Kürt meselesinin diğer birçok veçhesinde olduğu gibi Hatip Dicle'nin milletvekilliğine yönelik Yüksek Seçim Kurulu'nun ret kararı da Türkiye'de Kürt meselesinde süregelen devletin yarattığı kendi değerler dizgesinin neticelerinden. Bu değerler dizgesi çok uzun yıllardır devam ettirildiği için de normal bir ülkede karşılaşılmayacak durumlar Türkiye'de sıradanlaşıp mümkün hale gelebiliyor. YSK'nın esasen önüne gelen dosyayı Türkiye'de verili hukuk çerçevesinde değerlendirip 'kanuna' uygun şekilde, oybirliğiyle onamasını bu derece kolaylaştıran da bu yapısal durumun kendisi.
YSK, Dicle'nin vekilliğini iptal kararını "Anayasa'nın 76. maddesinde bir yıl veya daha fazla hapis cezasına hüküm giymiş olanların milletvekili seçilemeyeceği düzenlemesine" dayandırıyor. Dicle'nin "bir yıldan fazla" olan hapis cezasının 12 Haziran seçimlerine üç gün kala 9 Haziran'da Yargıtay'ca onandığı hatırlandığında, kurumun gerçekte 'hukuki' bir çerçeve içinde karar verdiği, iptalin mevcut düzenlemelere herhangi bir aykırılığının olmadığı görülüyor.
Ancak, YSK'ya Dicle hakkında sıradan bir madde üzerinden vekillik iptalinin yolunu açan o "bir yıldan fazla" olan hapis cezasının kendisine ve o cezanın infazının zamanlamasına bakıldığında Dicle'ye yapılan adaletsizlik, ardından da ona oy veren 85 bin insanın iradesinin nasıl basit bir kanun-bürokrasi örgüsünde yok sayıldığı daha rahat anlaşılıyor.
1 yıl 8 ayın öyküsü
Hatip Dicle, 2007 yılının son aylarında, Türkiye'nin yeni bir sınır ötesi operasyona hazırlandığı bir dönemde ANKA ajansına bir demeç vermişti. 23 Ekim 2007 tarihinde ajansın geçtiği haber, gazeteler ve web sitelerine aslından farklı bir şekilde "Eski DEP'li: PKK meşru müdafaa hakkını kullanıyor" başlığıyla yansıyor.
Ancak Dicle aslında ajansın geçtiği haberde bu ifadeyi kullanmıyor. Bu ifade çoğu Kürt siyasetçisinin başına geldiği gibi, gazetelerin bir demeci ya bağlamından kopararak vermeleri ya da 'zaten aynı kapıya çıkıyor' diyerek söylenmemiş ifadeyi söylemiş gibi göstermelerinden kaynaklanıyor.
Oysa Dicle, haberde öncelikle Kürt sorununun barışçıl çözümünden yana olduğunu "Kürt sorununun bölge ve Türkiye'de şiddetle çözülemeyeceği bu kadar açıkken son dönemde şiddet eğilimi öne çıkarılıyor" sözleriyle vurguluyor, ardından da sınır ötesi bir operasyonu yanlış bulduğunu anlatıyor.
Dicle, haberin devamında "PKK'nın gerek ABD'nin, KDP'nin, Irak Cumhurbaşkanının ve DTP'nin girişimleri sonucunda geçen sene ateşkes ilan ettiğini" söyleyip "örgüt propagandası yapmakla" suçlanmasına yol açacak şu cümleleri sarf ediyor:
"Bu ateşkes fiilen geçersiz hale geldi. Ordunun operasyonları durmadığı taktirde onlar da meşru müdafaa haklarını kullanırlar. Çatışmalar bu şekilde bugüne kadar geldi. Basından son açıklamalarını duydum. 'Biz barışçıl çözümden yanayız. Yine ateşkes konumumuz devam ediyor, ordu operasyonları durdurmazsa biz herhangi bir saldırıya girişmeyiz' diyorlar. Ben bunun ötesinde bir açıklama geleceğini sanmıyorum. ABD Türkiye'ye en baştan beri şunu öneriyor. Hem Kuzey Irak Kürtleriyle hem de kendi içindeki Kürtlerle barış. Devlet olarak aksi yönde hareket ediliyor. Türkiye, Kürtlerle diyalog aramıyor, bu da Türkiye ve ABD arasında gerilime neden oluyor."
Görüldüğü gibi, Türk ceza hukukunun içinden dahi düşünüldüğünde söz konusu demeçte ne bir örgüt propagandasından söz etmek mümkün ne de şiddeti öven bir tondan. Aksine, Dicle bir siyasetçi sorumluluğuyla devleti barışçıl bir çözüme davet ediyor.
Fakat Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, 19 Şubat 2009'da bu ifadeleri örgüt propagandası sayıyor ve Dicle'yi 2 yıl hapis cezasına çarptırıyor. Ardından da "takdiri indirim" uygulayarak cezayı 1 yıl 8 aya indiriyor.
Dolayısıyla, tüm bu yaşananların biraz kökenine bakıldığında, esasen söz konusu olanın Dicle'nin ifade özgürlüğünün ihlali olduğu, kendisinin de böylece Türkiye'deki hâkim 'düşünce suçu' düzeninin bir mağduru olduğu anlaşılıyor.
Öte yandan Türkiye'de bu tür cezalara olan alışkanlığımız, 'suç'a karşılık verilen cezanın orantısızlığını tartışmaya ise zaten hiç imkân tanımıyor. Yoksa aslında birkaç cümlenin, hele ki 'propaganda' olup olmadığı son derece tartışmalı birkaç cümlenin karşılığının 2 yıl olup olmadığını da kapsamlıca tartışabiliyor olmalıydık.
Bir başka adaletsizlik
Kürt sorununu yıllar içinde sayısız adaletsizlikler bütünü haline getiren Türkiye, düşüncesinden ötürü hapse attığı bir siyasetçinin mağduriyetini burada da bırakmıyor, ona oy veren 85 bin insanın seçme hakkını dikkate almadan, sıradan bir kanun maddesinin gereğini uygulayarak kendisinin seçilme hakkını da ikinci kez askıya alıyor.
YSK Başkanvekili Turan Karakaya, Dicle'nin vekilliğinin düşürüldüğünü duyurduğu açıklamasında, yerine gelecek milletvekilinin bir başka partiden olacağının işaretini verdi. Bu da, bir milletvekilinin vekilliğinin düşürülmesinin ardından kamuoyunun kabullenmekte zorlanacağı yeni bir adaletsizliği beraberinde getirecek. Adaletsizliğin boyutlarını görmek için 12 Haziran'da Diyarbakır'daki seçim sonuçlarına biraz yakından bakmak yeterli.
Barış ve Demokrasi Partisi'nin (BDP) desteklediği bağımsız altı aday toplam 461 bin 887 oy; en yakın rakibi AKP ise neredeyse yarısı kadar, 244 bin 722 oy aldı. BDP'nin kentteki oy oranı %66,08; AKP'ninse %32,90. BDPli adaylar, seçime bağımsız girmenin dezavantajı nedeniyle ortalama aday başına 76 bin 796 oyla Meclis'e girebilirken, AKPli adaylar aday başına ortalama 48 bin 954 oyla girdi.
Tüm bu farka rağmen mevcut YSK düzenlemesinin sonucunda Dicle'den alınan vekilliğin AKP'nin 6. sıra adayına verilmesi söz konusu olacak. Dolayısıyla oluşacak yeni Meclis'te BDP 461 bin oyla yalnızca 5 milletvekili çıkarabiliyorken, AKP 244 bin oyla 6 milletvekili kazanmış olacak. Vekilliğin kentteki ikinci parti olan AKP'ye değil de üçüncü parti CHP'ye verilmesinin gündeme gelmesi durumunda da bu parti yalnızca 14 bin 702 oyla milletvekili kazanmış olacak.
Sonuçların gösterdiği bu dengesizlik Dicle'ye yönelik kararın siyasi partilerce yalnızca bir "yüksek yargı kararı" olarak değerlendirilemeyeceğinin açık bir göstergesi. Bu nedenle başta bu adaletsizlikten yararlanması olası AKP olmak üzere, CHP ve MHP'nin Meclis'te hak etmemiş bir kişinin milletvekilliği yapmasının önüne geçmeleri, gerçekte bunu hak eden kişi veya partiye bu hakkın iadesini sağlamaları şu anda önlerindeki en temel ahlaki görev olmalı. (HA/ŞA)
Hamza Aktan, gazeteci; http://hamzaaktan.blogspot.com/