TESEV (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı) Demokratikleşme Programı'nın başlattığı "Medya ve Demokrasi" başlıklı çalışma alanı çerçevesinde hazırlanan iki rapor bugün (25 Haziran) İstanbul'da düzenlenen "Geçiş Döneminde Medya: Basın-Demokrasi İlişkisi ve Medyanın Ekonomi-Politiği" başlıklı bir konferansla tanıtıldı.
Türkiye'de basının kuruluşundan bu yana tarihsel bir perspektifte inceleyen ilk rapor, sektörün hukuksal yapısını, mevzuatını, aktörlerini ve sektörü yöneten politikaları inceliyor.
Medyanın ekonomi-politik analizini sunan ikinci rapor ise, medya endüstrisinin ana ve alt sektörlerinin ve bu sektörlerde faaliyet gösteren aktörlerin derinlemesine bir incelemesini sunuyor.
"Medya hem devlet hem derin devlet tarafından kullanıldı"
Konferansın moderatörlüğünü yapan gazeteci Ergun Babahan, medyanın Türkiye tarihi boyunca sadece devletin değil, derin devletin de bir aracı olduğunu söyledi.
Özellikle 1990'lı yıllara dikkat çeken Babahan, bu dönemde, medya patronlarının sıklıkla Genelkurmay Başkanlığı'na çağrılarak kendilerine brifingler verildiğini, hangi konuların nasıl işlenmesi yönünde telkinlerde bulunulduğunu, hangi gazetecileri bünyelerinde çalıştırıp çalıştırmamaları gerektiği konularında uyarıldıklarını söyledi ve sözlerine şöyle devam etti:
"Yıllarca merkez medya, Kürt meselesini, faili meçhul cinayetleri, insan hakları ihlallerini görmedi. Bu konularda kendilerine nasıl tavır almaları söylendiyse o şekilde tavır aldılar. Devamlı olarak askeri yücelten ve siyaseti itibarsızlaştıran bir politika benimsediler."
"Türkiye'de ortalama medya çalışanı maaşı 1250 lira"
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Araştırma Görevlisi Dr. Ceren Sözeri ise Dr. Zeynep Güney ile birlikte hazırladıkları ve TESEV Yayınları'ndan çıkan "Türkiye'de Medyanın Ekonomi Politiği: Sektör Analizi" adlı çalışmaları hakkında bilgi verdi.
Medyanın nasıl bir yasal ve ekonomik ortamda olduğunun demokrasi açısından son derece önemli olduğunu söyleyen Sözeri, medyanın ülkenin ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel hayatına doğrudan etkisine dikkat çekti.
Hazırladıkları çalışmadan örnekler sunan Sözeri, medyada erkek hakimiyetine dikkat çekti ve sözlerine şöyle devam etti:
* Gazetede yönetim kadrolarında çalışanlarının yüzde 90'a varan kısmı erkek. Gazetelerde kadınlar yüzde 40 ile en çok ressam/grafiker alanlarında ve "diğer personel" alanlarında iş bulurken, yüzde 10'luk oranlarla en az yönetici kademelerinde yer bulabiliyor.
* Medya çalışanlarının yüzde 79'unun kıdem yılı beş yıldan az. Aynı işyerinde 6-10 yıl çalışanların oranı yüzde 13 iken 11 yıldan fazla çalışanların oranı sadece yüzde sekiz. Bu oranlar medyada insanların sürekli olarak iş değiştirdiklerini gösteriyor.
* Türkiye'de medya çalışanları ortalama aylık 1250 lira maaş alırken, reklam piyasasında ortalama maaş 4 bin liranın üstüne çıkıyor.
* Benzer eğitimleri alan gazeteciler ve reklamcılar arasındaki gelir farkı, reklamın medya üzerindeki hakimiyetini gösterir nitelikte.
* Bizim bir çalışmamıza katılan Ahmet Şık, medyada sendikalaşma ve hak mücadelesi çerçevesinde yaşanan olumsuzlukları kendi yaşanmışlıkları üzerinden anlatmıştı. Yürüttüğü mücadele nedeniyle ana akım medyanın kapısından giremeyen Şık, şimdi görevini yaptığı için cezaevinde.
"Medya hem işbirlikçi hem günah keçisi"
Medya-demokrasi ilişkisinin geçmişten günümüze analizini yapan İstanbul Bilgi Üniversitesi Medya ve İletişim Sistemleri Araştırma Görevlisi Esra Elmas, yasama, yürütme ve yargıdan bağımsız, tarafsız ve objektif medyanın "ideal medya" olarak öğretildiğini söyledi.
Ancak insanın doğası gereği tarafsız olamayacağını, dolayısıyla medyanın da tarafsız olamayacağını söyleyen Elmas, medyanın içinde bulunduğu ekonomik yapılar nedeniyle objektiflikten de son derece uzak olduğunun altını çizdi.
Türkiye'de siyaset-medya ilişkisine kronolojik olarak kısaca değinen Esra Elmas, şu bilgileri aktardı:
* Cumhuriyetin kurulduğu 1923 ile çok partili düzene geçilen 1950 arasında basın üzerinde çok ciddi bir baskı vardı.
* 1928'de harf devriminin yapılmasıyla birlikte basın alanında o güne kadar kullanılan tüm teknolojik altyapı çöpe gitti. Yeni altyapıyı kurmak zorunda kalanlar da devlete muhtaç hale geldi. Bu da başından bu yana basını devlete bağımlı hale getirdi.
* 1950'de Demokrat Parti'nin (DP) iktidara gelmesiyle birlikte başlarda basın üzerindeki baskılar azaldı. Ancak üç yıl sonra DP karşısında muhalefetin güçlenmeye başlamasıyla DP yönetimi de basın üzerindeki baskıları arttırdı ve tutuklu gazeteci sayısı hızla yükselmeye başladı.
* 6/7 Eylül 1955'de yaşanan olayların ardından hükümet basını suçlamıştı. Bu da gösteriyor ki, o dönem hükümet gözünde basın hem işbirlikçi hem de yaşanan olumsuzluklar karşısında günah keçisi.
"Darbelerin arkasındaki güç: medya"
* Türkiye tarihinde yaşanan tüm darbelerde de basının etkisini görmek mümkün. Ancak ilginç bir nokta, Türkiye'de renkli televizyon ve video teknolojisi 12 Eylül sonrası kurulan Haberleşme Yüksek Kurulu zamanında Türkiye'ye geldi.
* TRT haberciliği dediğimiz "protokol yayıncılığında" yayın İstiklal Marşı ile başlayıp İstiklal Marşı ile son bulurdu, haberler Cumhurbaşkanı'ndan başlayarak hiyerarşik bir düzende verilirdi.
* 1990'lı yıllara geldiğimizde TRT'nin tekeli kalktı ve kısmi bir özgürlük ortamı doğdu. Bu dönem en yüksek reytingleri tartışma programları almaya başladı. Ancak bu sefer de devlet kontrolünden çıkan medya sermaye kontrolüne girdi.
* 28 Şubat'ta ise devletin medya üzerinde ne kadar tahakküm kurabileceğinin yanı sıra medyanın ülke yönetimini nasıl doğrudan etkileyebileceğini gördük. Bu dönemde kurgu haberlerle medya kendi gündemini yarattı. Askerin istediği haberler yapıldı ve buna uymayan pek çok gazeteci işinden oldu.
* Bugün geldiğimiz noktada da devletin medya üzerindeki etkinliği sürmekte. Yeni medyada da ırkçı, dışlayıcı ve nefret söylemi barındıran ifadelere sıklıkla rastlıyoruz.
"Medya toplumun düşünce dünyasını etkilemeye başladı"
Son olarak söz alan Taraf gazetesi yazarı Erol Katırcıoğlu, medyanın beyaz eşya sektörü gibi bir sektör olmadığını, ekonomiye etkisi nedeniyle "sektör" kelimesinin kullanıldığını, ancak medyanın doğrudan siyaseti ve toplumu etkileme gücüne sahip bir sektör olduğuna dikkat çekti.
Katırcıoğlu, sözlerine şöyle devam etti:
* Medya sektörü kara Avrupa'sında 1980'lere kadar kamu kontrolü altında çalışan bir sektördü. Bu döneme kadar medyayı da su ve elektrik sektörleri gibi düşünebiliriz. Fakat 1980'lerde küreselleşme ve teknolojinin yaygınlaşması, medyanın kamu alanında olmasını anlamsız kılmaya başladı.
* Medya, kamudan çıktıktan sonra serbest piyasa içinde yer almaya başladı. Serbest piyasa mantığı gereği az sayıda aktör, toplamda bir güç kazanırsa bu onların ekonomi üzerinde etki kurmalarına yol açar.
* Medyada güçlü olanlar, sadece ekonomi üzerinde değil, toplumun düşünce dünyasına siyasi olarak etki etme olanağına da kavuştular.
"Özgür medya için regülasyon şart"
* Eğer bu güçlü aktörler sektörü kontrol ediyor ve kendi siyasi tercihleri yönünde bu sektörü kullanıyorlarsa bunu regülasyonlarla önlemek teorik olarak mümkündür.
* Medya sadece bizde değil, tüm dünyada regüle edilen sektörlerin başında gelir. Bizde regüle edecek kurum olan Radyo ve Televizyon Üst Kurulu'nun (RTÜK) yapısına baktığımız zaman, birinci maddesinde mali ve siyasi bakımdan bağımsız bir kuruluştur.
* Milletvekillerini bile liderlerin seçtiği bir demokraside RTÜK'ün mali ve siyasi bakımdan bağımsız olduğunu söyleyebilmek mümkün değil.
* Sadece RTÜK için değil, tüm regülasyon kurumları, yani tüm bağımsız idari otoriteler diye altını çizdiğimiz otoriteler kuruldukları günden beri bağımsız değiller. Türkiye ekonomisinin yüzde 60'ı bu "bağımsız" denilen ama bağımsız olmayan otoritelerin etki alanındadır.
* RTÜK de kaçınılmaz olarak siyasetten her zaman etkilenmiştir ve etkilenmektedir. Dolaysıyla daha demokratik ve özgür bir medya hayal ediyorsak bu regülasyon meselesini önemsemek lazım. (EKN)