Türkiye'nin Suriye'ye yönelik saldırgan politikası, Başbakan Erdoğan'ın Nükleer Güvenlik Zirvesi için Güney Kore'ye seyahatinden itibaren (26 - 27 Mart) bölgesel bir boyuta taşınmaya başlandı.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun Batı'da "Yeni Osmanlıcılık" diye tarif edilen, bölge diplomasisinde "komşularla sıfır problem" şeklinde ilan edilen yaklaşımının verilerinin aslında Suriye'yle yaşanan -şimdilik diplomatik düzeydeki- çatışmayı beraberinde getireceğini öngörmek pek mümkün olmamıştı.
17 Eylül 2009'da Davutoğlu'nun Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim'le gerçekleştirdiği toplantıda, iki ülke arasında vize uygulamasının kaldırıldığı, aynı zamanda Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Antlaşması'nın imzalandığı ilan edilmişti. Aynı dönemde Türkiye'nin Irak ve İran'la yürüttüğü ticarî ve diplomatik antlaşmalar, "komşularla sıfır problem" retoriğinin daha fazla dillendirilmesine dayanak oluşturuyordu. Ancak iki yıl sonra, 2012 itibariyle hem bu söylemin hem de bölge ülkeleriyle diplomatik ilişkilerin tersi yönde hızla ilerlediğine tanık oluyoruz.
"Kalp gözü"
Gelinen aşamada Türkiye, "doğu cephesi"ni üç etkili ülkeyle genişletmiş bulunuyor. Güney Kore seyahatinden sonra Tahran'a giden Erdoğan (28 - 29 Mart) hem Suriye hem de nükleer enerji konusunda İran'la mutabakata varamayınca, iki ülke arasındaki gerilim daha da görünür hale geldi.
Taraflar birbirlerini dürüst olmamakla suçladı. Ancak en azından nükleer enerji konusunda, karşılıklı diplomatik çıkışlar tatlıya bağlandı ve İran, nükleer enerji görüşmelerinin İstanbul'da gerçekleştirilmesini kabul etti. Ancak İran'ın bu hamleyi sadece nükleer enerji görüşmeleri konusunda yaptığını, Suriye'yle ilgili politikasında herhangi bir değişme emaresi göstermediğini hatırlatmak lâzım.
Tahran, Bağdat ve Şam'la ciddi gerilimler yaşayan Tayyip Erdoğan, bir yandan da Arap halklarına seslenmeyi ihmal etmiyor.
AKP Bursa İl Kongresi'nde konuşan Erdoğan (22 Nisan), doğrudan Arap halklarına seslenerek şöyle konuştu: "Bölgemizdeki meselelerin tamamına sadece ve sadece insan gözlüğüyle bakıyor, barış, refah ve kardeşlikten başka hiçbir gaye gütmüyoruz. Filistin meselesine, Irak'taki istikrarsızlığa, son dönemde Suriye'nin yaşadığı acılara biz sadece kalp gözüyle bakıyoruz. Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki meseleleri kardeşlerimizin meselesi olarak görüyor, kardeşlik hukuku çerçevesinde bu sorunların çözümü için yoğun çaba sarf ediyoruz."
Erdoğan, konuşması boyunca Arap halklarına güven vermeye çalışırken, yönetimlerle ilgili gerilimlere hiç değinmedi.
Haşimi krizi
Geçen hafta Türkiye'yle Bağdat arasında, bölgesel dengeleri tamamen Türkiye'nin aleyhine etkileyecek yeni bir gerilim daha ortaya çıktı.
Sünni kökenli Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi'nin Mesud Barzani'yle aynı tarihlerde (19 Nisan) Türkiye'de resmî temaslarda bulunmasına sert tepki gösteren Irak Başbakanı Nuri el Maliki, "Türkiye bölgede düşman ülke haline geliyor" dedi. Bağdat'ın hakkında yakalama kararı çıkarttığı Tarık Haşimi'nin Irak Kürdistanı ve Türkiye tarafından korunduğu biliniyor.
Anadolu Ajansı'na verdiği mülâkatta Tayyip Erdoğan için "ağabeyim" diyen Haşimi, Irak'taki Sünnilerin iktidara gelmesi adına çalışmalar yürüttüğü için Maliki'nin hedefi haline geldikten sonra Kürdistan'a sığınmıştı.
Kuşkusuz Haşimi'nin Türkiye tarafından korunmasının simgesel düzeyde anlamı çok büyük. Suriye'de Alevilerin iktidardan düşmesi için çaba gösteren Ankara, Bağdat'ta da iktidarın Sünnilerin eline geçmesini arzuluyor.
Maliki'nin, Türkiye'ye, İran seyahatinden hemen önce bu tepkiyi göstermesi, bölgede mezhepsel ittifakların kurulmaya çalışıldığını göstermesi bakımından anlamlı.
Hâlihazırda özellikle Kürt meselesi konusunda 2003 Irak işgaline kadar geleneksel ittifak içinde bulunan İran, Irak, Suriye ve Türkiye yönetimleri arasında mezhepsel bir gerilim günden güne daha fazla öne çıkıyor.
Bu dörtlü içinde Sünni iktidarının olduğu tek ülke Türkiye. Şam rejimini hedef tahtasına oturtan Türkiye'nin ılımlı İslâm politikası, mezhepsel bağları güçlü olan diğer üç ülkenin hızla birbirine yaklaşmasına vesile oldu. Nitekim 21 Nisan'da Tahran'da temaslarda bulunan Maliki, İran'la safları daha da sıklaştırdıklarını ortaya koydu.
İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, Meclis Başkanı Ali Laricani ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı Muhammed Rıza Rahimi ile görüşen Maliki, iki ülkenin ortak hedefleri olduğunu açıkladı. Maliki, enerji ve petrol alanlarındaki işbirliklerini yıllık 9 milyar 700 milyon dolardan 12 milyar dolara çıkarmayı hedeflediklerini de vurguladı.
Ahmedinejad ise iki ülke arasındaki ilişkilerin istisnaî ve özel olduğunu söyledi ve ekledi: "Allah'ın lütfuyla İran ve Irak halkı birbirinin yanında yer alarak kalkınacak, bilinçli bir şekilde varlığını ve bağımsızlığını kudretlice savunacak. Düşmanların ihtilaf, korku ve panik yaratmak için terör ve bombalama eylemlerine başvurması gibi komploları amacına ulaşamayacak."
El Maliki ise Tahran'da şu açıklamayı yaptı: "Irak ve İran işbirliği yaparak bölgede emniyet ve istikrarın sağlanmasına yardım edebilir, sorunları halkların hak ve hukukuna saygıyla ve anlayışla bertaraf edebilir. Bağdat ve Tahran arasındaki siyasâ istişare ve koordinasyonun artması, bölgede istikrar ve barışın sağlanmasına yönelik süreçte önemli ve etkili rol oynayabilir."
Haşimi, Barzani ve Erdoğan ittifakı
İran ve Irak'ın yakınlaşmasına karşı Türkiye de Barzani'yle ilişkilerini geliştirmeye çalışıyor. ABD seyahati sonrası Ankara'ya gelen (18 Nisan) Mesud Barzani, Türkiye'nin İran, Irak (Bağdat) ve Suriye'yle karşı karşıya gelişinden kaynaklanan diplomatik krizleri kendi lehine kullanmaya gayret ediyor. Bağdat'la hem Kerkük'ün konumu hem de petrol satışından elde edilecek gelirin bölüşümü konusunda bir süredir gergin ilişkileri olan Barzani, Türkiye'ye yakınlaşarak konumunu güçlendirmeye çalışıyor.
Maliki'nin Türkiye'ye yönelik tepkisinin altında bu Barzani - Erdoğan yakınlaşmasının da yattığını söyleyebiliriz. Barzani'nin, özellikle Newroz sonrasında (29 Mart) Kürtlerin bağımsızlık arzusunu dile getirmesi, buna karşın Türkiye'den ciddi bir reaksiyon görmemesi dikkatlerden kaçmamalı. Üstelik Türkiye'nin, Barzani'den PKK'ye karşı silahlı mücadele verme isteğini eskisi kadar vurgulamaması, bu hassas dengelerin nelere kadir olduğunu ortaya koyuyor.
Aslında Irak Sünnilerinin temsilcisi gibi görünen Haşimi, Ankara, Erbil ve Irak Sünnileri arasındaki yakınlaşmayı en yalın haliyle Türkiye seyahati sırasında ifade etti.
Haşimi, Erdoğan'ın Maliki'yle görüşmesi sırasında Sünniler lehine net taleplerde bulunduğunu vurgulayıp Kürtlerle ittifak içinde olduklarını söyledi: "Bugün Sünni Arap ya da Türkmen vatandaş, bir gün dahi hayatından emin olamıyor. Bugün emniyet teşkilatı Maliki'nin elinde. İstediği kişiyi hesapsızca tutuklayabiliyor. Sünni Araplar ve Türkmenler ailelerini geçindirmekten mahrumlar. Zulmün devam etmesi ve emniyetin olmaması Sünnilerin yaşadığı bölgeleri yaşanmaz hale getirdi. Böylece Kürtlerle yakınlaşma oldu. Eğer Maliki zulmetmeye devam ederse, vatandaşların başka alternatifler aramaları en doğal haklarıdır. Sünniler başarılı Kürt halkına bakıyor ve onlarla yakınlaşmak istiyor. Eğer Maliki yaptığı zulümlere devam ederse, halk başka alternatifler arama yoluna gidecektir."
Haşimi, bu açıklamalarıyla Kürtlerin muhtemel bir bağımsızlık ilanına Iraklı Sünnilerin destek vereceğini de ima etmiş oluyor.
Öte yandan Maliki'nin "Türkiye bölgede düşman ülke haline geliyor" açıklamasının altında, Erdoğan'ın Barzani'ye gösterdiği yakınlığın da yattığını söylemek gerekiyor.
Elbette Ankara'nın Barzani'yle ilişkileri sıklaştırması, Suriye ve Türkiye içindeki Kürtlerin taleplerine de kulak vereceği anlamına gelmiyor. Zira Barzani'yle yakınlaşma tamamen konjonktürel ve muhtemelen orta vadeli olacak.
Erdoğan, en azından Suriye meselesi netleşene kadar Kürdistan yönetiminin yönelimini (bağımsız Kürdistan) Bağdat'a karşı bir koz olarak kullanmak istiyor. Yani "düşmanımın düşmanı, dostumdur" politikası güdüyor.
PKK cephesi
Erdoğan'ın iç politikada da Kürtlere dolaylı vaatler vermeye başlaması gözden kaçmamalı. PKK'nin son dönemlerde eylemlerini azaltmış olması, fiilen geniş çaplı operasyonların gerçekleşmemesi de dikkat çekici. Ancak öncelikle Erdoğan'ın 22 Nisan'da, satır arasında Kürtlere verdiği vaadi kayda geçirmekte fayda var: "Attığımız adım ne? Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı üst kimliği. Millî birlik ve beraberlik projemize milletim hayır deseydi, seçimde her iki oyun biri bize gelmezdi. Benim milletim projelerimize hayır deseydi, referandumda yüzde 58 ile evet demezdi... Biz bu politikalarla BDP'yi de esaretten kurtarmak istiyoruz. Bakın, operasyonlar sadece teröristlerin silah bırakmasıyla olur. Operasyonların durması, terör örgütünün silah bırakmasıyla olur. Sivil, demokratik bir anayasa ile bu süreç kalıcı hale gelecek."
Aslında Erdoğan'ın bu sözlerine Murat Karayılan, bir ay öncesinde (14 Mart) şu sözlerle yanıt vermişti. "Mevcut AKP zihniyetiyle Kürt sorununu çözecek bir anayasanın geliştirilmesi mümkün değildir. Bu kadar Kürt siyasetine karşı siyasî soykırımı geliştiren bir zihniyetten demokratik bir anayasa, Kürt sorununu çözen bir anayasanın çıkması mümkün müdür? Mümkün değildir."
Karayılan, aynı mülâkatta devletle herhangi bir görüşme yapmadıklarını, görüşmelerin ancak Öcalan tarafından gerçekleştirilebileceğini söylemişti.
Bölgesel düzeydeki karmaşanın kilit unsurunu Kürtlerin oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu süreçte dört ülke yönetimi de Kürtleri doğrudan karşısına almamaya özen gösteriyor. Çünkü her dört ülkede ciddi bir örgütlülüğü olan Kürtler, aynı zamanda dört ülkenin sınırında bulunuyor. Suriyeli Kürtlerin de silahlanmaya başladığına dair haberler, bölgedeki Kürt gücünün giderek belirginleştiğini gösteriyor. İnternete düşen bir videoda Suriye'nin Kürt kenti Afrin'de silahlı bir Kürt örgütü kuruluşunu ilan ediyor. Videoda, "Afrin Özgürlükçüleri" isimli silahlı grubun büyük bir Suriye bayrağının üstüne Kürdistan bayrağını yerleştirdiği görülüyor. Açıklamayı yapan militan ise, Kürtlerin birliği için mücadele edeceklerini söylüyor.
13 Mart'ta ANF'ye bir mülâkat veren Murat Karayılan ise 2012'nin perspektifini Kürt toplumsal hareketinin belirleyeceğini ileri sürdü: "Bölgenin yeniden yapılandırılmasında Kürtler de önemli bir aktör olacaklardır. Zaten gerek Suriye'deki gelişmeler, yine Irak ve gerekse de İran'daki gelişmeler o parçalardaki Kürt halkını da doğrudan etkilemektedir. Şimdi AKP hükümetinin Kürt sorununda bu kadar katılaşması, KCK operasyonlarını son bir yılda daha da artırması, önderliğimiz üzerindeki tecridi ağırlaştırması, güçlerimize karşı topyekûn bir savaş ilan etmesinin de aslında nedeni budur. Yani AKP devletinin bütün amacı, Kürt halkının Ortadoğu'da kaynayan süreçten etkilenmesinin önüne geçme çabasıdır. Fakat bu sürecin yaşadığı atmosfer çok sevindirici bir atmosferdir. Tüm bölgeyi saracak bir alev biçiminde yoğunlaşarak gelişmektedir. Kürt halkının da bundan etkilenmemesi mümkün değildir."
Karayılan'ın bu açıklamasından bir gün sonra, Irak Devlet Başkanı ve Kürdistan Yurtseverler Birliği de önemli bir açıklama yaptı. Talabani, Neçirvan Barzani'yle yaptığı görüşmede, peşmergelerden oluşan genç bir ordu oluşturmayı planladıklarını ifade etti.
Anlaşıldığı kadarıyla bölgede tüm taraflar, iktidar değişimlerinin yaşanacağına kesin gözüyle bakarak pozisyonlarını belirliyorlar. Bu pozisyonların sapmalar, yeni ittifaklar ve yeni kopuşlarla beraber tekrar tekrar değişebileceğini tahmin etmek güç değil. Ancak bölgeye dair en net pozisyonu hâlihazırda Ankara'nın sergilediğini görüyoruz. (İA/HK)
* İrfan Aktan'ın yazısı birdirbir.org'da yayınlandı.