"İlla da 'gerilla' demek zorunda değilsiniz mesela ama, 'terörist' de demek zorunda değilsiniz. Çünkü günün birinde mutlaka müzakere edeceğiniz insana kapalı kapılar ardında 'sayın Öcalan' derken, kamuoyu önünde 'terrorist başı' deyip durduğunuzda, işte o gün geliyor ve siz sonra, ondan en fazla 'İmralı' diye sözedebiliyorsunuz."
Böyle diyor, BİA Eğitim danışmanı ve İzmir Ekonomi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Sevda Alankuş.
Alankuş ile Kürt meselesinin demokratik yollardan çözümü için gelişen barış sürecinde barış gazeteciliğini konuştuğumuz söyleşinin ikinci kısmını yayımlıyoruz.
"Kandil ve İmralı gibi kodlarla konuşuluyor"
İmralı görüşmeleri ile ivme kazanan Kürt meselesinin çözüm sürecinde nasıl bir barış gazeteciliği gereklidir?
Bu soruya cevap vermeye aslında, sorunuzdaki sözcük seçimleri ile biraz oynayarak başlayabilirim. Örneğin soruyu: "Öcalan ile yürütülen müzakerelerle ivme kazanan Kürt meselesinin çözüm sürecinde...." diye kursaydınız, soru barış gazeteciliği açısından daha doğru olurdu.
Barış'tan yana olduğunu hep bildiğimiz köşe yazarlarına bakıyorum onlar da "Kandil" ve "İmralı" gibi besbelli hayatı kolaylaştırdığı için tercih edilen kodlarla konuşuyorlar. Ancak yine de, bu kodlar birden barış istemeye başladıklarına ikna olamayacağım yaygın medya kalemlerinin de dili olarak karşımıza çıktığında, "aman daha dikkatli olunmalı" diyesim geliyor. Çünkü, geçenlerde Cengiz Çandar ve Tarhan Erdem'n dikkatilerimizi çektiği üzere, siyasal iktidarın süreci; "PKK'ya silah bıraktırmaya, teröre son vermeye yönelik görüşme ya da diyalog" biçiminde tanımladığını ve buna uygun bir anlatı ile de tarif ettiğini görüyoruz
Barış gazeteciliği açısından ortada şöyle bir sorun var; beklenebileceği gibi, yıllardır savaş gazeteciliğinin tarihe geçecek örneklerini vermiş, ancak hükümete hep verdikleri koşulsuz destek gereği hemen sürecin yanında konumlanan iktidar yanlısı gazetelerin haber ve köşe yazılarında da, aynı söylem tekrarlanıyor. İktidarla daha mesafeli durduklarını söyleyebileceğim ve de yakınlarda; "terör haberleri verilirken....barış gazeteciliği ve insani kaygılar gözeltilir" diyerek, ilk defa barış gazeteciliğini telaffuz etmiş-ki bence bu konuda BİA olarak kendimize haklı bir övünç payı çıkarabiliriz- en son olarak sahibi tarafından sürece ilişkin bu doğrultuda bir "editöryel tercih" kullanılması yönünde "mektup" kaleme alınmış medya grubunda da haber diline ve başlıklarına bakıldığında benzer anlatıyla karşılaşılıyor.
Ancak bu arada bir yandan, yaptıklarının adını muhtemelen bir kısmı barış gazeteciliği koymayacaktır ama aynı yayın grubu içindeki hepimizin bildiği köşe yazarlarının tutarlı biçimde barıştan yana yazanların; diğer yandan yayın politikalarını mutlak hükümet aleyhtarlığı üzerine kurmuş olmakla birlikte, temsil ettikleri ideoloji çerçevesinde hep partizanlık, dolayısıyla "savaş gazeteciliği" yaptıklarını söyleyebileceğim kalemlerin varlığını teslim edip, söylediklerimin farklı farklı nedenlerde de olsa onları dışarıda tuttuğunu eklemeliyim. Yani bu eleştirim barış sürecinden yana ya da yanaymış gibi yapanlara.
"Hükümetin dilini basın düzeltmeli"
Peki bu süreçte neye dikkat edilmeli?
Şimdi duruma bir bakalım: Gerçekleşen, "görüşme" ya da "diyalog" değil -ne kadar başında olunursa olunsun, geçmişte de çeşitli kesintilerle bunun yapıldığını hatırlayacak olursak- pekala bir "müzakere"dir. Sorun da, "Kürt realitesini tanıyoruz" demeyi ancak 1993 yılında akıl eden Türkiye'deki yönetimlerin, 2013 yılında karşılıklı can kayıplarının sayısı artık 50 bini aştıktan sonra gelebildiği en ileri nokta da söylendiği gibi (burada da yine Tarhan Erdem'in isabetli tespitine gönderme yapayım); "silahların bırakılması" ve "terörle mücadele" değildir.
İçinde bulunduğumuz sürecin doğru olarak tarif edilmesi, çözümün de nasıl olması gerektiğini belirleyecektir ve sonuç ne olacaksa olsun, yıllardır "ölü olarak ele geçirilen/etkisiz hale getirilen teröristler", "teröristlerce pusuya düşürülerek öldürülen şehitlerimiz" karşıtlığı dışında bir söylemle karşılaşmayan "kamuoyunun", hükümetin söyle(ye)mediğini işitmesi gerekmektedir.
Yani barış gazeteciliği yapılacaksa eğer, dahası bu tam da böyle koşullarda olması gerektiği gibi editöryel bir tercihle gerçekleştirilecekse, demokratik bir çözüm getirmek konusunda samimi olsun ya da olmasın hükümetin örtük bir dil arkasına saklanarak, en fazla "terörün bitirilmesi" olarak tanımlayabildiği bağlamın, basın tarafından düzeltilerek kurulması gerekmektedir.
Sorunun ve ilgili süreçin barış gazeteciliği yaklaşımı içinde ne olmadığını tespit etmeye devam edersek; girişilmiş olan yine bugünlerde köşe yazarları arası bir tartışmanın konusu olduğu gibi, "Kürt sorunu"nun çözümlenmesi de değildir. "Türkiye'nin bir türlü bitmeyen demokratikleşme sorunu"; çocukluktan ergenliğe geçmesi çoktan gereken egemen çoğunluğun Türklerin onurlu bir gelecek için geçmişleriyle yüzleşme sorunudur.
Yaygın medya, siyasal iktidarların sorun ve süreçleri tarif etme biçimlerini yeniden üretmekten başka bir şey yapmadığı sürece, yapılan, yukarıda aralarındaki ayrıma dikkat çektiğim gibi barıştan yana bir gazetecilik değil, olsa olsa ateşkesten yana bir savaş gazeteciliğine devam etmekten başka bir şey değildir.
"Ötekinin acısı görülmeli"
Neden?
Çünkü tekrarlayayım; Barış gazeteciliği, çatışma/savaşa neden olan sorunların nedenlerinin, "ilk taşı kimin attığı" gibi bir yaklaşımla değil, bütün tarafların yaşadıklarının, savaş yüzünden kaybettikleri üzerinden, bu kaybedilenlerin en çok mağdur ettikleri (kadınlar, çocuklar, yoksullar vd.) belirlenmesini, bunların kamuoyu ile paylaşılmasını, özetle şiddeti sona erdirecek yaratıcılık gerektiren çözümler için sorunun bağlamının "doğru" olarak saptanmasını bir ilk adım olarak çok önemli sayar.
Halihazırda, siyasal iktidar ve yaygın medya çoğunluğu arasındaki sorunun ve sürecin tarifi yönündeki tavır örtüşmesi elbetteki, yaygın medyanın -yapısı gereği kendisinden beklenen- siyasal, ekonomik, askeri seçkinler merkezli genel-geçer habercilik pratiğinden kaynaklanmaktadır. Yaygın medya yıllardır, "sorunu" bu "birincil haber tanımlayıcılarının" söylemi ile tarif etmiş, daha doğrusu marifet bilerek bu söylemi yeniden üretmiştir.
Yani bugün "barıştan" daha doğrusu "ateşkesten" yana tavır içinde görünen yaygın medya, bırakın "öteki tarafın" acısı ile biraz olsun empati kuran habercilik yapmayı, ötekinin acısını ortak acı kılarak çözüm isteyen her türlü, bireysel sözü (aklıma bu noktada kocası Rıdvan Özden'in henüz ölümü üzerindeki şaibe ortaya çıkmadan bir "Şehit karısı" sıfatıyla kendisinden beklenmeyen söyledikleri yüzünden, basın-siyasiler-askerler üçlüsü marifetiyle erkekçe bir linçe uğrayan Tomris Özden geliyor) ya da kolektif girişimi eğer hırpalamadıysa, görmezden gelme tarihiyle ünlü olan bir medyadır.
Yine de, barış gazeteciliğinin telaffuz edilmesi bile önemli değil mi?
Elbette çok önemlidir bu. Çeşitli vesilelerle aynı panellerde bulunduğum birçok üstelik de barış gazeteciliği yapmış olduklarını söyleyebileceğim gazetecilerden, üstelik sadece Türkiye'dekilerden de değil, kavramı duyduklarında hep benzer profesyonel meslek refleksleriyle tepkiler aldığımı söylemiştim. Ayrıca basın ile siyasal iktidarın sözünün o ya da bu nedenle, çözümden yana çizgide yanyana gelmiş olması da önemlidir. Ama işte kesişmesi sorunludur.
Bu arada barış gazeteciliğinin Doğan Yayın grubunun yayın ilkeleri arasına girmesi -patrondan gelmiş olsa bile- editöryel bir seçim olarak karşımıza çıkması da çok sevindiricidir. Tıpkı, kadın-odaklı, çocuk-odaklı habercilik yapılması sözü gibi. Üstelik böyle kayıt altına alınmış olması bize "hesap sorma imkanını" da verecektir.
Demek istediğim şu; barış gazeteciliği yapmak hem çok kolay, hem çok zor. Kolay çünkü, hiç de öyle editöryel tercihlere gerek kalmadan bireysel tercihinizle seçtiğiniz sözcükleri değıştirerek başlayabileceğiniz bir şeydir; illa da "gerilla" demek zorunda değilsiniz mesela ama, "terörist" de demek zorunda değilsiniz. Çünkü iktidarın yaptığı gibi günün birinde mutlaka masaya oturacağınız, müzakere edeceğiniz insana kapalı kapılar ardında "Sayın Öcalan" derken, kamuoyu önünde "terrorist başı" ya da "bebek katili" deyip durduğunuzda, basın olarak siz de bunu tekrarlayıp durduğunuzda, işte o gün geliyor ve siz sonra, ondan en fazla "İmralı" diye sözedebiliyorsunuz.
Böylece hep ergenleşmemiş çocuk muamelesi yaptığınız kamuoyunu hala karşınızda buluyorsunuz. Yanınıza almak için de, İktidar olarak "sivil toplum örgütlerinden" destek, "cemaat"lerden icazet alıyor, basın olarak da bunları yayınlıyorsunuz. Geldiğimiz noktada bu yapılmamalı mı? Hayır bu da yapılmalı. Barışın önemi o kadar büyük ki, gerekirse daha fazlası da yapılabilir. Bir örnek vereyim 1998 yılında Kuzey Irlanda'da "Good Friday" olarak bilinen sözleşmenin protestanların desteğini alarak referandumda kabul edilebilmesi için İngliltere hükümeti ünlü reklam şirketi McCannErickson ile anlaşıyor ve de iddiaya göre de bunun çok az olan desteğin yüzde 70'lere varmasında önemli payı oluyor. Özetle bunlar da yapılmalı, ama benim derdim, demokratik tutarlılıkla, samimiyetle, "ateşkesin" sahiden kalıcı bir barışa dönüşebilmesi için sürekli olarak duyulması gereken bir etik sorumlukla ilgili.
"Sorunları 'öteki'lerin kendi tarifleriyle işlemek gerek"
Barış gazeteciliği yapmak çok zor demiştiniz?
Paradoksal görünecek ama, en kolay olduğu yer, barış gazeteciliğinin en zor yanı. Çünkü, yıllardır artık ikinci bir saniye düşünmeden yaptığınız pratiklere, verdiğiniz reflekslere, büyük ölçüde hayatınızı kolaylaştırdığı için tekrarladığınız klişelere dikkat ederek işe başlamanız gerekiyor.
Kuzey Kıbrıs'tan böyle örnekler biliyorum. Açıkca barış gazeteciliği yapacaklarını söyleyen, bunun adadaki öncülüğünü yapan gazete ile -bu iddiayı taşımıyor olsa bile- yıllardır statükonun değişmesi için barıştan yana muhalefet yapan bir diğer gazete, Annan Planı'nın referanduma götürüldüğü süreçte, barıştan yana tavır koydukları halde, kimi haber başlıkları, köşe yazıları, hatta yayınladıkları karikatürlerle savaş gazeteciliği örnekleri vermişlerdi. Üstelik de özellikle Afrika gazetesi, maskülin bir dil ile barıştan yana hiç bir şey söylenemeyeceğinin bir sürü örneğini vermişti.
Bi de önemli olan şu tabi tekrarlayayım; barışa desteğin sürekli ve tutarlı olması gereklidir ve barış gazeteciliği yine yukarıda da söylemiş olduğum gibi, olağanüstü dönemlerin istisnai pratiği değildir. Tam tersine Türkiye gibi -erkekler 2012'de 165 kadın öldürmüş!- olağanüstülüğün, sıradışılığın kural/norm haline geldiği ülkelerde, bilmem ne kadar mümkün ama, habercilik anlayışı ve pratiğinin yeniden tanımlanması ve çok büyük bir sorumlulukla sürekli bir pratik haline getirilmesi gereklidir.
Üstelik bu sorumluluk, Türkiye'de barıştan yana kalem oynatır görünenler, 50 bini aşan can kaybına neden olduğu için öncelik taşıyor olmakla beraber sadece Kürtlerin haklı yurttaşlık taleplerinin değil, bütün diğer etnik ve dinsel kökenlerden yurttaşların hak taleplerinin, kadınların, Ermenilerin, Alevilerin, LGBT bireylerin, ateistlerin, vicdani-retçilerin, nefret söylem ve suçlarının durdurulması taleplerinin takipçisi olduklarında; bunu da onların sorunlarını güç/iktidar sahipleri tarafından tarif edilmiş biçimleriyle değil, bizzat kendilerinin tariflerine kulak vererek yaptıklarında yerine getirilmiş sayılabilir. Tabii elbette böyle bir "sınavı geçmeyi" samimiyetle istiyorlar ya da böyle bir "etik ve politik" tercihte bulunuyorlarsa.
"Aktivizme ihtiyacımız var"
Bir de, dün barış için iletişimden söz etmiştiniz?
2007 yılında Kolombiya'da gerçekleşen "Barış için İletişim" konulu bir konferansa Türkiye'deki barış inisiyatifleri ve medya ile ilişkileri konusunda bir konuşma yapmak üzere davet edilmiştim. Ben anlatacak örnekleri zorlukla bulurken, orada yüzlerce örneğin aktivistleriyle karşılaştım ve de herhalde başka hiç bir benzeri platformda gördüklerimden bu kadar etkilenmemişimdir. Bu arada bir de şunu farkettim; doğrusu bazen insan en basit şeyleri bile akıl edemiyor demek ki...Barış gazeteciliği çalışıyordum ama, medya ile uğraşmaktan, daha genel ve önemli bir sorun, "barış için iletişim" üzerine o zamana kadar fazla akıl yormamışım.
Neyi anlatıyor bu kavram? Kolombiyalı ünlü "Yurttaş medya" kuramcısı Clemenzia Rodriquez'in orada söylediği bir notu aktararak açıklayayım: Clemenzia Kolombiya'da barış için iletişim için yapılanların amacını, savaşın ilk kaybettirdiği şey gündelik hayatın sosyal-dokusu olduğu, bu da en çok kadınları, çocukları, yaşlıları etkilediği için yapılması gerekenin bu dokuyu yeniden-örmek olduğunu belirterek, kendisinin de içinde yer aldığı bir dağ köyüne sinema götürülmesi projesinin amacını böyle açıklamıştı.
Yani yaptıkları, yıllardır savaşın hoyratlığından başla bir şeyle karşılaşmayan insanlara sinemayı götürerek bu hoyratlık yokmuş gibi bir kaç saat olsun geçirmelerini sağlamaktı. Sadece bu da değil tabii, "barış için iletişim", dansın, müziğin, yani en geniş anlamıyla her türlü "medium", ama en çok da yüzyüze ilişkilerin araçlarının hayatın normalleştirilmesi için kullanılmasını anlatıyor. Bence, Türkiye ile benzer bir süreç içinde olan Kolombiya'da şimdi, barış aktivistleri ve barış gazeteciliği yapanlar daha da hızla çalışmaya başlamışlardır.Biz de ise ne yazık ki, böyle inisiyatifler yok denilecek kadar az. Oysa o kadar ihtiyacımız var ki. Hem hemen şimdi, hem de sonrası için ve çok ihtiyacımız var böyle bir aktivizme.
Son olarak eklemek istediğiniz?
Var ve arada kaybolmasın diye en sona sakladım! Henüz barış gazeteciliği çalışanlar tarafından da fazlaca dillendirilmiyor ama, ben genel-geçer gazeteciliğin yani savaş gazeteciliğinin, aynı zamanda erkek-egemen bir gazetecilik olduğunu düşünüyorum. Haberin de en eril tür. Ne demek istediğimi bu konudaki feminist yazın çok iyi anlatıyor.
Barış gazeteciliği çalışan kadınlar da bu konuda önemli şeyler söylemeye başladılar. Ben sadece iki noktanın altını çizeyim ve bitireyim. Unutmayalım, bugünkü haberciliği habercilik yapan kural ve kodlar Batı'da 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren oluşmaya başladı ve bu dönemler tam da kadınların haber merkezlerinden kovularak evlerine gönderildikleri dönemlerdi.
İkincisi ise şu, bu söyleşinin en başlarında barış gazeteciliği yaklaşımı ve anlayışının yeni bir epistemolojik konumdan beslenen, taraflı olduğunu saklamak yerine, barıştan yana taraflı olduğunu söyleyen bir gazetecilik olduğunu söylemiştim. Bunun da en iyi Sandra Harding'in marjinalize edilmiş grupların, baskılananların bakış açılarının dünyayı daha objektif biçimde anlamamıza yardım edeceği biçiminde özetlenen feminist epistemoloji ve bunu üzerine kurulacak bir etik anlatıyor kanımca. (NV)