“Sayın” Erdoğan, toplumu, demokrasiyi hayatı sayılara indirgedi. Bir zamanlar sözüne güvenilen, balkon konuşması merakla beklenen, ne diyecek acaba diye ağzının içine bakılan bir adamdı “sayın” Erdoğan. Ama öyle çok konuşmaya başladı ki son yıllarda, Hazreti Muhammed’in bir sözü geldi hepimizin aklına: “Çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz”. Evet, Başbakan çok konuştu, ettiği lafların çoğunun yalan olduğu, riya olduğu, kibri Gezi Parkı direnişiyle iyice ayyuka çıktığı zaman anlaşıldı. Etrafındaki kullardan hiçbirisi de “sayın” başbakanım, acaba bazı şeyleri yanlış mı yapıyoruz” deme erdemini gösteremedi. Sanki toplu bir sarhoşluk sarmıştı. Başbakan alkol yasağını savunurken “kafası kıyak gençlik istemiyorum” buyurmuştu. Ancak kibrin bu derece aklı yok ettiğinin hiç farkına varamadı, varmasına da kimse önayak olamadı.
Eski bir Etiyopya atasözü “akıllı köle efendisinin karşısında yerlere kadar eğilir ama sessizce osurur” der. Son yıllarda başbakanın etrafındaki akıllı köleler, o kadar çok osurmaya başladılar ki (ki her insan köle de olsa, doğasında mutlaka bir direniş kırıntısı taşır) başbakan kokudan sarhoş oldu ve saçmalamaya başladı. Başbakan yaptığı yanlışları, kendisi ya da partili birisinin yaptığı gafları bir şekilde geri alır, evirir çevirir, özür dilemeye mahal bırakmadan etkisiz hale getirebilirdi.
Son gezi parkı olaylarında o kadar kibrini açığa çıkardı ki, şimdiye kadar ettiği bütün üstten lafları, silah olarak kullandığı her sözü hükümsüzleşti. Son gelinen süreçte, aslında uzun zamandır sözün ne kadar hükümsüzleştiğini düşünürken, herkesin “bilgisayar gençliği, emo gençliği, indigo gençliği” diye eleştirdiği ve yerden yere vurduğu gençlik, sözün ne kadar değerli olduğunu, hükümranın elinden o sözü alarak gösterdi bizlere. Bu ele geçiriş beni o kadar heyecanlandırdı ki, uzun süre ağzım kulaklarımda ortalıkta dolaşan fotoğraflara, sokaklarda duvarlara yazılan yazılarına bakarak dolaştım. Meğer gençlik bilgisayar oyunlarıyla uğraşırken kendine hükümranın ele geçirip üstünde hüküm süremeyeceği bir dil yaratıyormuş. Biz de yeni gördük, pek çok şey öğrendik.
Aslında böyle yürürken şekillenen, yaşarken öğrenilen, köksüz, sapsız, hiyerarşisiz ama fena halde kolektif bir hareketin dilini yeniden tanımlamak ilk başta biraz hadsizlik gibi geldi bana. Uzun zamandır da bu yazıyı yazsam mı yazmasam mı diye de düşünüyorum. Sonunda kendimi tutamayıp yazmaya karar verdim. Zira bu yazıyı olan biteni tanımlamak maksatlı değil, olan bitenden duyduğum heyecanı, kaygıyı, umudu paylaşma yolu olarak kaleme alıyorum. Böyle de okunmasını dilerim. Dilin ne kadar güçlü bir direnme aracı olduğunu yıllar önce aslında bize Bakhtin göstermişti. Merkezi güçlerin dili tek vurgulu hale getirmeye çalışırken, merkezkaç güçlerin bu dili çokvurgulu hale getirerek merkezi güçlere bu yolla direndiğini gerek yazılarıyla gerekse doktora tezi “Rabelais ve Dünyası”nda bizlere göstermişti. Gezi parkı olayları kitleselleşip ülkedeki pek çok kente yayıldığı günlerde edilen küfürler ilk başta beni kaygılandırıyordu. Kuşkusuz kaygılanmak da hakkımızdı. Muktedire karşı çıkarken onu “ötekilerle” yaftalamak, ona “ibne, orospu çocuğu, travesti, ermeni” vs. demek kuşkusuz bir histeri göstergesiydi. Ancak bu histeri bir süre sonra bir özeleştiri yoluyla yaratıcı bir dile dönüştü ve bu dil hepimizi heyecanlandırdı. Bunlardan örnekler vererek muktedirin nasıl dilsiz, kekeme ve “güçsüz” bırakıldığını göstermek isterim.
Muktedir yıllar önce bir çiftçiye “ananı da al git” demişti. Gezi direnişlerinde genç bir kızın “anamı da aldım geldim” dövizi taşıdığını gördük, yanında da “çapulcu anne” dövizi taşıyan anneyi. Böylece muktedirin dilindeki “çapulcu” sözünün bir sektör yaratarak ezilenlerin dilinin pelesengi haline dönüştüğünü de anmış olalım. Burada beni en çarpan dil ele geçirmelerini andığım da unutulmasın. Bu olaylar başladığından bu yana bu örnekleri biriktiriyorum. Her gördüğüm örnek zeka karşısında şapka çıkartıyorum. Ancak bu zeka/akıl, pragmatik, araçsalcı, çıkarcı bir akıl değil, kolektif ve diğerkam bir akıl. Başkasını düşünen, aslında bireyci zannedilirken, muktedirin eril ve buyurgan diline direniş üzerinden bir kolektiviteye dönüşebilen bir dil. Aynı zamanda bu dil yıllardır anne babaların siyasetten, olaylardan uzak durmayı vaaz eden apolitikleştirme girişimlerini de tiye alabilen bir dil. Buna en güzel örnek gene direnişçilerin içindeki bir dövizde ortaya çıkıyor: “Merak etme anne, önden gitmiyorum, hep beraber yürüyoruz.” Bu bize gösteriyor ki aslında bahsi geçen gençlik, anne babanın apolitikleştirme girişimlerine de anne babalar hiç fark etmeden çoktandır direniyorlarmış. Aynı zamanda önden gitmenin değil, beraber yürümenin ne denli değerli olduğunun da uzun zamandır farkındalarmış. Nazım’ın bir sözü geliyor aklıma bu noktada: “Ben sadece ölen babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geriyim”. Bizlere ve dahi muktedire bu gençlik, direnirken eğlenmeyi, yedikleri gaza “bu gaz bir harika dostum” diyerek, üzerlerine gelen TOMA’lara, “Orama TOMA burama TO” diyerek gösterdi. Hepsi ayrı ayrı zekaları için teşekkürü hak ediyor. Bu yazı bir gençlik güzellemesi olarak değil, bir durum tespiti olarak okunmalıdır, zira onlar zaten kendiliklerinden güzeller.
Ezcümle, bu gençlik muktedir elindeki dil silahını, ele geçirip yapıbozuma uğrattı, evirip çevirdi ve bumerang gibi muktedire geri gönderdi. Ancak gençliğin bu dili kullanmasında bir fark vardı, muktedirin yaptığı gibi silah olarak kullanmadı, oyuncağa dönüştürdü ve bu oyuncak, ayrıştırıcı, karşıtlaştırıcı, bölücü ve nefretle homurdanan bir dil değil, kapsayıcı, eşitleyici, dalgacı, bir araya getirici, tüm hizipleşmeleri süpürücü bir dildi. Muktedir bu dile uyum sağlayamadı, bu dili anlamadı. Bu uyumsuzluk muktediri dilsiz, kekeme ve güçsüz bıraktı. Onların anladığı dilden konuşacağını söyledi ama gene anlamadı o dilden. Zira bu gençler başbakanın anladığı şiddet dilinden anlamıyordu. Ama bu şiddete de bu şiddet diline de kendi meşrebince direnmesini çok iyi biliyordu. Bu gidişat nereye götürür memleketi bilinmez ama bütün kayıplarına rağmen çok şey öğretti hepimize bu direniş:
1) Seksen öncesi kuşağa, öfkelenmeden, oyunla nasıl direnileceğini gösterdi.
2) Öğretmenlere, öğrenenin sadece öğrenciler değil aynı zamanda kendileri olduğunu gösterdi.
3) Anne babalara, korkarak saklanmanın muktedirin şerrinden kaçmayı sağlayamayacağını gösterdi.
4) Medyaya artık bilgiyi yaymak için pek çok araca sahip olunabileceğini gösterdi. Çıkarları nedeniyle muktedire boyun sunmanın ne kadar onursuzca bir şey olduğunu geniş halk kitlelerine duyurdu.
5) Partilere hiyerarşinin, hizipleşmenin koltuk kavgasının bir araya gelme konusunda ne büyük engeller oluşturduğunu gösterdi.
6) Son olarak muktedir bir şey anlamamış görünüyor ama en nihayetinde, “köyde değneksiz dolaşamayacağını” öyle ya da böyle anladı bu gençler sayesinde. (TD/HK)
* Tezcan Durna, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi