Önce Metin Lokumcu Hopa'daki olaylar sırasında polisin attığı gaz bombaları neticesinde hayatını kaybetti. Dün de seçim gecesi Şırnak'ta Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku'nun aldığı sonuçlar kutlanırken yaşanan polis saldırısında gaz bombasından fenalaşarak hastaneye kaldırılan Hatice İdin öldü.
Aynı gün, Yunan polisi, bir ayı aşkın zamandır Atina'daki Sintagma Meydanı'nı mesken tutmuş olan ve neoliberal yapısal uyum programına karşı direnen on binlerce göstericiye karşı adeta bir kimyasal savaş yürütüyor, belki tonlarca gazı meydana boca ediyordu. Hatip Dicle'yi meclis dışında bırakan kararın ardından yaşanan protestolarda nasıl bir kolektif kemoterapiye tabi tutulduğumuzsa malum.
Artık gündelik hayatımızın bir parçası, çoğu eylemin olmazsa olmazı haline gelen gözyaşartıcı gaz, astım, nefes darlığı, yüksek tansiyon ya da kalp hastaları açısından ciddi bir tehdit oluşturuyor.
Özellikle kapalı alanlarda kullanıldığında ciddi yaşam tehlikesi söz konusu olabiliyor. Dahası yoğun kullanım neticesinde uzun erimde kanser riski gündeme gelebiliyor. Yine hamile kadınlar açısından yüksek dozda gözyaşartıcı gaza maruz kalmak ciddi bir tehdit.
Aslında bu meşum gazın tarihi bir hayli eski. Gözyaşartıcı gaz, Birinci Dünya Savaşı'nda ilk kullanılan kimyasal silahlardan. İlk olarak Fransız ordusu, Ağustos 1914'te, yani savaşın hemen başında, gözyaşartıcı gazla doldurulmuş 26 mm'lik elbombaları kullanır. Bilindiği gibi modern dünyanın bu ilk topyekûn savaşında gözyaşartıcı veya hardal gazı gibi karşı tarafın hareket kabiliyetini ortadan kaldıran ya da phosgene veya chlorine gibi doğrudan öldürücü kimyasal silahlar yoğun olarak kullanılır.
Gerçi savaş boyunca top, el bombası ya da tüfek gibi "konvansiyonel" silahlar gazlara oranlara çok daha ciddi insani kayıplara yol açar. Ancak savaş boyunca gaz kullanımının cephenin her iki tarafında da popüler olmasının nedeni, gazın tıpkı bugün olduğu gibi, maruz kalanları paniğe sürüklemesi ve paralize etmesiydi.
Modern savaşın yarattığı insani felaketin ve büyük dehşetin hafızalarda kalmış belki de en güçlü imgesi, siperlere çakılı kalmış gaz maskeli askerlerdir. Cin şişeden çıkmıştır artık: Birinci Dünya Savaşı'nın açtığı kapıdan Nazilerin toplama kamplarında kullandığı Zyklon B, Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) Vietnam'da kullandığı Agent Orange ve onların yarattığı felaketler çıkacaktır. Bize en yakın örnek olan Halepçe katliamı herhalde hatırlardadır...
Gözyaşartıcı gaza geri dönelim. CS (chlorobenzalmalononitrile) gazı olarak da bilinen ve bugün dünyada iç güvenlik alanında yoğun olarak kullanılan gözyaşartıcı gaz tipi, Ben Corson ve Roger Stoughton adlı iki Amerikalı tarafından 1928 yılında üretilir. Gazın adı bu iki (tırnak işaretleri burada gerekli) "bilim insanı"nın soyadlarından gelir.
İlk olarak Britanya ordusu tarafından 1958 yılında, Kıbrıs'ta kullanılan CS gazı (o zamanki adıyla T792), zaman içerisinde Kuzey İrlanda'dan, Filistin'e, Güney Afrika'dan Sri Lanka'ya, ABD'den Fransa'ya "ayaklanma kontrolü"nde uzmanlaşmış polisin en kullanışlı ve popüler silahına dönüşür.
Gözyaşartıcı gazın önlenemez yükselişinin tarihinin kirli ayrıntılarla dolu olduğunu da not etmek gerek. Bir örnek belki yeter: Ruanda'daki soykırımda Hutu'ların Tutsi'lere karşı yoğun olarak kullandığı CS gazı, bir İngiliz şirketi olan HPP tarafından temin ediliyordu.
Bilindiği gibi, 1925 tarihli Cenevre Konvansiyonu kimyasal silahların savaş sırasında kullanımını kesin olarak yasaklar. Bu yasağın ihlali bir savaş suçu sayılır. Bu arada gözyaşartıcı gaz tiplerinin (CS, CN, CR, OC) bu yasak kapsamında sayılıp sayılmaması gereği uzunca bir müddet tartışma konusu olmuş, belirsiz kalmıştır. Bilhassa Vietnam savaşı sırasında konu ciddi bir sorun haline gelir.
Bu dönemde ABD ordusu Vietkong'ların oluşturduğu yeraltı tünellerine ve saklanma yerlerine karşı yoğun olarak CN ve CS tipi gözyaşartıcı gaz kullanmaktaydı. Bu konudaki tartışmalar, 16 Aralık 1969'da BM Genel Kurulu'nun 2603 sayılı kararıyla nihayete erer. ABD ve o dönemde kendi sömürgelerinde benzer bir savaş yürüten Portekiz gibi ülkelerin red oyuna karşın gözyaşartıcı gazların da yasak kapsamında tutulduğu karara bağlanır. Daha sonra, 1997 tarihli Kimyasal Silahlar Anlaşması da gözyaşartıcı gazın savaş sırasında kullanımını yasaklar.
Sözün özü, uluslararası sözleşmeler çerçevesinde, gözyaşartıcı gazın nizami ordularca savaş sırasında kullanımı yasaklanmıştır. Ancak paradoksal bir biçimde, gözyaşartıcı gaz son yirmi yıl içerisinde giderek artan bir biçimde, "barış" zamanında, iç güvenlik aygıtının yoğun olarak başvurduğu bir silah halini almıştır.
Günümüzde hemen her ülkede gaz kullanımı toplumsal eylemlerin kontrolü ve bastırılmasında polis tarafından yoğun olarak kullanılıyor. Yani düzenli ordular tarafından dış düşmanlara karşı yürütülen savaşlarda kullanılamayan gözyaşartıcı gaz, düzen güçlerince "iç düşmanlara" karşı seferber edilebiliyor.
Bu anlamda savaş ve barış arasındaki mevcut konvansiyonel ayrımın içinin ne denli boş olduğunun belki de en canlı örneği gözyaşartıcı gaz. Savaşta kullanımı "savaş suçu" sayılan bir silahın, sivil hayatta polis tarafından kullanılmasının serbest olması, ancak kapitalist modernite koşullarında geçerli olan genelleşmiş irrasyonaliteyle açıklanabilir.
Gözyaşartıcı gazın popülaritesinin, yaşadığımız dönemin açığa çıkardığı iç savaş koşullarıyla bağı ise elbette aşikâr. Sermayenin işçi sınıfının sosyal, siyasal ve ekonomik gücünü kırmaya dönük bir saldırısı olarak neoliberalizmin demorasiyi tahrip ettiği artık herhalde hemen hepimizin malumu olmalı. Neoliberalizm devrinde, yani mesela Yunanistan'da Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Avrupa Birliği (AB) destekli yapısal uyum programının parlamentoyu işlevsizleştirerek ve anayasayı dahi çiğneyerek uygulanabildiği bir devirde, kapitalizm ile demokrasi arasındaki "mantıksal" çelişki, pratik ve fiili bir çelişki, bir çatışma halini alıyor.
Toplumsal hareketlerin kriminalize edildiği, muhalefetin terörizm damgası yiyerek her türlü toplumsal sorunun bir "güvenlik" meselesine indirgendiği günümüzde neoliberal güvenlik devleti bütün azametiyle ortaya çıkıyor. Teknik olanakları, ekipmanı, silahları ve görünümü itibariyle kelimenin gerçek anlamında ordulaşan polis, bu neoliberal güvenlik devletinin de gözbebeği.
Neoliberalizmle uygulanan "yukarıdan sınıf savaşı", toplumun geniş kesimlerini sistematik bir dışlanma haliyle karşı karşıya bırakıyor ve bu anlamda da rıza üretiminin zorlaştığı koşullarda dışlanan ve ezilenlere karşı iç savaş aygıtı devreye sokuluyor.
Mike Davis'in hatırlattığı gibi, günümüzde gerçek "medeniyetler çatışması", orta sınıfların güvenliği sağlanmış, "temiz" kentsel alanları ile suçla özdeşleştirilen, kentsel yoksulların ve elbette göçmenlerin "şeytani" gecekondu bölgeleri arasındaki "hezeyan dolu diyalektik" temelinde tanımlanıyor.
Zaten Pentagon'un "Kentleşmiş Bölgede Askeri Operasyon" olarak adlandırılan (MOUT - Military Operations on Urbanized Terrain) doktrini, kent yoksullarına, dışlanmışlara ve göçmenlere karşı düşük yoğunluklu bir savaş anlayışına göre şekillendirilmiştir. Buna göre şehirlerin gecekondu bölgeleri ve elbette meydanları, 21. yüzyılın yeni savaş alanlarıdır.
Evet, bir savaşla karşı karşıyayız. Şimdilik büyük ölçüde "yukarıdan" yürütülen bir savaş. Mesele polisin şu ya da bu eylemde "orantılı" mı "orantısız" mı güç kullandığıyla ilgili teknik-hukuki bir tartışma değil yani. Gözyaşartıcı gaz da bu savaşta devreye sokulan ölümcül silahlardan biri. "Kapitalizm savaşta da barışta da öldürür" sloganı bu anlamda bugün belki çoğu zamandan daha geçerli. (FB/ŞA)