çoğunlukla uyuşmasa da ilkesel temelde buluşup asgari müşterekler belirleyen Türkiye halkları, Gezi deneyimiyle, devletin Varlık’ının, halk(lar)ın Oluş’una karşı olduğunu bir kez daha açığa çıkardı.
Şarkıyla, türküyle, halayla, yürüyerek, koşarak, zıplayarak ve hatta durarak iktidarı protesto eden halk, iktidarın kendisi için inşa ettiği yaşamayan bir yaşamı reddedip içinde mutlu olabileceği yaşayan bir yaşam için keşfe çıktı.
Çadır, kütüphane, revir kurup; yemeğini, kitabını, fikrini paylaştı. Parkın tarlasına salatalık, domates, yeşillik ekti. Hatta uykuyu bile paylaştı orada insanlar ve belki tuhaf gelecek ama, sanki bir iktidar en çok da beraber uyanıp beraber uyumuşlardan korkar.
Neden mi?
Ağaçların nöbetini tutarken uykudan zalimce uyandırıldığımız bir sabahın ertesinde, iktidarın istisnasız her kesime bir mağduriyet yaşattığına da uyandık ve başka türlü bir yaşamı keşfetmek inancıyla Gezi Park’ımızı onu fethedenlerden kurtarmak için meydanlara “aktık”.
Gecelerce uykusuz kalıp polisin kirli şiddetine karşı sadece pasif direniş sergiledik. Fatihin hegemonyasını onarılamaz biçimde sarsıp Gezi’yi kurtarınca akışımızı bu kez Gezi’ye yönelttik.
Paranın geçmediği Devrim Market’ten ekmek alıp parayla satın alınamayan çorbaya banıp yedik; “para vermek mecburi değildir” afişinin altındaki çaycının helal ettiği çaylardan içtik doyasıya. Ankara’dan, Eskişehir’den, İzmir’den ve daha pek çok şehirden direnen arkadaşlarımızın selamlarını alıp, onlara selam gönderdik.
Belki de tek yenilgiyi “Orantısız Zeka Kulübü”nde satranç oynarken yaşadık ama hemen yanındaki Gezi Kütüphanesinden bir Turgut Uyar kitabı okuyup avuttuk kendimizi: “Kutsal Yenilgi!.. şimdiki.”
Gece olunca benzer rüyalara yattık. Anadolu’da yere serilen örtüye “yazgı” derler; biz de her anlamıyla yazgımızı paylaştık. Uyuduk. En savunmasız halimizle o tanımadığımız insanların yanında sloganları ninni edip uyuduk. Sabaha daha önce hiç duyumsamadığımız bir güvenle kalktık.
Alevilikte “uykun helal mi” diye sorulurmuş; uykuyu da birbirimize helal ettik. Yalan yok, belki gülünç bulduk biraz, gün ışığıyla birlikte yoga yapanları; belki çöpleri toplarken eldivenleri daha afili olan arkadaşlarımıza özendik ama hiç yılmadan hep anlama çabası içinde kaldık. Anlamıştık ki biz halklardık ve hep oluş halinde kalmalıydık.
Bir Cuma gününe polis şiddetine karşı bizleri var güçleriyle koruyan doktor arkadaşlarımızın suçlanmalarına isyan ederek başladık.
Bugünlerde sağlık çalışanlarının özlük haklarının bir torba yasayla ciddi kayıplara uğratılmaya çalışılmasını Türk Tabipleri Birliği'nin basın açıklaması sırasında protesto ettik.
Sonra yağmura rağmen Gezi’nin girişine serilen seccadelerde namaz kılan Müslüman arkadaşlarımızın çevresinde zincir oluşturup onları muhtemel polis müdahalesinden korumak için çabaladık.
Çünkü biliyorduk ki bu iktidar “kadın da olsa çocuk da olsa” saldırırdı; demek ki iman dolu olmak için holding açılışlarında kurdele keserken “inşallah” demekten başka hassasiyetler de gerekiyordu.
Bazı farklar öyle açıktadır ki onları görmeyenlerin gönüllerinin mühürlendiğini düşünebilirsiniz: Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) militanlaştırdığı polisler tarafından öldürülen arkadaşlarımız oldu; ama direnişteki Müslüman arkadaşlarımız “ölüden hüküm kalkar” gerekçesiyle, olaylar sırasında koşarken yüksekten düşüp ölen polis memuru için de cenaze namazı kıldılar.
Fakat Ankara’da polis kurşunuyla öldüğü görüntülenen Ethem Sarısülük arkadaşımızın öldürüldüğü yere Belediye Başkanı Melih Gökçek’in emriyle üzerinde “Türk polisimizle gurur duyuyoruz” yazan tahrik edici bir afiş asıldı.
Bu da yetmezmiş gibi Ethem’in yasını tutmamıza bile izin vermediler. Cem evine taşınmakta olan cenazesini takip eden konvoya müdahale ettiler.
Ölümüzü bile öldürmeye çalıştılar; belki de katil varoluşlarından ancak öyle kurtulabileceklerini sanmışlardır ama biz Ethem’i gömdük; Abdullah Cömert’i ve Mehmet Ayvalıtaş’ı, da…
Hepsinin duası direnişimize içkindir. Umarım ömrümüz yeter de bu insanlık suçunu işleyen tüm faillerin bir adalet sarayında, şimdilerde orada on altı yaşındaki kıza tecavüz edenler salıveriliyor olsa da, cezalandırıldıklarını görürüz.
Sonra bir gece, İstanbul Vali’sinin ısrarlı açıklamalarına (“Çocuklarınızı oradan alın” buyurmuşlardı.) dayanamayan annelerimiz, kalkıp geldiler yanımıza; ama bizi almak için değil, bizimle “akmak” için.
Bu kez onlar zincir oluşturdu Gezi’nin etrafında ve polislerin annelerine seslendiler: “Çocuklarınızı buradan alın.”
Onların direnişine Türkiye tarihinde sivil itaatsizlik denildiğinde ilk akla gelen o harika insanlardan, “Cumartesi Annelerinden” güçlü bir destek geldi.
Cumartesi Anneleri, “biz Vali’yi iyi tanırız” dediler. 1992-1994 yıllarında Silopi’de kaymakam olarak görev yapan Mutlu’nun döneminde gözaltında kaybedilen çocuklarını, asit kuyularında yakılan insanları ve nice ağır insanlık suçunu anımsatıp onun terfi üstüne terfi aldığından ve o günkü politikaların bugünküne benzerliğinden yakındılar.
Hemen ertesi gün, Ankara’da düzenlediği mitingin başarısızlığından celallenmiş olacak ki, “bu iş bu gece bitecek” emrini verdi Başbakan ve polis Gezi’yi dağıttı.
Dağılan Gezi ruhu şimdi her yere yayılıyor. Taksim Meydanı’ndan taşıp, Madımak’ta birikip, Hrant’ın öldürüldüğü, Ethem’in vurulduğu yerlere sızıyor.
İktidarların kendi yalan zaferlerini yazdığı tarih yığınını barikat eyleyip hafızadan taşan oklarımızı fırlatıyoruz bizler de.
Haktan hukuktan ayrılmayıp bizi savunan avukatları yerlerde sürükleyip gözaltına alıyorlar. Marşlarını slogan kılıp bize katılan Çarşı’ya baskın düzenliyorlar. Zamanında Hrant’ı vurduklarında ailesine de zarar vermesinler diye Hrant’ın evinin önünde nöbet tutan Sosyalist Demokrasi Partili (SDP)arkadaşlarımızı tutukluyorlar.
Emekçi gazeteci/ muhabir arkadaşlarımızı öldüresiye dövüp gözaltına alıyorlar.
Şuan Türkiye’de ilan edilmemiş bir olağanüstü hal yaşanıyor. Gözaltılar, ev baskınları, operasyonlar yapıyorlar; gazla, polis kurşunuyla yaralanan arkadaşlarımızı ve onları tedavi eden doktorları fişliyorlar; gözaltındayken tecavüzle tehdit edilen kadınlar, gaz bombasıyla gözlerini kaybedenler var.
Eceliyle olmayan ölümlerimizi bile fethetmeye çalışıyorlar.
Bu ağır devlet şiddeti, asıl olağanüstü hali Gezi’de bizim ilan edebildiğimizin göstergesidir. “Yaşasın bağzı şeyler!” (CB/HK)